Sözü Dümdük Söyleyen Karayağız Yiğit

Sözü Dümdük Söyleyen Karayağız Yiğit

Aşağıda okuyacağınız yazı “kedinin kaçışı samanlığa kadardır” kabilinden daracık bir dünyada (içeride) yaşayan ve kendisine biçilen cezayı çekerken ziyaretine gelen merhum Ercümend Özkan’la ilgili bir anı yazıdır.

Merhumun 28. vefat yıldönümü nedeniyle aziz İslam’ın tevhid anlayışını yerli yerince tanımada kendine çok şey borçlu olduğum bu Ağabey’e Rabbimden rahmet dilerken iki günlük dünyada sabiteleri sağlam olan ve dolayısıyla kaygan zeminlere girmemiş tüm dostlarına “duruşunuz ahiretinize zahire olur inşaalah” diyerek selamlar ediyorum.

13 Mayıs 1990

Pazar. Bugün tüm dünyada anneler günü kutlanıyor. Eli öpülesi annelerin senede sadece bir gün hatırlanmasını oldum olası yadırgamışımdır… Burayı geçelim; bu ve benzeri özel günlerde ülkedeki bütün cezaevlerinde açık görüşme yapılır. Gün dolayısıyla açık görüşme yapılacağını duyan Mardinli arkadaşlar bugün de bizi yalnız bırakmadılar. Cemil Çaktır abi bazı müslümanları da yanına katarak ziyaretime geldi ve Diyarbakır’da katıldığı bir panel dolayısıyla bölgemizde bulunan İktibas Dergisi’nin sahibi Ercümend Bey’in (Özkan) birkaç arkadaşla birlikte birazdan cezaevine uğrayacağı haberini verdi. Arkadaşlara hemen haber salarak kilim, şilte ve yastıkları birlikte dışarıya taşıdıktan sonra Ercümend Bey’i beklemeye başladık. Bu arada meydancımızı da, gelecek olan misafirlerimize gerekli ikramları ihmal etmemesi hususunda sıkı sıkıya tembihledim. Kısacası görüşmemizin sükûneti bozulmasın diye gerekli bütün tedbirleri aldık. Biz Cemil Hoca ve diğer arkadaşlarla Ercümend Bey ve düşüncesi hakkında konuşurken yanımıza gelen biri “Galiba yabancı misafirleriniz geliyor” dedi. Hemen kalkıp nizamiye kapısına doğru ilerledim. Gösterişli kravatı, şık takım elbisesi ve üzerinde İktibas logosunun bulunduğu çantasıyla yürüyen Ercümend Bey’e yaklaşıp ben “Osman Dindarzade” diyerek kendimi tanıttım. Tebessüm ederek “Ha! Şu uzun mektupları yazan kişi” dedi. Evet, anlamında başımı salladım. Kucaklaştık. Vaktinin her dakikasını değerlendirmeyi prensip edindiğini duymuştum. Ancak doğrusu bu kadarını da beklemiyordum. Mesela ayakta hal hatır sorma faslı biter bitmez “Sorularını beğendim. Dergide onlara verdiğim cevabı ileride basmayı düşündüğüm kitabıma da alacağım” dedi. İltifatına teşekkür ettim. Benden zaman kaybetmeden oturacağımız yere geçmemizi istedi. Oraya doğru ilerlerken yanında bulunan arkadaşlarını bu arada bana tanıttı. Ben “abi sağınızda duran arkadaşın dışında sizinle gelenlerin hepsini tanıyorum” dedim. O da “Bu da benim çok değerli arkadaşım Celal Sancar Bey” dedi. Bu ayaküstü tanışma bittiği gibi cezaevi ile alakalı bir hatırasını anlattı hemen. “Biz de buralarda birkaç yıl yattık. Hiç unutmam ada cezaevinde iken (aklımda Gökçeada Tarım Açık Cezaevi’nde kaldığına dair bir bilgi var) gardiyanın biri bana kafayı takmıştı. Ona benimle uğraşmamasını söyledim. Aldırmadı. Yine bir gün bana rahatsızlık vermeye başlayınca bütün sertliğimi takınarak ‘Bana bak lan hırbo! Sana kaç defadır söylüyorum bana ilişme diye’ dedim. O da ‘İlişirsem ne olacak?’ deyince ‘Ulan hırbo! Gör bak birazdan neler olacak’ deyip onu belimdeki yük dolu çuvalla duvarın arasına sıkıştırıverdim. Nefessiz kalıncaya dek onu öylece tuttum. Az kalsın ölüyordu. Arkadaşları gelip onu elimden zar-zor aldılar. O günden sonra bir daha bana yaklaşamaz oldu. Ama ceza olarak bu olaydan sonra bana hamallık görevi verdiler. Yani anlayacağın hamallıktan tahliye olmuş birisiyim ben. Şimdi onların hepsi mazide kaldı. Sizler de zaman gelecek buralardan kurtulacaksınız. Cezaevinde yattığınızı bile emin olun ki unutacaksınız.” 

Ercümend Bey’in gerek bu anısı ve gerekse sohbetimiz esnasında kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplar hem hepimizi aydınlattı hem de bazı şeyleri yeniden düşünmeme yol açtı. Mesela onu nizamiyeden alıp oturacağımız yere götürürken “Abi sizi iyi gördüm. Sağlığınız nasıl?” diye sordum. “İyiyim iyiyim. Enerji doluyum. Bizi çarpan şeyhin aküsü fazla kuvvetli olmayınca bir şey olmadı bize” deyince epeyce güldüm. Ona “Sizi çarptığını söyleyen bu sapıtmış şeyh kim?” dedim. “Hangisi sapıtmamış ki Osman?” diyerek bir süre önce geçirmiş olduğu kalp krizini ima etmişti. Doktorlar dinlenmesini önerdiği için uzun bir dönem dergi çıkmamıştı. Kendisine “Ağabey yine onlarla uğraşacak mısınız?” dedim. “Her zaman uğraşacağım. Arı duru İslam’ı insanlara anlatmak bizim görevimiz” demesi, kaldığı yerden mücadeleye devam edeceğinin işaretiydi. Gerçi ben onun tasavvuf şeyhlerinin tamamı için kullandığı “Sahte ilahlar” suçlamasını doğru bulmuyorum. Gerek bölgemizde gerekse bu ülke toprakları içerisinde nice mutasavvıflar var ki onlara sahte ilahlar demek bence insaf sınırlarını biraz zorlamak olur. 

Arkadaşların oturduğu yere vardığımızda ilk işi sigara yakmak oldu. Kalp krizi geçirmiş bir insanın tekrar sigara içmesi doğru bir şey değildi ama ben bu yanlışa takılmaktan ziyade sigara içme şeklinden gözlerimi ayıramadım. Sigara içen birisi olarak onun gibi sigara içen birine ilk defa rastlıyordum. Sigara dumanını çekmekten ziyade onu ağzında adeta refüze edercesine hırpalaması sadece benim değil arkadaşların da dikkatinden kaçmadı. Zavallı sigara dile gelseydi “Yeter be! Daha ne kadar beni çiğneyeceksin?” derdi. Yaklaşık üç saat süren görüşmemizde önündeki kül tablası izmaritlerle doldu taştı. Can alıcı sorular esnasında sigaraya daha çok yüklendiğini gördüm. Bıkkınlık duymadan hepimizin sorularına tek tek cevap verdi. “Sakal, sarık vb. şeyler sünnet mi değil mi” konusu tartışılırken arkadaşlarımızdan birisinin sıcaktan korunmak için başını mendiliyle örttüğünü görmesiyle beraber o taşı gediğine koydu. “İşte, bu iklimin sünnetidir!” Bu tespitine gülmeyenimiz kalmadı. Kadınların başörtüsüne neden bu kadar karşı çıkıldığını da sorduk ona. “Birileri kendi kuyusunu kazıyor. Üstümüze ne kadar gelirlerse biz o kadar güç bulacağız” şeklindeki tespiti hepimiz için iyi bir moral kaynağı oldu. Bir arkadaşımız da onun bu tespitini teyit kapsamında Abdurrahman Dilipak’ın “Üstümüze üstümüze gelirlerse dikey, görmezlikten gelirlerse yatay olarak gelişeceğiz. Yani bizden kurtuluşları yok” sözünü hatırlatınca nedense o “Hüner, rahat ve geniş zamanlarda değil, zemheri soğuklarında konuşmak ve yaşamaktır” dedi. İran İslam İnkılâbı ile ilgili görüşünü soran bir başka arkadaşımıza ise “İnkılâp coğrafyasındaki mevcut yöneticiler at gözlüğü takmışlar. Gerçekleri göremeyecek kadar kendilerini köreltmişler ve ne yazık ki bu gerçeği hâlâ da göremiyorlar. Bu dediklerimi bir suçlama olarak sakın almayın. Yurtdışı yasağım olmasına rağmen toplam beş defa İran’a gidip gelmiş birisiyim ben. Eğer İran’ı yönetenler bu tutumlarından vazgeçmezlerse korkarım ki müslümanları kendilerine küstürecekler” cevabı aramızda İnkılâba toz kondurmayanları rahatsız etti ama bu meseleyi sağlıklı değerlendirmenin de bence önünü açtı. Ben Ercümend Bey’i etrafındaki insanların kendisine olan sevgisini kaybetme pahasına doğru bildiklerini çekinmeden söyleyen biri olması yönüyle hep takdir etmişimdir. 

Ercümend Bey’i yakından tanıdığını iddia edenler onun hadis münkiri olduğunu iddia ediyorlar. Hatta bazılarından “O, sadece 17 tane hadisi hadis olarak kabul eder” sözünü duymuşum. Bugün bu iddiaların hiçbirinin doğru olmadığını gördüm. Çünkü bize hapishane yaşantısından anekdotlar anlatırken birkaç hadis söyledi ve “Geçenlerde şöyle bir hadise rastladım” demesi hiçbirimizin dikkatinden kaçmadı. “O sadece 17 tane hadisi kabul ediyor” diyenlerin iddiası böylece iftiradan başka bir şey olamazdı. Çünkü “Geçenlerde bir hadise rastladım” derken herhalde çok yakın bir tarihi işaret ediyor olmalıydı. Bu durumda kabul ettiği hadis sayısı 18’e yükselmiş oluyordu ki iddia böylece temelsiz kalıyordu. Ben bazı müslümanların neden her şeyi ile kendisini İslami mücadeleye adamış böylesi mert insanlarda kusur aramaya kalkıştığını anlayabilmiş değilim. Kendisi hakkında uydurulan yalanlara ve iftiralara maruz kaldığını yazdığı yazılarda pekâlâ görebiliyorsunuz.

Mardinli bir arkadaşımızın “Abi üslubunuz biraz sert değil mi? Üslubunuzdan ötürü yıllardır derginizi takip edenler bile bundan rahatsızlık duyuyor. Bütün bunlar eminim sizin de kulağınıza kadar geliyordur. Bunun için ne dersiniz?” şeklindeki soru aslında tam da benim sormak istediğim soruydu. Ercümend abi bu soruya “Evet, üslubumun sert olduğunu ben de kabul ediyorum. Hatta muhataplarıma karşı bu üslup sertliğimden ötürü çok eleştiri de alıyorum. Ancak benim bu sertliğimin nedeni doğruları biraz da şok etkisi yapacak biçimde söylememden ileri geliyor. Sizler benim bildiklerimi bilseydiniz bu üslubu az bile bulurdunuz” diyerek cevap verdi.

Tam üç saat süren görüşmemizde hepimiz sormak istediğimiz her soruyu sorduk ona. Onun sorularımızın tamamına lafı eveleyip gevelemeden cevap vermesi sadece benim değil herkesin takdirini kazandı. 

Ercümend abinin görüşlerine katılırsınız veya katılmazsınız ancak onun kişiliği ile çok uyumlu olan her şeyi açık seçik konuşması bana kalırsa dinleyici üzerinde ciddi bir tesir meydana getiriyor. Sohbetimiz biterken karşılıklı olarak yekdiğerimize dua ettik. Onu ve ziyarete gelen diğer arkadaşları nizamiye kapısına kadar uğurladıktan sonra doyurucu bir sohbetin hazzına varmış olmanın mutluluğunu gün boyu yaşadım. Zaten bir mahpusun en çok ihtiyacını duyduğu şey mutlu ve huzurlu anlar yaşaması değil midir?

Osman Dindarzade

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *