Geçmişten bugüne sistem içi aktörler arasında yaşanan benzeri tasfiye kavgalarından nihai anlamda kazançlı çıkan ise hep düzen oldu. Düzen, kâh demokrasi oyunu, kâh o oyuna ara veren darbelerle kendisine zemin ve zaman kazandı. Düzen sahnesinde olup-biten iktidar mücadelelerinin hasılatını düzenin toplayacak olması ise kaçınılmaz bir durumdur.
Şükrü Hüseyinoğlu
15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasını konu edindiğimiz bir önceki makalemizde, darbe girişimine dair komplo teorileri ve darbe girişimi sonrasında oluşturulan toplumsal-siyasal atmosferde “İslami çevreler” arasında yaşanan savrulmaları konu edinmeye çalışmıştık. Bu makalemizde ise 15 Temmuz darbe girişiminin, rejimin güçlendirilmesi noktasında nasıl araçsallaştırıldığı konusuna değinmek istiyoruz.
Birkaç yıl önce özel bir şirkete devredilen “ulusal kumar” M. Piyango’nun “yılbaşı çekilişleri” ile ilgili basında yer alan “Büyük ikramiye yine devletin” şeklinde bir haber kalıbı vardır, hatırlanacağı üzere. “Büyük ikramiyeyi” kim kazanırsa kazansın, piyango kumarının asıl kazananının devlet olduğunu ifade eden bu haber kalıbı, aslında sistem içi politik süreçler için de geçerli bir durumdur.
İster demokratik süreçler, isterse darbe süreçleri işlesin neticede “büyük ikramiye” hep düzenin olmaktadır. 15 Temmuz sürecinde de bu olmuştur. İşin doğrusu şu ki, 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı da kazanan düzen olacaktı, başarılı olmadığında kazanan da düzen olmuştur. Tıpkı daha önceki tüm darbe ve demokrasi süreçlerinde olduğu gibi.
Nitekim hatırlayalım ki, 15 Temmuz gecesi TRT’yi basan darbecilerin okuttuğu darbe bildirisinin ana teması da “Atatürkçülük” idi, darbe girişimi bastırıldıktan sonra yapılan “demokratik” açıklama ve icraatların ana teması da “Atatürkçülük” oldu.
Bu durum bana, AKP’nin büyük iddia ve umutlarla, bir “kurtarıcı” anlatısıyla seçimleri kazandığı Kasım 2002’nin bir ay öncesinde, Ekim 2002’de “Haksöz” dergisine “Salih Güvener” müstearıyla yazmış olduğum “Kurtarıcılar Kimi Kurtarıyor?” başlıklı makaleyi hatırlattı.
O gün aynı Kur’ani/Nebevi ilkeler üzere hareket ettiğimiz söz konusu dergi yöneticileri, o makalemi büyük bir beğeniyle yayınlamışlardı, ki başlığından da tahmin edilebileceği gibi makalede kurtarıcıların “halkı kurtarmak” gibi bir iddiayla ortaya çıkmakla birlikte her defasında düzeni kurtardıklarını anlatmaya çalışmıştım.
Bugünden bakınca “son demokratik kurtarıcı”nın da kendinden öncekiler gibi, vadettiği üzere halka da bazı alanlar açmış olmakla birlikte asıl alanları köhne bâtıl düzene açtığı, paradigması ve takatiyle bitme noktasına gelmiş olan düzeni ayağa kaldırdığı aşikârdır. Kısacası her “kurtarıcı” gibi “son kurtarıcı” da misyonunu yerine getirmiş bulunmakta.
Bu noktada şu soruyu sormakta fayda var: Niçin “büyük ikramiye” sürekli halka vadedildiği halde tıpkı piyango kumarında olduğu gibi hep düzenin olmakta? İşte bu sorunun cevabı iyi idrak edildiği takdirde, bir asırdır darbe-demokrasi sarkacında işletilen düzeni ayakta tutma oyununun bir parçası olma dalâlet ve zilletinden uzak durmak ve tıpkı tüm Nebiler (a.s.) ve onların sonuncusu Rasulullah (a.s.) ve arkadaşları gibi özgün-bağımsız bir İslami dâvet ve mücadele hattı inşa edip onda sebat etmek mümkün olacaktır.
“Büyük ikramiye” hep düzene çıkmakta, zira politik süreçler hep düzenin belirlediği sahada, çerçevesini düzenin çizdiği kapsam ve mahiyette sürdürülmektedir. Kısacası her şey sistem içi bir düzlem ve bağlamda gerçekleşmektedir. Demokratik süreçler de, darbe süreçleri de…
Dolayısıyla her ne yapılıyor ve oluyorsa düzen adına, düzen için, düzeni sürdürmek ve ileriye taşımak için yapılmaktadır. Programlar düzen adına hazırlanmakta, söylemler ve icraatlar düzen adına olmaktadır. Kısacası demokratik veya darbeci düzenin tüm aktörlerinin besmelesinde özne, Anadolu coğrafyasında bâtıl batının akidevi, kültürel, siyasi ve iktisadi egemenliğini tesis etmek gayesiyle bir “genel valilik” niteliğinde kurdurulmuş olan düzen ve düzenin “ebedi şef”idir.
15 Temmuz Darbecilerinin ve Demokratlarının “Besmelesi”
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız üzere, 15 Temmuz gecesi darbeci aktörlerin bildirilerindeki “besmele”de de, darbe girişiminin bastırılmasından sonra hazırlanıp kamuoyuna deklare edilen demokratik “besmeleler”de de öznenin aynı oluşu söz konusudur. Her iki kesim de, yaptıklarını “Atatürk” adına ve “onun için”, onun düzenini müdafaa ve muhafaza etmek ve daha ileriye taşımak için yapmakta olduklarını deklare etmiş, onun büst ve posterlerini öne çıkarmışlardır.
Sistem içi iktidar oyununun esası da zaten bu seküler “besmele”dir. Düzenin işleyiş süreçlerinde rol almak isteyen tüm aktörler, adımlarını bu “besmele”yle atmakla yükümlüdürler. Düzenin temel akide umdeleri demek olan, değiştirilmesi teklif bile edilemez nitelikteki altı ok, söz konusu “besmele”nin esasını teşkil etmektedir.
Biliyoruz ki, tüm egemenlik öğretileri bir din ve her egemenlik öğretisinin/dinin bir besmelesi vardır. Rasulullah’a Rabbimizce bildirilen ed-Din’in ilk beş ayeti, bilindiği üzere besmele öğretisine dairdir. Yaratan Rabbin adıyla okumak, yaşamak, hareket etmek İslam öğretisinin temelidir. Aynı şekilde örneğin Marksist bir fert veya topluluk, ne yapıyorsa K.Marx adına yapmakta, onun adına hareket etmektedir.
Türkiye’deki egemen ideolojinin/dinin Kemalizm olması hasebiyle de sistem içi her ne oluyor ve yapılıyorsa M.Kemal adına yapılmakta, maksadı onun düzenini ortadan kaldırmak olan çabalar bile, onun düzeni çerçevesinde ve onun adına yapıldığından neticede onun düzenini güçlendirmektedir.
Bu açıdan şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, nasıl ki 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılması sonrasında oluşturulan politik dizayn ve işletilen süreçler (darbe girişiminin gerçek bir halk direnişiyle tekbirlerle bastırılmış olması gerçeğine rağmen) Kemalizmi ve Kemalist düzeni güçlendirmiş ise, şayet darbe girişimi başarılı olsaydı neticede yine Kemalizm ve Kemalist düzen kazanmış olacaktı. Yani “büyük ikramiye”nin sahibi değişmeyecekti.
Nihayetinde unutulmaması gereken bir durum var ki, 15 Temmuz gecesi darbeye kalkışan ekiple, darbenin hedefi olan Hükümet tarafı birkaç yıl öncesinin müttefikleri, iktidar ortaklarıydı. Yaşanan çatışma, temelinde bir “iktidar” kavgasıydı. Olup-bitenler en nihayetinde mevcut düzenin yönetilmesi konusunda ortaya çıkan anlaşmazlığın neticesiydi. Kısacası son tahlilde yaşanan sistem içi bir çatışmaydı.
Çatışmanın nihayetinde ekiplerden biri, düzenin yönetiminde diğer ekibi tasfiye edecekti ve kendisi için yeni ortaklar bulup ittifaklar oluşturacaktı. Darbeciler kaybedip demokratlar kazandı ve onlar kendi tabirleriyle “eski Türkiye”den bazı aktörlerle ortaklık kurarak düzeni yönetmeye devam ettiler. Böyle olunca da, “yeni Türkiye” tablosu üzerindeki “eski Türkiye” renklerinin tonu daha da belirgin ve baskın hale gelmiş oldu.
Sözün burasında bir hatıramı dile getirmek istiyorum. 2007 yılıydı, Saadet Partisi’nin gençlik yapılanması diyebileceğimiz Anadolu Gençlik Derneği’nin dergisi olan Anadolu Gençlik’in yayın yönetmeni beni aradı ve yazılarımı beğeniyle takip ettiklerini belirtip kendi dergilerinde de yazmamı teklif etti. Ben de memnuniyetle kabul ettim. İlki Şubat sayısına denk geldiği için “28 Şubat’a Maide 105. Ayetten Bakmak” başlıklı makale olmak üzere dokuz ay boyunca düzenli olarak yazdım.
Yazılarımda tevhidi çizgi ve duruşu vurgulamaya özen göstermeme rağmen hiçbir müdahale olmadan yayınlandı. Ta ki, “Müslümanlar Cahili Sisteme Kanat Olmamalı” başlıklı makaleme kadar. Makaleyi gönderdikten bir süre sonra yayın yönetmeni arkadaş aradı ve dernek başkanının bu yazıyı yayınlayamayacaklarını ifade ettiğini dile getirip başka bir makale yazmamı rica etti. Tabii ki bunu kabul etmedim, makale yayınlanmazsa dergide artık yazmayacağımı belirttim ve böylece o defter kapanmış oldu.
Yayın yönetmeni arkadaşın dernek başkanından naklettiği ifade şuydu: “Bu makaleyi yayınlayamayız, çünkü bizim ayağımıza sıkıyor.” Dernek başkanının tesbiti doğruydu. Makalede, sistem içi siyaset aktörlerinin, neticede düzenin kanadı işlevi gördüklerini, biri yıprandığında diğerinin onun yerini alarak düzeni tazeleyip sürekli ayakta tuttuklarını, ABD’deki Cumhuriyetçiler, Demokratlar örneğini de vererek ifade etmeye çalışmıştım.
Üstü, Ortası, Altı
15 Temmuz’a giden süreç, bilindiği gibi 2013 yılında Hükümet’in Fetullahçı yapılanmayı hedef alan “dershane düzenlemesi” ve buna karşılık olarak da söz konusu yapılanmanın Hükümet’i hedef aldığı 17/25 Aralık “yargı darbesi”yle başlamıştı. Kılıçlar çekilmiş ve artık iki taraftan birinin tasfiye olacağı amansız bir çatışma sürecine girilmişti.
İşte bu süreçte Hükümet kanadı, Fetullahçı yapılanmaya karşı geliştirdiği mücadele stratejiisnde bir söylem öne çıkmaktaydı: “Üstü ihanet, ortası ticaret, altı ibadet.” Bu söylem, kitlesel bir cadı avından ziyade, “ihanet kısmı” olarak nitelenen yönetici-yönlendirici kesime yönelik bir takibatın gerçekleştirileceğini düşündürmekteydi.
Lakin uygulamada daha ziyade tersi oldu. “İhanet kısmı” olarak nitelenen yönetici-yönlendirici kadronun önemli bir kısmı bağlantı ve imkanlarını kullanarak yurtdışına kaçtı ve kendilerine yeni bir hayat kurdu. “Ticaret kısmı” olarak nitelenenlerin büyük kısmı da yine bağlantı ve imkanlarını kullanarak soruşturmalardan kendilerini kurtardı. Olan “ibadet kısmı”na oldu.
Bu noktada 15 Temmuz me’şum darbe girişiminden beş gün sonra, 20 Temmuz’da Hükümet’in ilan ettiği OHAL ve bu kapsamda çıkarılan kararnameler, kurunun yanında yaşın da pervasızca yakıldığı bir sürecin yapıtaşları işlevi gördü. Asılsız ihbarlarla nice hayatlar karartıldı, nice aileler dağıldı, nice insan zindanlarda çürüdü.
Bu anlamda Hükümet, 15 Temmuz darbe girişimini bir toplumsal kesimi topyekün baskı altına almak ve yok etmek için araçsallaştırmış oldu. Kanlı darbe girişiminin oluşturduğu atmosferde, “ibadet kısmı” diye bir ayrım tamamen gündem dışı kaldı ve gerçek anlamda bir cadı avıyla asgari insan hak ve hukukunun devre dışı bırakıldığı uygulamalara tanıklık edildi.
Geçmişten bugüne sistem içi aktörler arasında yaşanan benzeri tasfiye kavgalarından nihai anlamda kazançlı çıkan ise hep düzen oldu. Düzen, kâh demokrasi oyunu, kâh o oyuna ara veren darbelerle kendisine zemin ve zaman kazandı. Düzen sahnesinde olup-biten iktidar mücadelelerinin hasılatını düzenin toplayacak olması ise kaçınılmaz bir durumdur.
Egemenlik mücadelesi, düzenin sahnesi ve dolaysıyla belirlediği kendi sınırları/çerçevesinde değil de, özgün/bağımsız bir İslami iddia ve yönelimle düzene rağmen konumlandırılmadığı müddetçe, demokrasi-darbe sarkacında düzenin çarkları dönmeye devam edecektir.
Üstelik, masallarda eski ayları kırpıp kırpıp yıldız yapmaları misali, eski Müslümanları kırpıp kırpıp demokrat yapacak ve düzene entegre edecek bir nitelikte.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *