Diyarbakır 5 No.lu Cehennemi

Diyarbakır 5 No.lu Cehennemi

İnsanlığın yüz karası olan işkencenin günün birinde tüm yeryüzünden kalkması temennisiyle Nezir’e ve bu cezaevinde yatmış olan diğer mağdurlara bir saygı buketi olarak bu satırları kaleme alıyorum…

Osman Dindarzade

“Eski hatıralarımız, yeni umutlarımız olmalıdır.”
A. Houssaye

27 Mayıs 1988

Nezir’i tahliye ettiler bugün. “Geç buldum çabuk kaybettim” türünden bir şey oldu Nezir’le olan arkadaşlığımız. Hiç beklemediği bu tahliye onun kadar bizleri de çok sevindirdi. Sevdiğim kişilerin tahliyeleri genelde beni üzer ama Nezir’in tahliyesine herkesten çok ben sevindim. Çünkü Nezir, Diyarbakır 5 No.lu Cezaevi’nin bir mağduruydu. Bundan sonraki yaşamında yüzü hep gülsün diye arkasından bolca dua ettim ona. Beraber kaldığımız süre zarfında bu cezaevinde yaşadıklarını bana bütün detaylarıyla anlatmıştı. Ona “Sen tahliye olduktan sonra bunları hatıratıma yazacağım” diye söz vermiştim. Orada yaşadıklarını anlatırken bile yüz ifadesi değişen Nezir’in yaşadıklarını yazabilecek miyim; bundan pek emin değilim. İnsanlığın yüz karası olan işkencenin günün birinde tüm yeryüzünden kalkması temennisiyle Nezir’e ve bu cezaevinde yatmış olan diğer mağdurlara bir saygı buketi olarak bu satırları kaleme alıyorum. 

“12 Eylül darbesinden yedi ay önce tevkif edildim. Seyrantepe semtinde yapımı biten E Tipi Kapalı Cezaevi’ne mahkûm nakli başlayınca bizleri buraya aldılar.12 Eylül darbesine kadar bu cezaevinde gayet rahattık. Ve siyasi mahpuslar olarak cezaevini istediğimiz gibi çekip çeviriyorduk. Bu durum 12 Eylül günü askerin idareye el koyduğu güne kadar devam etti. Kısa bir zamanda o rahat günlerin yerine kâbus gibi günler gelip çattı. Önce bir subay bütün koğuşları dolaşarak ‘uymanız gereken bir takım kurallar koyacağız’ dedi. Bizleri ‘kurallara uyacak olanlar ve uymayacak olanlar’ diye ikiye ayırdılar. Kurallara uymayanları aramızdan alıp götürdüler. Önce işkencenin her türlüsünü bunların üzerinde denediler. Bir süre sonra da bu ayırıma son verip herkese aynı işkenceleri yapmaya başladılar. Her gün falakadan geçmek artık adetten sayılır oldu. Tokatlanma ise en saygın işkencelerden biri olup çıktı. Yeni tevkif olanların çırılçıplak soyularak vücutlarıyla yeri paspaslattıklarını duyduk. Bu işkenceyi yaşayanlar paspas esnasında vücudun neresine denk gelirse gelsin coplandıklarını anlatıyorlardı. Keza kıçta sigara izmariti söndürülmesinin ve makata cop sokulmasının, insanın kendi kendine olan saygısını yitirdiğini ağlayarak anlatıyorlardı bize.

Her koğuşun bir asker gardiyanı vardı. Ben onların bildiğimiz normal askerler olduğuna asla inanmadım. Çünkü yirmi yaşındaki bir genç bu işkence çeşitlerini asla akıl edemezdi. Onlar bana kalırsa özel yetiştirilmiş, işkence tezgâhlarında özenle dokunmuş kişiler olmalıydılar. İşte bu gardiyanlar her Allah’ın günü kendi koğuşunu dayaktan geçirme talimatı almışlardı. Aralarında dayakla yetinmeyenler de vardı. Bunlar sabah sayımını bitirdikten hemen sonra birkaç askeri yanına almış olarak tekrar koğuşa gelirdi. Askeri bir komutla ‘altı kişi öne çıksın’ der demez iki adım öne çıkan bu altı kişiye tekme-tokat ve copla giriştikten sonra kendilerini ikinci altı kişilik gruba hazırlardı. Ben önceleri hep gerilerde dururdum. Bir süre sonra bunun doğru olmadığını anladım. Çünkü arkadaşlarıma yapılan işkenceyi görünce tir tir titriyordum. Kendi kendime bir karar aldım. Bundan sonra ‘altı kişi öne çıksın’ dediklerinde herkesten önce ben fırlayacaktım. Nitekim öyle yaptım. Bana yapılan işkenceden sonra kendimi kaybettiğim için kime ne yapıldığını göremiyordum. Bu yüzden rahat sayılırdım. Bu durum günlerce böyle devam etti. Günün birinde yine ‘altı kişi…’ dediklerinde ben her zamanki çeviklikle en öndeki yerimi aldım. Meğer koğuş gardiyanımız benim her defasında arkadaşlarımdan önce öne çıktığımı fark etmiş olmalı ki yanıma yaklaşarak göğsümün üzerine şiddetli bir tekme indirdi. Tekmenin şiddetinden uzun bir süre nefessiz kaldım. Kendime geldiğimde ‘Seni gidi o… çocuğu seni. Dayağını yedikten sonra bir tarafta uzanıp rahatlamaya alışmışsın değil mi? Bundan böyle sen en sona kalacaksın’ dedi. O günden sonra beni hep en sona bıraktılar. Gönüllü işkence görme hakkım(!) bile böylece elimden alınmış oldu.

Ziyaretimize gelen yakınlarımızla olan görüşmelerimiz sadece bir-iki dakikaydı. Asker yürüyüşü ile görüşme yerine gider yine asker yürüyüşüyle koğuşumuza geri getirilirdik. Ben bu kurala titizlikle uyardım. Çünkü bir de bunun için dayak yemek istemezdim. Yakınlarımızla olan görüşmelerimizde bir ayağı ayağımızın üzerinde olan asker sözüm ona yanlış bir şey söylemek istediğimizde bizi derhal ikaz ederdi. Bir gün görüşme yerine giderken bana refakat eden askerin biri adımlarımı sertçe yere vuramamakla suçladı beni. Salondaki gardiyanlara seslenerek “Bu bize kafa tutuyor” dedi. Leş kargaları gibi bir anda başıma üşüşen askerler beni derhal yere yıkarak ayaklarının altında çiğnediler, çiğnediler, çiğnediler… Sonra da kuyruğundan tutulan bir fare leşi gibi beni yerden sürükleyerek o herkesin mutlaka birkaç defa içine konulduğu fosseptik çukuruna getirip attılar. O pis suyun içerisinde saatlerce kaldım. Koğuşa getirilirken bayıldığım için bana başka neler yaptılar onları bilmiyorum. Koğuş arkadaşlarım beni öldü bilmişler. Sabah sayımında ‘ölen var mı?’ diye soran gardiyana benim adımı vermişler. Battaniye içine konularak cezaevi doktoruna götürülmüşüm. Doktor yaşadığımı söyleyince beni tekrar koğuşa geri getirmişler. Tam dört gün baygın yatmışım. Beşinci günün sabahında kendime geldim. Koğuş sorumlumuz kendime geldiğimi gardiyanı- mıza haber verince gardiyanımız yanıma geldi. Benden ayağa kalkmamı istedi. Benim değil ayağa kalkmak, parmaklarımı bile oynatacak mecalim yoktu. Fakat o durmadan ‘kalkıp, spor yapacaksın’ diyordu. Tepki vermediğimi görünce bana tekme tokat girişiverdi. Tabii ben tekrar bayıldım. Daha önce gardiyana ‘Nezir ayıldı’ diye haber veren koğuş sorumlumuz bu defa her şeyi göze alarak yeniden ayıldığımda gardiyanımıza haber vermekten vazgeçti. Arkadaşlarımdan, koğuş sorumlumuzun bana reva görülen bu son işkenceden ötürü hüngür hüngür ağladığını söylediklerinde çok duygulanmıştım.

Bir gün yine koğuş arkadaşlarımdan biriyle ziyaret yerine gidiyordum. Bu arkadaşım hiç Türkçe bilmemenin cezasını sistematik işkence görerek yaşıyordu. İşkenceler onun vücut direncini tamamen kırınca koluna girerek görüş yerine götürüp getirme görevi bana verildi. Görüşme kabininde sadece annesinin yüzüne bakmaktan başka bir şey yapmaması beni kahrediyordu. Annesinin yaptığı şey de bundan farklı değildi. Çünkü annesi hiç Türkçe bilmiyordu. Annesi bir kelime Kürtçe konuşsa sonradan çocuğunun başına nelerin geleceğini bildiği için sessiz kalıyordu. Anne gözlerinden akan yaşı silerken onun böyle bir hakkı da yoktu. Çünkü görüşme yerinde ağlamak ve esas duruşta bulunuyor olmak görüşebilmenin şartlarındandı. Anne ölmek üzere olan çocuğunu belki de son kez görüyordu. Çünkü bu arkadaşımıza işkencelerin en iğrenç olanları uygulanmıştı. Makatına cop ve şişe sokulduğu için kendinden utanıyordu. Bu yüzden de kendisini ölümün kucağına bırakmıştı. (Nezir bu kısmı anlatırken dudakları titredi, gözleri doldu. Bir ara ‘anlatmayı acaba sonlandıracak mı?’ diye düşündüm. Ama ‘bunların bilinmesi lazım’ dercesine kendisini toparladıktan sonra kaldığı yerden anlatmaya devam etti) Bu arkadaşımız maalesef hepimizin gözleri önünde çırpına çırpına can verdi. Ve bizler hiçbir şey yapamamanın acizliği ile o gün kahrolduk… Ben görmedim ama arkadaşlarım bir defasında bana şunu anlatmışlardı. Askerler bir başka koğuşta avluya çıkardıkları mahpuslardan iki kişiye birbirlerine livata yapmalarını istemişler. Onlar buna yanaşmayınca ikisini de vura vura öldürmüşler. Cezaevi doktoru burada ölen herkes gibi onlara da ‘normal ölüm’ raporu tutmuş. Burada yatan herkesin hiç unutamayacağı bir sahnesi mutlaka vardır. Benim unutamayacağım sahne ise bu arkadaşımın gözümün önünde çırpınarak ruhunu teslim etmesidir. 

Altı ayda bir çıktığımız duruşmalarda mahkeme salonuna alınıncaya kadar geçen sürede esas duruşta beklemek de işkencelerin en kötüsüydü. Bu süre zarfında bizler tuvalete götürülmezdik. Bunu bildiğimiz için bir gün öncesinden yemeği içmeği keserdik. Duruşmalara gidip gelirken çırılçıplak soyulmak artık alışageldiğimiz bir şeydi. Keza duruşma öncesinde bize vurdukları tekme ve tokatları işkenceden saymazdık. Bize en zor gelen şey mahkeme salonuna alınmadan önce savunma yapmamamız hususunda sıkı sıkıya tembihlenmemizdi. Her şeyi göze alarak savunma yapanlar cezaevi dönüşü öldürülmekten beter edilirdi. Müvekkilinin savunmasını yaptığı için tevkif edilen avukatın cezaevinde kollarının kırıldığını o dönemde yatan herkes bilir.

Tahammülü çok zor olan işkencelerden biri de üç gün arayla arama yapılmasıydı. Kimsenin ağzını açamadığı, izinsiz oturamadığı, yanındaki ile konuşamadığı böyle bir hapishanede yasak olan bir şeyi saklamaya kim cesaret edebilirdi ki? Bu aramalarda askerler yatakları didik didik eder, kirli postallarıyla onları kasten çiğnerdi. Arama bitince de ‘Size şu kadar süre veriyoruz. Yataklarınızı tekrar eski haline getirin!’ talimatıyla bizler her şeyi bir tarafa bırakıp onları düzeltmeğe koyulurduk. Verilen bir emri yerine getirmemenin daha fazla işkence görme anlamına geldiğini hepimiz bilirdik çünkü.

Her gün marş ezberlemek okuması yazması olmayanlar için başlı başına bir eziyetti. İç güvenlik amiri olduğunu söyleyen kişi hoparlörden sadece bir defa marşın sözlerini okur ve sonra da ‘bunu iki saate kadar ezberleyeceksiniz’ diye anons ederdi. Anonsla birlikte herkesi harıl harıl marşları ezberleme çabası içinde görürdünüz. Gardiyanlar okur-yazar olmayanları veya Türkçe bilmeyenleri başkalarına zimmetler “ezberden sizler sorumlusunuz” diyerek aksi bir durumda zimmetlenen kişilerin cezalandırılacağı belirtilirdi. Bunlar bir taraftan marş ezberlerken diğer taraftan kendilerine zimmetlenen arkadaşlarına yardım ederdi. Çünkü arkadaşının marşı ezberleyememesi halinde cezalandırılacağını bilirdi. Yani taraflardan birisinin kusuru diğerinin de cezalandırılması demekti. Dolayısıyla okuma yazması olmayanlar ‘benim yüzümden arkadaşım ceza almasın’ diye insanüstü bir çaba gösterirdi. Ben, Atatürk’ün hitabelerini, sözlerini ve onlarca marşı o kadar iyi ezberlemişim ki şimdi istesem de artık onları unutamıyorum. 

Burada karavana bir kepçe pilav, ne olduğunu bilemediğimiz ucube bir sulu yemekten ibaretti. Hiç kimse verilen bu sulu yemeğe kaşık batırmaya yanaşmazdı. Çünkü ağzınıza alır almaz mideniz bulanırdı. Yaşadığınız insanlık dışı uygulamalardan ötürü ölmek, yaşıyor olmaktan daha iyi olduğu için ölümü tercih etmek isteyenlere izin verilmezdi. Ölmek gerçekten kurtuluştu. Ama bizim böyle bir hakkımız bile yoktu. Bu yüzden verilen karavanayı işkence zoruyla yemek zorunda kalırdık. Yememekte direnen olursa karavana beton zemine dökülür sonra da ona yalatılırdı. Bir fareye bile reva görülemeyecek şeyler ne yazık ki insana reva görülebiliyordu burada. Fareden söz etmişken fare ölüsünün tutuklulara yedirildiğine şahit olduğumu yeri gelmişken söyleyeyim. ‘Öldürseniz de fare yemeyeceğim’ diye direnenler bunun bedelini canlarıyla ödediler. Ben onlar kadar cesur olamadığım için kendimi asla affetmedim. Direnmenin en onurlu çözüm olduğunu neden sonra anladım ama artık iş işten geçmişti.

Kantine gelen sebze ve meyveyi bize zorla satmaları ve fakat onları yememize müsaade etmemeleri de onur kırıcı bir uygulamaydı. Kantinden kendimize bisküvi ve kek gibi şeyler alırdık. Ama gardiyanlar onu elimizden alarak kendileri yerdi. Parası gelenin kantinden alışveriş yapma gibi bir mecburiyeti vardı. Bir defasında gardiyanlardan biri ‘gel üzüm alacaksın’ dedi. O önde, ben arkada uygun adımlarla yürüyorum. Birdenbire ‘niye buralardasın lan’ dedi bana. Neye uğradığımı şaşırdım. ‘Komutanım siz bana gelin dediniz’ der demez aniden üzerime çullandı. Beni yere yıktıktan sonra vurdu vurdu vurdu… Canım çok yanmış olmalı ki farkında olmadan ona tekme savurmuşum. Birden deliye döndü. Bir ayağımdan tutarak beni arkasından sürükledi. Sonra da fosseptiğin önüne getirdi. Kapağı kaldırdığı gibi beni içine attı. Kafamı o pis sudan dışarı çıkardığımda her defasında copla kafama vurdu. Nefesim kesilinceye kadar kafamı bu b.klu suyun içinde tuttum. Saatlerce burada tutulmam aşağılıkça bir şeydi. O gün niye ölmedim; hâlâ bunun için üzülürüm. 

Ben yirmi bir ay süren tutukluluğum süresince bu cezaevinde anlatılan işkencelerin tamamına maruz kalmış birisiyim. Bayram günleri de dâhil işkence görmediğim tek bir günüm olmadı benim. Aslında ben diğer siyasi tutuklular gibi direnen biri de değildim. Ama gene de işkencenin her çeşidiyle muhatap oluyordum. İşkencelere dayanacak gücüm kalmayınca kararımı verdim. Ne pahasına olursa olsun duruşmaya çıkarıldığımda savunma yapacaktım. Daha önceki duruşmaların hiç birinde kimlik sorgulaması haricinde tek kelime konuşamamıştım. Duruşma günüm gelip çattı. Toplu bir halde gene itile kakıla mahkemeye çıkarıldık. Mahkeme başkanı kimlik tespitlerimizi bitirir bitirmez ben elimi kaldırdım. Konuşmama izin verince yüksek bir ses tonuyla “Efendim, ben yirmi bir aydır burada tutuluyorum. Niye tutuklu olduğumu bile bilmiyorum. Tahliyemi talep ediyorum” dedim. Bu çıkışım benim gibi niçin tutuklu olduğunu bilmeyen diğer arkadaşlarıma da cesaret verdi. Onlar da söz hakkı istedi. O gün duruşmada söz alanlar arasında sadece ben tahliye edildim. Duruşma bitip tekrar cezaevine götürülmek üzere rink arabasına binmek üzereyken askerin biri ‘konuşan sendin değil mi?’ dedi. Ben de ‘Evet, bendim. N’olacak?’ dedim. Birazdan görüşürüz dedikten sonra yine itile kakıla rinke bindirildim. Arabanın içine geçer geçmez vücudumda copların biri indi biri kalktı. Hırslarını dindiremeyince nereme denk gelirse gelsin bu defa beni tekmelemeğe başladılar. Yüzüm gözüm kan içinde kaldı. Cezaevine getirildiğimizde ben artık kıpırdayamıyordum. Kollarımdan sürükleyerek beni getirip müşahedeye attılar. Bu cezaevinde tahliyeye hak kazananlar nedense mahkeme dönüşü müşahedeye alınırdı. Bir müddet geçtikten sonra kaldığım hücrenin önünde onlarca askerin dikildiğini fark ettim. İçlerinden biri ezberlediğim marşları sırayla okumamı istedi. Sesim çıktığı kadarıyla onları tek tek okudum. Son marşta sesim tamamen kısılınca elinde sopa bulunan çam yarması gibi iri olanı bana doğru yaklaştı. Sopayı uzatarak üzerindeki yazıyı okumamı istedi. Üzerinde ‘Benden af dileme’ yazıyordu. Yazılanı okudum. Elimi açmamı ima etti. Açmamla beraber öyle bir şiddetle vurdu ki istem dışı ‘Off!’ diye bir çığlık attım. Bu defa sopanın alt kısmını bana gösterdi. ‘Of deme!’ yazısını görünce ses çıkarmanın aleyhimde olduğunu anlamam zor olmadı. Adam yoruluncaya kadar ellerime vurdu. En sonunda ise sopada yazılı olan üçüncü bir yazıyı gözüme soktu. ‘Afiyet olsun!’ Ele sopayla vurmak işkencelerin en onurlusu olduğu için onların çekip gitmesiyle beraber ben acıyı unuttum bile.

Aradan günler geçmesine rağmen salıverilmemem beni endişelendirmeğe başladı. Müşahedede geçen günlerim gündüzleri esas duruş halinde marşlar söyleyerek, geceleri ise eski püskü bir battaniyenin üzerinde esas duruşu andıran bir pozisyonda uzanarak geçiyordu. Tam on bir gün geçtikten sonra bir sabah vakti salıverildim. Nizamiye kapısı önünde günlerdir bekleyen annemle babam beni görür görmez düşüp bayıldılar. Beni almaya gelen diğer yakınlarımla birlikte ikisini hemen arabaya taşıdık. Bir an önce bu lanetli yerin önünden ayrılmak istiyordum çünkü. Mardin yoluna girdiğimizde bir yerde mola verdik. Burada annem ve babamın ayılmasını bekledik. Önce annem ayıldı. Bir deri bir kemik kalmış olan beni sevip okşadıktan sonra tekrar bayıldı. Gördüklerine inanamıyor olmalıydı. Annemi tekrar arabaya koyduk. Eve vardığımızda beni gören akrabalarım ‘Bu şimdi Nezir mi?’ deyip hıçkırıklara boğuldular. İçe çöken göz çukurlarım ve bir çam kozalağına dönmüş kafamla neye benzediğimi ben de bilmiyordum. Annem, midemin tekrar yemeklerle barışık hale gelmesi için günlerce bana ılık süt ve muhallebi türü şeyler yedirdi. Geceleri ise hep yanımda uyudu. Zira gördüğüm korkunç rüyalardan ötürü çığlık çığlığa uyandığımda hemen bana sarılıyordu. Yataktan fırladığım gibi esas duruşa geçerek marş okumaya başladığımı gördüğünde ise hüngür hüngür ağlıyordu. Tahliye olmasına olmuştum ama alt üst olmuş bir psikoloji ile yaşıyordum. Mesela bir asker gördüğümde fare gibi koşup eve saklanıyordum. Yaşadıklarımı bir türlü üzerimden atamamam herkesi kaygılandırıyordu. Sivil hayata yeniden uyum sağlayabilmem için herkesin canla başla gösterdiği çabalar sonunda geç de olsa toparlandım. Ama bütün çabalara rağmen aynalarla bir türlü barışamadım. Hâlâ da aynaya bakmaya korkarım. Onu da üzerimden atarsam daha iyi olacağım. Ha! Bir de atını veya eşeğini kırbaçlayan birini gördüğümde ‘niye vuruyorsun lan ona’ demesem iyi olacak. Çünkü günün birinde başımın bu yüzden belaya girmesinden korkuyorum.” 

Bu dehşetengiz anlatımların sonunda Nezir’e “Size bunları reva gören o yetkili kimdi?” diye sordum. Beklemediği bir soru olmalıydı bu. İçini çekti önce. Sonra da ellerini sıktı. Dişlerini gıcırdatarak “ESAT OKTAY YILDIRAN!” dedi.

22 Ekim 1988

Hey! Siz Diyarbakır 5 No.lu Cehennemde yatmış olanlar! Esat Oktay Yıldıran’ın öldürüldüğünü duydunuz değil mi?

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *