1980-2000 Arası İslamcı Dergilerde Devlet Tartışmaları

1980-2000 Arası İslamcı Dergilerde Devlet Tartışmaları

İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalında Ebru Karadeniz tarafından Yüksek Lisans Tezi olarak 2021 yılında sunulan tezde, “1980’den 2000’e Türkiye’de İslamcıların dergilerde tartıştığı devlet ve devlet algısı” konu alınıyor.

Bu kapsamda tezde, İslamcı dergilerde yayınlanan makalelerden hareketle Türkiye’deki İslamcıların devlet yaklaşımları ve devleti algılayış biçimleri inceleniyor.

Tezin sahibi Ebru Karadeniz, “Tezimizde, 1980-2000 yılları arasında İslamcı siyasal söylemin değişimi, bu değişimin dergilere yansıyan boyutları gözlenmiş ve İslamcı tahayyülün devlet algısı ortaya koyulmaya çalışılmıştır. 1980-2000 yılları arasında siyasal tavır ve üslûplarıyla öne çıkan İktibas, Girişim, Tevhid, Bilgi ve Hikmet, Değişim, Umran ve Haksöz dergileri araştırmamızda incelediğimiz dergilerdir.” ifadesini kullanıyor. 

Tezin tamamına internet üzerinden http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/ET002260.pdf adresinden ulaşmak mümkün.

Ebru Karadeniz’in tezin giriş bölümünde verdiği bilgiye göre, “Tezin I. bölümünde tezin amacı, kapsamı, yöntemi, konusu ve literatür taraması ile ilgili genel bilgilere yer verilmiştir. II. bölümde, Türkiye’de İslamcığın geçirdiği evreler ve tarihsel gelişimi incelenmiştir. III. bölümde ise İslamcılık literatüründeki belli başlı modern devlet ve İslami devlet tartışmaları irdelenmiştir. Tezin IV. bölümünde ise 1980-2000 arası yayımlanan belli başlı İslamcı dergiler incelenerek ‘İslam Devleti’ yaklaşımlarıyla ‘Modern Ulus-Devlet’ yaklaşımları değerlendirilmiştir. Sonuç olarak, Türkiye’de İslamcıların modern devlet ve İslam devleti algısının İslamcı dergilerde nasıl şekillendiği incelenmiş ve bu algının hangi kavramlar etrafında şekillendiği tartışılmıştır.”

Ekleriyle birlikte toplam 114 sayfadan müteşekkil oldukça özenli hazırlanmış tezin 64 ila 72. sayfaları arasında yer alan, İslam Devleti ile ilgili kısımdan bir bölümü dikkatlerinize sunuyoruz:

Çalışmamızın dördüncü bölümünde, İslamcı dergilerde ‘devlet’ üzerine yayımlanan metinler üzerinden devletin önemi tartışılacaktır. Dergilerde bir İslam devletinde bulunması gereken genel özelliklere dair metinlerle ulus-devlet değerlendirmeleriyle eleştirilerine de yer verildiği görülür. Bu nedenle çalışmamızın bu bölümünde, İslamcı dergilerdeki devlet söylemleri incelenirken ulus-devlet eleştirilerine de yer vereceğiz.

4. İslamcı Dergilerde İslam Devleti Algısı

İnsan, fıtratı gereği âdil bir yönetimle idare edilmek ister. Bu nedenle toplumların en önemli meselesi, toplumsal hukuku koruyacak âdil bir hükümetin varlığıdır (Avcı, 1991: 32). İslam, zamanı ve insanı vahye göre biçimlendirmek için özel hükümler, genel kurallar koyan düzen ve disiplin dinidir (Küçükağa, 1994: 33). İslam’ın ortaya koyduğu ilâhî yasa ve hükümlerle toplumun yönetilmesinden söz etmek imanın gereğidir (Çiçek, 1994: 48). İslamcılar, âdil hükümetin ancak Allah’ın yasalarıyla kurulup O’nun yasalarıyla hükmeden bir devlette var olacağı görüşündedir. Bu yaklaşım, ‘İslam devleti’ kavramını ortaya çıkarmıştır.

Halkın çoğunluğunun Müslümanların olduğu Türkiye’de de farklı İslamcı dergilerde pek çok yazarın İslam devleti konusunu ele aldığı görülür.

“Devletin varlığı, Allah’ın düzenini uygulamak içindir.” (İktibas, 1982c: 6). İktibas dergisinin kavramlar bölümündeki bu cümle, İslamcı dergilerin geneline hâkim olan devlet düşüncesini yansıttığı söylenebilir. Dergiler, bu düşünceyi farklı boyutlarıyla tekrar tekrar ele alır. İktibas dergisinde, 1984’te yayımlanan bir başka yazıda buna benzer ifadeler bulmak mümkündür. Örneğin; “İslam Devleti, hukukunun Allah’ın hükümlerinden teşekkül ettiği bir Hukuk Devleti idi.” (İktibas, 1984b: 6). Kelim Sıddıkî’nin İktibas’ta yayınlanan yazısında İslam devletinin önemi şöyle vurgulanır: “İslam devleti olmadıkça İslam eksiktir. Kur’an ve Peygamberin sünneti İslam’ın ruhu ise İslam devleti de bu ruhu bütünleyen vücuttur. İslam devleti, Müslüman’ın tabii mekânıdır” (Sıddıkî, 1987: 9). Bu ifadeye benzer yaklaşımları Değişim dergisinde de görmek mümkündür: “İslami devlet, İslami misyonu yüklenmiş. İslami yönetim ilkeleriyle yönetilen, toplumda İslam ahkâmını uygulayan, ümmetin taleplerine cevap veren bir teşkilattır” (Yücel, 1993: 71). İslami hükümlerin uygulandığı yönetim biçimlerini yani İslam Devleti’ni “hilafet sistemi” diye adlandıran Ahmed Ağırakça da benzer şekilde düşünür: Hilafet, “İslam’ın hükümlerini Allah’tan alan Hz. Peygamber’e vekâlet ederek dünya işlerini düzene sokup toplumu yönetmektir” (Ağırakça, 1994a: 23). Değişim’de yayınlanan bir başka yazıda Mehmet Dalkanat, İslam Devleti’nin sınırlarını belirlemeye çalışır: “Arz Allah’ındır. Sınırları bitişik olmasa da Allah’ın Hükmünün geçerli olduğu her mekân Müslümanların vatanıdır. Ve Müslümanların uzak ideali bütün bir yeryüzünde Allah’ın hükmünü hâkim kılmaktır.” (Dalkanat, 1996b: 31). Raşid Gannuşi de Umran dergisinde devleti, “toplumun temel unsurlarından biri” olarak gördüğünü ifade eder (Gannuşi, 1998: 27).

Dergilerde yayınlanan yazılara bakıldığında İslamcı yazarların İslam devletini, Müslüman toplumların vazgeçemeyeceği, uğrunda mücadele edeceği bir vatan, siyaset, iyi toplumun oluşması için bir hayat nizamı olarak gördüğü söylenebilir. Çünkü İslami devlet, tevhid, adalet, istişare, ehliyet, liyakat, eşitlik gibi toplumu ve yönetimi temel İslami esaslara yönelten bir örgüt yapısıyla toplumun değişen, farklılaşan ve artan taleplerine cevap veren “tek devlet” örneğidir (Yücel, 1993: 72).

Devletin siyasal güç olabilmesi için halka dayanıp halkının gücüyle ayakta durabilen bir organizasyon olması gerekir. Bu tanımından yola çıkan İktibas, Müslümanların çok önem verdiği İslam Devleti’ni şöyle tanımlar:

“İslam devleti, İslam inancını temel almış, İslami düzenin uygulanması için mutabık kalmış insanların, bu kararlarını aralarından seçtikleri birine ‘biat’ ederek belirtmiş, kendilerine ait toprakları üzerinde birlikte yaşayan insanların gücüne ve Allah’a dayanarak ayakta durmaya kararlı, diğer devletlerle ilişkilerinde ‘ilâyı kelimetullah’ı kabullenmiş siyasî organizasyona denilmektedir” (İktibas, 1993: 12).

Aynı zamanda İktibas’ta, hükmün Allah’a ait olduğu, İslam devletinin nasıl olması gerektiğine dair de bir açıklama yapılır:

“Bir Devletin İslam Devleti olması o devletin ancak toprakları içinde uygulanan kanunlarının tümünün Kur’an ve Sünnet’in esaslarından çıkarılan hükümlerden oluşmasını, diğer devletlerle yürüttüğü ilişkilerin İslam’ın esasına göre yürütülmesi ve o ülkedeki iktidarın yalnızca Allah’a ve o ülkede yaşayan Müslüman halka dayanmasını gerektirir.” (İktibas, 1990a: 10)

İktibas dergisindeki kavramlar köşesinde İslam devletinin sınırları ve amacı da belirlenir. Dergiye göre devlet düzeni, insanların kötülükten uzaklaştırılıp iyiliğe yöneltilmesi için gerekli otoritedir. Bu nedenle “devlet, kendisine duyulan gerek kadar var olmalı, bu gereği aşmamasına dikkat edilmelidir” (İktibas, 1982c: 6).

Kur’an’ın öngördüğü devlet, toplumda “adaleti sağlayacak” bir otoritedir (Eliaçık, 1998: 20). Bu âdil otorite de İslami devletin özelliklerinin belirlenmesini sağlar. Ensari Yücel, İslami devletin bir dizi özelliğini şöyle sıralar: İslami devlette din, mal, akıl, nesil ve nefis gibi insanların doğuştan sahip olduğu temel haklar, teminat altına alınmıştır. İslami devlette dil, ırk, kabile farkı gözetilmez. İslami devlette, halkın ve yöneticilerin iradelerinin üstünde Allah’ın ve Resulünün iradesi vardır. İslami devlet, İslam kanunlarını uygulamak, toplumda adaleti gerçekleştirmek için vardır. İslami devlette aşırı fakirliğe ve aşırı zenginliğe fırsat verilmez. Toplumun iyiliğini gözetmekle görevli devlet, adaletli gelir dağılımını sağlamalıdır (Yücel, 1993: 71).

Devlet, Allah ve topluma karşı sorumludur. Gerekli hizmetleri halka götürmesi, toplum düzenini koruması, akıl sahipleriyle meşveret etmesi yani danışması gerekir (Asefi, 1990: 61). Devletin sorumluluklarının yanı sıra halkın görevleri de vardır. Halkın görevleri, “meşveret görüşlerinde sadakat, yürütmede işbirliği, kanunlara saygı, hükumet işlerini denetleme ve iyiliği emredip kötülükten men etmektir” (Asefi, 1990: 61). İslami devlet, okumuş, aydın, meselelere duyarlı, yönetime katılan bir toplum hedefler (Yücel, 1993: 71).

İslamcı dergilerde Müslümanların ‘İslam Devleti’ni kurmalarının bir zorunluluk ve bir görev olduğunu ileri süren yazılara rastlamak da mümkündür. Devleti, insana dayanan bir paradigma gibi gören İktibas, insanın devletle dini belirlediği görüşünden yola çıkar (İktibas, 1993: 12, 14):

“Bir ülkede yaşayan insanların çoğunluğu Müslüman olmasına rağmen kurdukları ve yaşadıkları devlet İslam devleti değilse bu insanların Müslümanım demelerinin bir anlamı kalmamaktadır” (İktibas, 1993: 13).

Muhammet Asefi, Tevhid dergisinde, bir İslam devletinin kurulamamasından Müslümanları sorumlu tutar: “Bütün Müslümanların ittifakıyla, İslam hükumetinin kurulması gerekir. Eğer İslam için bir devlet kurulmaması ve hükümet için bir imam seçilmemesi halinde bütün Müslümanların sorumluluğu vardır” (Asefi, 1990: 63). Eğer bir İslam devleti kurulmuşsa bütün Müslümanların ona itaat ve yardımı vaciptir (Asefi, 1990: 65).

Kani Torun, İslamcıların İslami yönetim konusunda Batının modern ulus-devlet modelini esas alarak bu modeli “İslam devleti” diye adlandırdığını belirtir (Torun, 1995: 43). Modern ulus devleti esas almaları yüzünden totaliterdirler. İslamcıların, yönetimle ilgili temel İslami kavramları (biat, şura) modern içeriklerle doldurduğunu ileri süren Kani Torun’a göre İslamcılar, özde modernisttir. Batı’nın modernleştirmesine karşı, yönetimi İslamlaştırma görüşündedirler (Torun, 1995: 43).

İslamcı dergilerde İslami devletin nasıllığına ilişkin yazılar öne çıksa da İslam devletinin nasıl olamayacağına dair yazılanlar da yayımlanmıştır. Bu yazılarda İslam devletine “teokratik devlet” yakıştırması yapmanın yanlışlığı üzerinde durulur. Ruhban sınıfının bulunmadığı bir dinde, din adamlarının yönetimi olarak nitelenen teokrasi de mümkün değildir:

“Ruhban sınıfının bulunmadığı bir dinin ve bu dinin kurduğu düzenin kesinlikle ruhban sınıfınca yönetilmesi, yönlendirilmesi diye bir şey de bahis konusu değildir. Bu sebeple Peygamberin başkanlığında kurulan ilk İslam Devleti de ne teokratik bir devlet ne de laik bir devlettir. Zira teokratik devlet, Allah’ın adamı olanların yönettiği devlet demektir. İslam’da ise kimse Allah’ın adamı, yani Ruhban değildir. Bu itibarla da İslam bir teokrasi değildir.” İslam devletinde teokratik bir yapılanma olmayacağı için İslam devletinin laik bir devlet olması da söz konusu olamaz (Özkan, 1990: 12).

Teokratik yönetimi ifade ederken Ercümend Özkan’ın ruhban sınıfı diye adlandırdığı sınıfı Süleyman Ateş, din adamları sınıfı diye adlandırır. Teokratik devletle İslam devletinin bağdaştırılamayacağına değinen Ateş, Tanrı’nın otoritesine dayanan teokrasiyi -Tanrı’nın otoritesini din adamları temsil ettiği için- “din adamlarının yönetim sistemi” diye adlandırır. “Kur’an’da din adamı olmadığı için” teokrasi “Kur’an’a uymaz” ve “Kur’an’a göre hiç kimse Allah adına yasa koyamaz” (Ateş,1997: 34).

Hüseyin Hatemi’ye göre de hukuk devletiyle teokrasi bağdaşmayacağı ve İslam, bir hukuk devleti önerdiği için İslam’da teokrasi olmaz. “Teokrasi, ruhanîliği bir meslek sınıfı kabul edip o meslekten olanları yönetimde hâkim kılmak demektir. Ama İslam, ruhanî bir yönetim kabul etmez” (Hatemi, 1997: 24). Hatemi, buradan bir sonuca varır: “İslam’da ruhani sınıf olmayınca laiklik de tecelli edemez.” (Hatemi, 1997: 24)

Kur’ân’a aykırı, herhangi bir şeyin meşru kabul edilmesi bir sapmadır. İslami bir devlette kişiyi ve toplumu yönetip biçimlendiren esaslar mutlaka Kur’ân ilkeleri temelinde olur; sonuçları da bu ilkelere uygun olmalıdır (İktibas, 1991: 10). Meşru devletin şeriata dayanması gerektiğini vurgulayan İktibas, hukuk devletinin kesinlikle bir İslami devlet olmayacağını savunsa da bu noktaya bir şerh koyar. Dergiye göre İslam Devleti, hakkın ifadesi olan bir hukuk devleti olduğu için Allah’ın belirlediği hususları kanunlaştıran bir devlete itaat edilebilir (İktibas, 1991: 10). Hatemi’ye göre hukuk devleti, İslam devleti ibaresini taşımasa da gerçekten hukuk devletiyse Allah’ın koyduğu adalet ölçüsünü yeryüzünde gerçekleştiriyorsa, ilâhî ahlakın temel kavramına dayanıyor demektir. Hukuk devleti adalet devleti olabilmişse inançsal olarak İslam’dan uzak olsa dahi, tabii hukuk olarak, İslam’a yaklaşmıştır (Hatemi, 1997: 23). 

4.1. Temel Kavramlar

İslamcı dergilerin yaklaşımları göz önüne alındığında devlet algısının, Müslümanların inancının gereği, Allah’ın emirlerini ve adaleti, Kur’an’daki ayetlerden hareketle yeryüzüne hâkim kılmak yönünde temayüz ettiği anlaşılır. Dergilerde ‘İslam Devleti’nin: adalet devleti, hilafet sistemi, İslam devleti, hukuk devleti biçiminde adlandırıldığı görülür. İslamcı dergiler, İslam devletinden bahsederken onun Müminler için vazgeçilmez bir ilâhî devlet nizamı olduğunu vurgulamakla kalmaz aynı zamanda İslam devletinin halife, meşveret/şura, biat, mülkiyet, hukuk, adalet gibi Müslümanların haklarıyla İslami yönetim gibi pek çok unsurunu da ele almışlardır. Dergilerde incelenen bu konular, bir İslam devletinin nasıl olması gerektiğine dairdir.

4.1.1. Hilafet

İslam, insanların siyasetini belirleyen, insanların hangi kurallara uyacağını vaz eden bir sistematiktir. Allah’ın hükümleriyle hükmedebilmek için otoriteye ihtiyaç duyulduğu bir vakıadır. Bu nedenle devlet olma ve otoriteye süreklilik kazandırmanın siyaseti belirlenmiştir (İktibas, 1984a: 7). Bütün bunlar da peygamberlik makamının bir otoriteye sahip olmasını; İslami yönetim sistemini hayata geçirecek bir otoritenin olmasını kaçınılmaz kılar (Gökova, 1994: 62).

Toplumun düzen içinde yaşayabilmesi ancak disipline olmakla mümkündür. Bu disiplinin esasını İslam esasları, yürütmesini de halife, imam veya emir’ül mü’min temsil eder (Özkan, 1991: 37). Halife sözcüğü Hz. Peygamber (sav)’e yönetimde halef olan kimse anlamını taşır (Çiçek, 1994: 48-49). Hilafet, teorik olarak, İslami liderlik sistemidir (Hüseyin, 1990: 27). İslam’da yönetim ve yönetici olmadan İslam’ın bir hayat düzeni olarak uygulanmasının mümkün olmadığını vurgulayan Ahmed Ağırakça, “halifesiz bir İslam toplumu düşünülemez” diyerek İslami bir yönetimde devlet başkanın önemine değinir (Ağırakça, 1994a: 29). Bu nedenle halifelik, İslam’da olmazsa olmaz bir kurumdur. İslam devletinde “devletin beyni” olarak nitelenen en önemli kavramlardan biri hilafettir (Küçükağa, 1994: 33). “Devletsiz toplum, toplumsuz fert olmaz” diyen Hayreddin Karaman, ferdin canının, malının, dininin, aklının, neslinin ve şerefinin korunmasının ancak düzen içinde gerçekleşebileceğini, düzenin ise devlet olduğunu vurgular (Karaman, 1991: 35). Başkansız yönetim olamayacağına göre İslami bir devlette de başkan “imam, halife, emiru’l mü’minin”dir. İslam dini, Müslümanlara devlet başkanına bey’at ve itaat etmelerini emreder. İslamcı dergilerin itaat konusundaki yaklaşımlarının dayanağı Nisa suresinin 59. ayetidir: “Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ulü’l-emre de.” (4:59; Hüseyin, 1990: 27). “Ulü’l-emr”, “emir sahipleri” anlamına geldiği için İmran Hüseyin, bu kavramdan yola çıkarak ümmet içinde liderlik makamının çokluğunun tanındığı, ümmetin liderliğinin tek bir kişiye ait olacağına dair ayet olmadığı sonucuna ulaşır (Hüseyin, 1990: 27).

İktibas, Nisa suresi 59. ayeti yorumlarken öncelikle otoritenin ve mutlak gücün Allah’a ait olduğunu ‘Hâkimler Hâkimi’ ifadesiyle belirtir (İktibas, 1992: 11, 14). Öncelikle “Hâkimler Hâkimi” Allah’a, sonra Resulüne ve daha sonra da halifeye yani “ulül’l-emr”e itaati emreden İslam dininde, halifeye itaatin kaynağı, bizzat Allah ve Resulüne boyun eğmek gibi şartlara bağlanmıştır. Müslüman toplum, Allah’ın emir ve yasaklarına uyduğu, Rasulullah’ın sünnetini uyguladığı sürece halifeye itaat eder. Bu ölçülerin kaybolması durumunda itaat şartı ortadan kalkar (Çıtlak, 1995: 34). Ümmetin genelinin biati veya ümmet temsilcilerinin âlim ve ileri gelen yöneticilerinin onayıyla yani şûrayla iş başına gelen İslam devlet başkanı, yani halife, İslam tarihinde varlığını sürdürerek ümmetin birliğini ve tek otoriteye bağlılığını sağlar. Halife, Kur’an’ın hükümleri çerçevesinde istişareli bir yönetim sürdürecektir. Bu nedenle hilafet, İslam toplumunda bir amme velayetidir (Ağırakça, 1994a: 22; Çiçek, 1994: 48-49). Halife, Allah tarafından gönderilen hukuka ve emirlere uymakla yükümlüdür. Emirlere uymayan halifenin, toplumun diğer üyelerinden farkı yoktur; emirlere uymadığı için cezalandırılır. Halifenin otoritesi, İslam ümmetinin temsilcisi olmasından kaynaklanır. Otoritenin alanları, halifeyi seçip ve vekillik yetkisini veren ümmet tarafından belirlenir (Çıtlak, 1995: 36). Bu durum da otoritenin kaynağının ümmet olduğunu gösterir. Yönetici, ümmetin onayıyla göreve gelip ümmetin onayıyla görevden alındığı için İslamiyet otoritenin kaynağının ümmet olduğu ilkesini getirir. Bu durum da idarecinin sivil bir yönetici olduğunu, hilafetin de teokratik bir yönetim olmadığının kanıtıdır (Torun, 1995: 42-43).

Ercümend Özkan, Hayreddin Karaman ve Ahmed Ağırakça, devlet başkanı olacak halifenin vasıfları konusunda hem fikirdir. Onlara göre halife; iyi ahlak sahibi bir Müslüman, tedvir edici, âlim, güçlü, âdil ve devlet yönetiminde kabiliyetli olmalı ama asla zalim olmamalıdır (Karaman, 1991: 35; Özkan, 1991: 37; Ağırakça, 1994a: 24-25, 28). Muhammed Avcı’nın, “İslam ümmetinin beyni” dediği halife, Allah’ın şeriatına göre insanları yönetendir (Avcı, 1991: 31). İslam ümmetinin başı ve aynı zamanda devlet başkanı olan halife; ordunun, yürütmenin ve yargının da başıdır. Halife, sadece İslam’ın emir ve yasakları çerçevesinde hareket edebilir. Ümmet de Allah’ın emirlerine ve yasaklarına riayet ettiği müddetçe halifeye itaat etmekle yükümlüdür (Ağırakça, 1994a: 29). Hilafet sisteminde halife, İslam’ın temel esaslarını ve siyasî şartları değerlendirme kabiliyetine sahip olmak; müspet veya menfi bütün şartlardan yararlanabilir olmak; kendisini davetine adamak; şuraya dayalı bir yönetim sürdürmek zorundadır (Tahhan, 1987: 30). İslam hukuku nazarında İslam devlet başkanının halka göre hiçbir üstünlüğü yoktur. “İslam yönetim biçimi, siyasî lidere ne sınırsız bir yetki tanır, ne onu Allah’ın temsilcisi kabul eder, ne de ona kutsallık ve yanılmazlık atfeder. Hükümdar, her şeyden önce Kur’an’a uygun davranmak zorundadır.” (Tümay, 1999: 38)

Allah’ın hukukuna riayet etmeyen, İslam’ı uygulamayan, İslam’ı bir hayat nizamı olarak kabul edip insanlar arasında İslam hukukunun uygulanmasının zaruretine inanmayan kimselere itaat insanı Allah’ın yolundan saptırıp şirke götürür. Halife, Allah’ın emir ve yasaklarının dışına çıkarsa görevi, ümmet tarafından sonlandırılır (Ağırakça, 1994a: 24, 29). Halife, ancak meşru bir gerekçeyle onu tayin edenler tarafından ya da biat edenlerin yetkisi dâhilinde görevden alınabilir. Şuranın halifenin azlini istemesi veya ümmetin biatini geri almak istemesi ümmet adına samimi ve meşru bir gerekçeyle olabilir. “Kayd-ı hayat şartı”yla (ömür boyu geçerli şart) seçilen bir halife, Kur’an ve sünnete aykırı davranırsa onu azletmek şurânın görevidir. Birçok İslam hukukçusuna göre halifenin azli fitne ve karışıklıklara neden olacaksa, İslam’ın geleceği düşünülerek, azledilmemesi gerekir” (Ağırakça, 1994a: 30).

Halifelik görevinin babadan oğula geçen bir saltanat hâlini almaması gerektiği hususunda âlimler hemfikirdir. Mirası olduğu gerekçesiyle hilafet makamı halifenin oğluna verilmez. Ancak hilafete layık gerekçesiyle ümmetin istişaresiyle babasından sonra oğlunun hilafet makamına getirilmesi mümkündür. Fakat hilafetin zamanla ümmettin istişaresinden çıkarak miras hakkıyla saltanata dönüştürüldüğü de bir gerçektir (Ağırakça, 1994a: 24). Ahmed Ağırakça’ya göre, krallıklar dönemindeki hâkim yönetim anlayışı içinde nasıl farklı bir İslami yönetim biçimi geliştirilip devlet kurulmuşsa modern devletler döneminde de dönemin şartlarına göre İslam esaslarına uygun bir devlet kurulabilir (Ağırakça, 1994a: 23). Kurulacak “İslam yönetim biçimi”, “hilafet sistemi”; sistem içinde meydana gelecek toplum yapısı da “halifeli toplum”u oluşturur (Ağırakça, 1994a: 23, 25; Çiçek, 1994: 48-49).

Hilafet sistemi idealleştirilmesine rağmen tarihte gerçekleşen hilafet sistemleri İslamcılar tarafından aslını yansıtmadığı gerekçesiyle eleştirilir. Beşir Eryarsoy’a göre 1924’te kaldırılan hilafet makamının İslam hukukunun hükümleri doğrultusunda hilafet diye adlandırılması çok güçtür (Eryarsoy, 1995: 33). Çünkü hilafetin, sonradan saltanata dönüştüğünü Bizans ve İran yönetiminde ifadesini bulan bir krallık sistemi olan saltanatın da İslam hukukunda yeri olmayan bir yönetim şekli olduğunu belirtir. Sadece “hilafet” kavramı değil “adaleti ikame edecek dünyevi otorite” anlamında kullanılan “sulta” kelimesinin de tarihsel süreçte değişip monarşik iktidarların başı anlamında “sultan”a evrildiği düşünülür. Kur’an’daki “sulta” kavramı günümüz siyasal literatüründe “kamusal otorite”, “yaptırım gücü” gibi anlamlara gelir (Eliaçık, 1998b: 32). “Hilafetin”, “saltanat”a; “sulta”nın, “sultan”a dönüşmesi, İslam’ı tasfiye etmek isteyenler karşısında İslam’a ve Müslümanlara ciddi zarar verir (Eryarsoy, 1995: 33).

Bu çağda “halife” kelimesinin daha çok, Kur’an’daki özgün fonksiyonları (adaleti ikame, özgürlükleri koruma, yeryüzünü imar, insanlığa örnek önderlik) esas alınmalıdır. İmam kavramında da Kur’an’ın öngördüğü “adalet devleti”nin siyasî önderlik fonksiyonları; “tevhid, adalet, iyilik, dürüstlük” gibi kavramlar üzerine oturtulmaktadır. Kur’an, imamlığın kimin hakkı olduğu sorusuna cevap olarak bu değerleri içselleştiren “ehil her Müslümanı” işaret etmektedir (Eliaçık, 1998b: 31). 

4.1.2. Şûrâ

İslamcı dergilere bakıldığında İslami yönetimlerdeki en önemli kavramın “şura” olduğu görülür. Dergiler, Şûrâ suresinin 38. ayetinden (İşleri de aralarındaki şûrâ ile yürür.) hareketle meclis ya da danışma anlamına gelen “şura” kavramının İslam devletindeki yeri ve önemine vurgu yapar. İslami yönetim biçiminin en belirgin özelliklerinden biri “şurâ ve istişare”dir (Çiçek, 1994: 48). Halifenin şura ve istişareye dayalı bir yönetim sistemi sürdürmesi gerekir (Ağırakça, 1994a: 24, 29). “İslami yönetimin üst kademesinden alt kademesine kadar şura esastır. Şurayı terk eden yöneticinin azledilmesine hükmedilmiştir” (Yücel, 1993: 71).

Pek çok dergi “şura” kavramını açıklamak, şuranın önemini vurgulamak için konuyu, İslam tarihinin ilk dönemlerine yani dört halife döneminden incelemeye başlar. Hz. Peygamber ve dört halife döneminden başlayarak “şura”nın ele alınması, ideal danışma kurulunu somutlaştırıp örneklemeye yardımcı olur. Hz. Peygamber ve dört halife döneminin siyasî yönetim pratiği incelendiğinde kararlar, ya doğrudan halk ya da halkın temsilcileriyle istişare edilerek alınır. Asıl sorumluluk halka aittir. Böylece halka, kendi kaderini tayin etme hakkı verilir. Sorumluluğun halka ait olması asıl yetkinin de halkta toplandığını ortaya koyar. Bu yüzden İslam’ın öngördüğü toplum, katılımcı ve özgür bir toplumdur (Tümay, 1999: 38). İslam’ın öngördüğü toplumun günümüz siyasî toplum yapısıyla uyuştuğu, ideal toplum yapısının temellerinin meclis ve danışma kuruluyla atılabileceğini vurgular. İhsan Eliaçık, modern kavramlarla “şura”yı anlamaya çalışarak “teknik” manada cumhuriyet veya demokrasiyi Kur’an’daki “şura” ilkesinin açılımı gibi görür. Monarşi veya oligarşiye nazaran cumhuriyet/demokratik yönetimin, teknik anlamda Kur’an’ın “şûrâ” ilkesine daha çok uyduğu görüşündedir (Eliaçık, 1998a: 22). 1980’lerde, 1990’ların başında Kur’an’daki yönetim sistemi ortaya konurken 1990’ların sonuna doğru modern yönetim kavramlarıyla Kur’an’daki yönetim kavramları kıyaslanır. Bu iki ayrı yönetim anlayışının özde birbirine ters düşmediği hatta Kur’an’daki siyasal kavramların modern siyasal kavramlardan daha kapsamlı ve üstün olduğu kanıtlanmaya çalışılır.

4.1.3. Biat

İslam’ın devlet yapısında yönetimin belirleyici kavramlarından bir de “biat”tır. “Biat”, İslam’da yönetim ve yönetici seçiminde ümmetle yapılan iki taraflı akittir. İslam hukukunu bilen, yönetim işine vakıf, Allah’ın emir ve yasaklarına bağlı, İslam’ın hâkimiyetinden yana olan halife, İslam’a aykırı olmayan hür iradeyle yani biat usulüyle seçilir (Ağırakça, 1994a: 25). Bu nedenle iktidar, bir tarafın zorla alabileceği bir hak ve yetki değildir (Karaman, 1994: 32). Hz. Ebubekir, kendisinden sonra Hz. Ömer’i aday göstermiştir. Hz. Ömer de önder seçme işini bir kurula havale etmiştir. Bu kurul, Hz. Osman’ı seçmiştir. Hz. Osman’ın vefatından sonra ümmetin tamamına yakını Hz. Ali’yi seçmiştir (Karaman, 1994: 32). İslam’da seçimin bir şekli yoktur. Ancak bütün düzenlemelerin ortak noktası; şekli nasıl olursa olsun neticede adayların seçimle işbaşına gelmesi gerektiği esasıtır (Karaman, 1994: 32). Bu durumda İslam devletinde, İslam hukukuna göre yönetenlerle yönetilenler eşit durumdadır…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *