Bu yaşananları izah edecek tek kelime oydu, mucize! Tabi habercilerin dilinde mucizenin var edicisi (aciz kılan) pek belli olmuyordu. Mucizeyi gerçekten Allah’a atfediyorlar mıydı, orası biraz muğlaktı. Bizim, Allah’ın rahmetinden başka bir sığınağımız yoktur…
Mehmed Durmuş / Venhar
Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla.
Allah’ın ayetlerinden bir ayet olan deprem on şehrimizde kıyametin bir provası gibi geldi, gelirken de bize çok şeyler öğretti. Bu ‘çok şeyler’den biri, işimizi el alemin bildiği ve tatbik ettiği, eşyanın tabiatı demek olan fizikî/mimarî yasalara uygun şekilde yapmayı bir türlü kabullenemeyişimizdir. Cenabı Allah’ın kıyametle ilgili buyrukları birer birer tecelli etti. Yeryüzü büyük bir zelzele ile sarsıldı da sarsıldı. İnsan “neler oluyor?” diye sordu, çaresiz ve korku içinde.
Kıyameti yalanlama eğiliminde olan insan o gün yani zelzele gününde “kaçacak yer neresi?” diye sordu ama kaçacak, kaçıp sığınacak hiçbir yer bulamadı. Ve insan anladı ki ay tutulduğu, güneş ve ay bir araya toplandığı gün varıp sığınılacak yer sadece Allah’ın huzurudur. Allah’ın huzurundan başka, gökte ve yerde hiçbir ‘toplanma alanı’, hiçbir güvenli liman bulunmamaktadır.
Allah vaat etmiştir: Dağların yerlerinden sürülüp un ufak hale getirildiği ve dümdüz bir seraba dönüştürüldüğü, gökyüzünün yarıldığı, güneşin dürüldüğü, yıldızların döküldüğü, denizlerin birbirine katıldığı, kabirlerin içindekilerin dışarı çıkartıldığı, vahşi hayvanların bir araya toplandığı (büyük oyun bittiği için vahşi hayvanların bile artık vahşetlerini yitirdikleri), cehennemin tutuşturulduğu, cennetin hazır hale getirildiği, gebe develerin (en lüks araçların) kendi hallerine terk edildiği, insanların, ateşin etrafında fır dönen pervaneler gibi olduğu, dağların da atılmış renkli yüne dönüştürüldüğü bir ‘gün’ gelecektir. On şehrimizde maruz kaldığımız deprem işte o ‘büyük gün’ün bir kesitidir. O gün “fasl günü”dür yani “ayrım günü”. (77/13-14).
İnsanın annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı, herkes kendi başının derdine düştüğü için en yakınlarını bile gözden çıkardığı gündür o fasl günü. (80/34-5). Çünkü o gün herkesin kendine yetip de artacak kadar derdi olacaktır. (80-37). Kıyameti ve yeniden dirilmeyi yalanlamıştı insan, cürmüne bakmadan, hiç ar ve haya etmeden. Allah ise uyarmıştı bu cahil-cesuru: “O sadece bir tek seslenmeye bakar!” Hemen ardından insanlar kendilerini mahşerde bulurlar. (79/13-14).
Depremle yıkılan sadece binalar değildi, yıkılan insanın değer verdikleriydi, insanın yücelttiği, kendisini arşa erdireceğini sandığı değerlerdi; prestijdi, sevilen pahalı meskenlerdi, kesadından korkulan ticaretti. Müslümanın davasının önüne geçmesine bir türlü son verilemeyen babalardı, oğullardı, kardeşlerdi, eşlerdi, hısım akrabaydı, kazanılan mallar, istif edilen paralar, altın ve gümüştü; insanın, kendisini ebedileştireceğini vehmettiği malıydı. (9-24).
Kıyamet sahnelerini ince detaylara kadar tasvir eden Rabbimiz, söylenmedik bir şey bırakmadıktan sonra en nihayetinde boğazımızda bir şeyleri düğümleyen şu soruyu sormaktadır: “Ey insan! Seni yaratan, seni düzgün ve dengeli kılan, seni istediği şekilde terkip eden kerîm Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (82/6-8). İnsan hiçbir zaman Rabbine dönmeyeceğini sanmıştı. Halbuki Rabbi onu her an görmekteydi. (84/14-15). Rabbi onun fısıldadıklarını da, kalbinden geçirdiklerini de biliyordu. Allah ona şah damarından da yakındı.
İnsanların, ashab-ı kehfin mağarasını çağrıştıran enkazlardan sağ salim çıkartılmaları hepimizin duygularını allak bullak etti. Yeni bir canın daha, toza toprağa dönüşmüş molozların altından kurtarılmasına yüreği hoplamayan bir insan düşünemiyorum. Bilhassa masum bebeklerin ve çocukların, sanki altı-yedi gündür aç susuz, soğuk betonlar arasında kıpırdamadan yatan onlar değilmiş gibi, enkazdan gülerek çıkıp arzı endam etmeleri, bilim kilisesini çökerten çok büyük bir olaydı. Kurtarma çalışmalarını yirmi dört saat kesintisiz yayınlayan haber kanallarının sahadaki muhabirlerinin dillerine pelesenk ettikleri bir kelime vardı: Mucize! Bu kelime bütün toplumun hafızasına kazındı adeta. Her bir canın kurtarılmasını ancak “bu bir mucize!” sözüyle ifade etti haberciler. “Bu bir mucize!”
Gerçekten de öyleydi, bu yaşananları izah edecek tek kelime oydu, mucize! Tabi habercilerin dilinde mucizenin var edicisi (aciz kılan) pek belli olmuyordu. Mucizeyi gerçekten Allah’a atfediyorlar mıydı, orası biraz muğlaktı. Ama kasıtları, niyetleri ne olursa olsun bizzat bu elemanlar vasıtasıyla büyük bir taş gediğine konmuştur. İnsanoğlu isteyerek ya da istemeyerek Allah’ın emrine gelmiş, Allah’tan başka güç ve kuvvet olmadığını, Allah’ın her şeye kâdir ve mülkün tek sahibi olduğunu teslim etmiştir. Allah, ölmesini dilemediği, eceli henüz gelmemiş olan kullarını kepçe operatörleri ve sevimli yelekleriyle büyük sempatimizi kazanan ‘arama kurtarma ekipleri’ni vasıta kılarak hayata döndürmüş, bir başka deyişle hayatlarını yeniden bağışlamış, kimisini ana-babasına, kimisini evladına kimisini de eşine kavuşturmuştur.
Kavuşturmuştur da, insan ecelinin ila nihaye ertelenmediğini, bir gün bu sürenin dolacağını; ayın yarılacağı, güneşin dürüleceği, göğün iki şak olacağı, Allah’a giden sevkiyatın başlayacağı o ânın geleceğini bir daha unutmamak üzere kalbine yazar mı acaba? Yoksa denizde gemiyle yolculuk temsilinde olduğu gibi, depreme borçlu olduğumuz ‘şuurlanma’ anı geçince, dini Allah’tan alıp yeniden sahte tanrılara has kılar mı acaba?
Sadece televizyon muhabirleri değil, bütün insanlar olarak, sadece deprem enkazından sağ çıkartılan insanlar değil, bütün insanların, bütün canlıların, bütün ‘cansızların’, bütün doğumların ve bütün ölümlerin gerçek birer mucize olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Hayat bir mucizeler ummanıdır. Kıyamet Allah’ın en büyük mucizelerindendir, ölüp de yeniden dirilmek, dirilip de Allah’ın cennet ödülüyle ödüllendirilmek O’nun en büyük mucizelerindendir. Keza cehennemle tecziye edilmek de öyle.
Yaşadığımız, Kahraman Maraş merkezli deprem toplumun yardımlaşma, dayanışma, kardeşinin derdiyle dertlenme duygularının ölmediğini gösterme bakımından fevkalade öğretici olmuştur. Herkes gücünün yettiğini yapmaya koyulmakta, depremzedelere karınca kararınca bir hayır dokundurma yarışı içine girilmektedir. Arama-kurtarma ekiplerinin, her bir canı enkaz altından çıkardıklarında duydukları, göz yaşlarının da şahitlik ettiği sevinç hepimizi ağlatmıştır. Allah böylece içimizdeki isyankâr ve inkârcı duyguları aciz bırakmış, bizi yaptıklarımızdan, yapmamız gerekip de yapmadıklarımızdan ötürü utandırmış, O’nun iradesinin tek geçerli irade olduğunu bir kere daha göstermiştir.
Arama-kurtarma ekipleri, birer kum yığını haline gelen gösterişli apartmanların enkazları içine doğru “sesimi duyan var mı?!” diye seslendiklerinde tüylerimiz diken diken oldu. Bu, Allah’ın, “bugün mülk kimindir?” diye soracağı ve “her şeye galebe çalan bir tek Allah’ındır!” cevabından başka hiçbir sesin duyulmayacağı günü hatırlattı. Kurtarma ekibinin sesini duyanlar oldu ama duymayanlar da oldu. Çünkü onlar ebedi aleme çoktan irtihal etmişlerdi. Düşündüm de, işte bütün nebîlerin de davası bu değil miydi: “Sesimi duyan var mı?!” Nebîlere, senin sesini duymak istemiyoruz mealinde cevap vermişlerdi kavimleri. Acaba insanlık deprem günlerine has bu seslenişi bundan sonraki hayatında Allah’ın çağrısı olarak da algılar mı? Acaba Allah’ın çağrısını bugüne kadar ‘duymamış’, duymazdan gelmiş, kulaklarını tıkamış insanlar eteklerindeki yığınlarca bahaneleri dökerek, aynen enkazdan kurtarılan bir çocuğun yanı başında dökülen gözyaşı misali, ağlayarak Rabbine dönme arzusu duyarlar mı?
Tabi ki bu umut da kendiliğinden gerçeğe dönüşmeyecektir, bunun için bir çaba gerekmektedir. Son Rasûlün (sav) miras bıraktığı Kitabın, depremin verdiği ders eşliğinde bütün insanlara iletilmesi gerekmektedir. Kitapla tanıştırılmamış insanların deprem günlerindeki hissiyatları ne kadar gerçekçi olabilir ki? Depremden sağ kurtulan ya da depremi hiç hissetmemiş, arama-kurtarmaya katılmış ya da katılmamış, deprem bölgesine gitmiş ya da gitmemiş, kısacası hiçbirimiz müstesna olmamak üzere insanlığın bütününün Allah’ın “sesimi duyan var mı?” çağrısını duymaya ihtiyacı vardır. Ya Rabbi! Çağrını işittik ve itaat ettik demeye ihtiyacımız vardır. Kur’an’ın çağrısını işitmeden ve Allah’a itaat etmeden geçirilen ömür/ler boştur, beyhudedir, kazanan değil, kaybeden, iflas eden bir ömürdür o.
Allah’a iman ve itaat ettiğimizde gerçek mucizeyi tanıyacağız, mucizelerden gerçekten haz alacağız, Allah’ın rahmetini doya doya idrak edeceğiz. Göreceğiz ki bizim, Allah’ın rahmetinden başka bir sığınağımız yoktur.
Bu büyük depremden çok renkli gerçek hayat hikayeleri çıktı. Bunlar büyük bir edebiyat da oluşturacaklardır. Son olarak değinmek isterim ki, depremde vefat eden mümin kardeşlerimize Allah’tan rahmet ve mağfiret, yakınlarına da büyük sabırlar diliyorum. Biz müminler biliyoruz ki, ölümün zamanını, mekanını, nasıllığını vb. tayin eden Allah’tır. Ölümün kendisi değişmeyendir. Yine bizim inancımıza göre müminlerin dâr-ı bekâda mekanları cennet olduğu için, büyük hüzünlere gark olmak yerine, Allah’ın cennet vaadiyle sevinmeleri gerekir. Ölenlerimiz cennete uyumuşlardır. Hepimiz Allah’a aitiz ve bir şekilde O’na döneceğiz.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *