‘Fulbright iptal edilmedikçe eğitim milli olamaz’

‘Fulbright iptal edilmedikçe eğitim milli olamaz’

“Çok ilginçtir ki 2007 den itibaren komisyonun 8 kişilik ekibine dışarıdan dâhil olan fahri başkan değişmiştir. 2007 den itibaren ABD’nin Türkiye Büyükelçisi fiilen başkan olmuştur. Bu durum da göstermektedir ki Türkiye’nin MİLLİ(!) Eğitim politikalarını Amerikan Büyükelçisi yönetmektedir.”

İbrahim Balcı / Milat

Talim Terbiye Kurulu’nun üstünde görev yapmakta olan Fulbright Eğitim Komisyonu hala göreve devam ediyor mu? Bu komisyon göreve devam ediyorsa, görevi açıkça nedir?

Biz sorularımızı bakanlığa sorduk. Ancak bu Fulbright Eğitim Komisyonu’na biraz değinmek istiyorum. 27 Aralık 1949 tarihinde bir anlaşma üzere kuruldu. Bu anlaşma, bir manada Türkiye’nin eğitim sisteminin İsmet İnönü tarafından Amerika’ya ipotek edilişinin resmi belgesi niteliğindedir. Ama ne hazindir ki, ipotekler İsmet İnönü tarafından oluşturulduğunun bilincinde olan Adnan Menderes, bütün idari hayatı boyunca bu ipoteği geri almanın peşine düşmüş ancak işin sonunda ABD ve NATO destekli 1960 darbesi ile hayatını kaybedecek sürece girmiştir.

Ancak ülkemizde yanlış bilinen doğrular vardır, şehir efsaneleri gibi… Bunlardan bir tanesi Amerikancılığın Adnan Menderes tarafından ülkeye sokulduğudur. Geçmişi inceleyenler göreceklerdir ki İsmet İnönü, “Amerikancılığın Babasıdır”. 1946’dan itibaren MİT dâhil Türkiye’nin bütün kurumları Amerikan güdümünde iş yapmaya başlamıştır İnönü sayesinde.

Asıl konumuz olan komisyona dönecek olursak, komisyonun görevi; anaokulundan yükseköğretime kadar, Türkiye’nin eğitim politikalarını belirler. Bizim bildiğimiz bu politikalar Talim Terbiye Kurulu (TTK) tarafından belirlenmektedir. Ancak bu komisyon Talim Terbiye Kurulu’nu emirleri ile işletmektedir. TTK, bu komisyona muhalif karar veremez. “Milli Eğitim ne zaman millileşecek?” diye soranlara şunları söylüyorum. Ne zaman ki Fulbright Komisyonu dağıtılır, TTK da ayrıca dağıtılıp, yeniden milli bir şekilde toplanırsa, o zaman eğitim sistemimiz milli olacaktır.

Fulbright Komisyonu, 8 kişiden oluşmaktadır. 4 Türk, 4 Amerikalı üyeden oluşan komisyonun fahri başkanı da Amerikalıdır. İmzalanan anlaşmanın ilk haline bakılınca, eğer bir karar esnasında 4 muhalif, 4 muvafık oy çıkarsa, son sözü söylemek komisyon başkanına düşecektir. Komisyon başkanı da Amerikalı olduğunu belirtmiştik zaten.

Çok ilginçtir ki 2007’den itibaren komisyonun 8 kişilik ekibine dışarıdan dâhil olan fahri başkan değişmiştir. 2007’den itibaren ABD’nin Türkiye Büyükelçisi fiilen başkan olmuştur. Bu durum da göstermektedir ki Türkiye’nin MİLLİ(!) Eğitim politikalarını Amerikan Büyükelçisi yönetmektedir.

Merak ettiğim başka bir durum daha var. 1949’dan beri bu ülkeye kafa yapıları, ideolojileri, icraatları tamamen zıt nice hükümetler geldi geçti. Ancak eğitim komisyonuna kimse dokunmadı. Allâh-u a’lem belki de komisyonun varlığından haberdar olmayanlar bile oldu bu hükümetler ve eğitim bakanlıkları içerisinde. Cengiz ÖZAKINCI’nın “Türkiye’nin Siyasi İntiharı” ve Metin AYDOĞAN’ın “Türkiye Üzerine Notlar” isimli kitaplar, bu politikaları ve komisyonun fonksiyonunu ciddi manada işliyorlar. Acilen, eğitim ile uzaktan yakından bir nebze ilgisi olanlar bu kitapları alıp okumalı. Bakanlık, TTK ve komisyon da ayrıca sorgulanmalıdır.

Bu konuda ilginç bir anımı nakletmek isterim. Bakırköy İlim Yayma Cemiyeti’nden Faruk GÜLER Ağabey yıllar önce bana bir anekdot aktardı. Ankara İmam-Hatip’ten İslâm Tarihi hocam, MSP-CHP Koalisyonunda Eğitim Bakanlığında müsteşarlık görevi aldı. Faruk Ağabey hocaya sordu “Milli Eğitim ne zaman düzelecek hocam?” hocamız diyor ki “Milli Eğitim düzelmez. Çünkü Milli Eğitimin başında olan adamların millilikle uzaktan yakından alakası yok. Türklüklerinden bile şüphe ederiz. Adları Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin olabilir ama hepsi bir emperyalistin temsilcisi halinde. Biri İngiliz’i savunur, biri Alman’ı, biri İtalyan’ı…”

Enteresandır, 28 Şubat süreci ile 8 yıllık zorunlu eğitim süreci getirildi. Bu zorunlu eğitim Türk insanına ve Türk gencine vurulmuş en büyük darbeydi. Eyvallah bunu fark ettik, tespit ettik de ne yaptık? 4+4+4 sistemi geldi. Yine 4+4 zorunlu oldu. Türkiye’de zorunlu eğitim olmamalı. En azından 8 veya 12 yıllık olmamalı. Türkiye de 4 veya 5 yıllık temel düzeyde zorunlu eğitim olması gerekir. Nedenini de hemen açıklayayım. Mesela ilkokulu 4, ortaokulu 4, liseyi de 4 sene okuyan öğrenci ortalama 19 yaşında üniversiteye giriyor. Bu genç 19 yaşında ama hiçbir iş yapmamış, hiçbir yere gitmemiş, babasının atölyesine – dükkânına gitmemiş, zanaat öğrenmemiş ama liseyi bitirdiği için üniversiteye girmek zorunda hissediyor kendini. 2 milyon genç üniversitenin kapısında yığınak halinde bekliyor şuan.

Peki, üniversiteyi kazanamayan genç ne yapıyor? Ya intihar eder, ya da mahvolur. Öğrenciye 12 yılda hiçbir artı değer katmayan eğitim sisteminin getirisi nedir? İki seçenek var ya çocuk bir üniversiteye girebilecek ya da giremeyecek. Peki, 19 yaşında hiç iş yapmamış bu çocuğu çay ocağına çırak niyetine dahi kim alacak? Alsalar bile bu çocuk 12 yıl okumuş, kendine yedirebilecek mi bunu? Peki, sonuç ne? Evde oturacak bilgisayarın başına; akşamdan sabaha bilgisayar başında, sabahtan akşama da uyku halinde. Alın size üniversiteyi kazanamamış genç profilini çizdik. Sorarım size 8 yıllık zorunlu eğitim bu milletin çocuklarına kötülüktü de 4+4 yıllık zorunlu eğitim iyilik midir sizce? 4 yıllık okulu bitirenin İmam-Hatip ortaokuluna geçebileceği söylendi. Ortaokula geçenin de hafızlık yapabilmek için önü açıldı. Belki bu bir yarar olabilir. Ancak işin sonu değişti mi bilemedim…

Eğitim felsefesi ve mantığı açısından değişen hiçbir şey yok. Bakın bu Talim Terbiye Kurulu, Fulbright Komisyonu ve sistemi ortadan kalkmadan, bizim için değişen bir şey olamaz. Bizim bu sistem ile Türk insanına verimli bir Türk genci yetiştirme şansımız yok. Benim kanaatim STK’lara büyük iş düşüyor. Gençlere şuur verecek dernekler lazım. Ayrıca 12 yıl Amerikancı model ile yetişmiş Türk genci, üniversitede %100 İngilizce programlarla karşılaşıyor. Bir nebze şu örneğe benziyor; Tunus, Cezayir’deki bir genç zorunlu olarak Fransızca öğreniyor ya sonra kendini Fransa’ya bir şekilde geçirmeye çalışıyor. Kapak atma mantığı ile Fransa’ya giden kurtulduğunu düşünüyor. Aynısı bizde de mevcut. Ülke Türkiye ama okullarda 12 hatta belki 16 yıl boyunca İngilizce dersi görülüyor. İşin sonunda bu genç Avrupa’ya veya Amerika’ya kaçarak kurtulacağını zannediyor. 

Şuan 2. sınıftan itibaren İngilizce eğitimi veriliyor. 10 yıl eğitim alan bir genç İngilizce namına belki de hiçbir şey bilmeden mezun oluyor. Ne yaptığımız iş doğru, ne de işin yapılma biçimi doğru. Ben Arapçayı da dâhil ediyorum. Amcamdan 4 yıl medrese usulü Arapça okudum. Aslında ben değil de Arapça beni okudu. İmam-hatip 7 sene yine Arapça. 4 yıl da İslam Enstitüsü okudum. 15 yıl Arapça okudum. Umreye gittiğim zaman resepsiyondaki adamdan 2. kattaki odanın anahtarını isteyemedim. Yıllar sonra Rize’ye gittiğimde ilahiyat fakültesine uğradım. İçimde ukde kaldığı için. Hala da kanayan yaramdır. Fakültede hocalarla tanıştık ben orada anlattım derdimi. Patladım bir nebze. Arapça sistemini eleştirdim. Başladı oradaki hocalar sistemi savunmaya. “Efendim biz kitabî Arapça okutuyoruz. Süper sistemimiz var!” ben de şöyle diyorum bunlara binaen “Hadi oradan, yemişim süper sisteminizi. 15 yıl kitabî Arapça okuyan bir adam bir anahtar dahi isteyemez mi?” Şimdiki durum facia.

Bir anı anlatmak isterim. Mahallemizde akıllı bir genç vardı Kaan. Üniversiteye giderken sormuştum. “Ne okuyorsun?” o da “Jeoloji Mühendisliği okuyorum. Petrol Mühendisi olacağım” demişti. Biz Kaan’ı görüyoruz gidiyor geliyor sürekli. Biz de merakla bekliyoruz okul ne zaman bitecek diye. Evlenince bizim mahalleden ayrılmıştı. Bundan bir-iki gün önce karşılaştım sordum “Ne yapıyorsun?” o da “Otelde resepsiyonda çalışıyorum” deyince şok oldum. Meğerse okul falan hikâyeymiş, 7 sene birinci sınıfa gitmiş gelmiş. Beceriksiz bir çocuk da değildi. Liseye birinci olarak girdi sonuncu olarak çıktı. Yani bu adam üniversiteye gelmiş, mecburi okumuş yıllarca, sonuç; 7 sene birinci sınıfta okumuş adam Petrol Mühendisi yerine resepsiyonist oluyor.

Dil eğitimi ile alakalı da şunları aktarayım. Biz 12 sene İngilizce eğitimi verdiğimiz adamı İngiltere’ye pratik dil kursuna yollasak 6 ayda bizim verdiğimiz eğitimden daha iyi öğrenmiş bir şekilde dönüyor. İşin özü pratik eğitimde. Bir diğer mesele ise; 3000 adet İmam-Hatip okulumuz varmış. Aynı zamanda da 100 tane İlahiyat Fakültesi açılmış. Şuan ki fakülteler kaliteli öğretmen veya imam-hatip yetiştirecek dokuya sahip değil. 100 fakülte 5’e düşürülse yine yeter. Burada iş İmam-Hatiplere düşüyor. Okullar direk öğretici yetiştirecek şekilde yeniden dizayn edilmeli. Pratik dil mantığına sahip olmalı. Çağdaş dünyanın gereksinimlerine cevap verecek Müslüman genç yetiştirmeli bu okullar.

Geçenlerde bir öğrenci ile karşılaştım. Derslerini sordum hepsinin iyi olduğunu söyledi. Edebiyat dersiyle arasının nasıl olduğunu sorunca da genç boynunu büktü. Neden diye sordum; meğerse 3 yıldır bu öğrencilerin edebiyat dersine okul müdürü giriyormuş. Müdür de iş yoğunluğunu bahane ederek derslere gelmeye bile tenezzül etmiyormuş. Bu nasıl müdür? Derse neden giriyor? Üç kuruş para alacak diye üstelik derse girmediği halde para alacak diye edebiyat ile alakasız bir nesli ne hakla yetiştirirsin? Bu okula müfettiş hiç mi gitmedi? İşte bunlar kaliteyi düşüren sebepler.

Son olarak; vakıf ve okul idarecilerine büyük iş düşüyor. Okul-Aile Birliği idareyi zorlayacak bir yapıda olmalı. Ayrıca mesele güzel binalar inşa etmek değil, içindeki neslin kaliteli yetişebilmesini sağlamaktır. Tekrar diyoruz, bu Fulbright Komisyonu ve Talim Terbiye Kurulu oldukça eğitimimiz milli olamayacaktır. Kaliteli nesil asla yetişemeyecektir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

1 Comment

  • Ahmet Umut
    29 Temmuz 2022, 11:48

    Yabancı dil öğretimindeki ana sorunun ne olduğunu tam olarak öğrenmiş durumdayım. Türkçeyi yabancı dil olarak öğretme alanında kendimi geliştirdim ve bir yabancı dilin nasıl öğretilmesi gerektiği, uluslararası standartları öğrendim. Türk eğitim sistemi bu anlaşma yüzünden 1950’li yıllardan itibaren kademe kademe değersizleştirilmiş, içi boşaltılmıştır. Sadece yabancı dil eğitimi değil müspet ilimlerdeki eğitimin de aynı şekilde içi boşaltılmıştır. Oktay Sinanoğlu’nun TV’deki konuşmalarını dinlerseniz o daha net bir şekilde anlatacaktır. Bizim ortaöğretimdeki eğitim standardımız 1950’li yıllardan önce ABD’den en iyi üniversitelerin eğitim kalitesindeydi. Oktay Sinanoğlu genç yaşta profesör olmasını sadece Allah vergisi zekâsına değil aynı zamanda bu eğitim sisteminin kalitesine de bağlıyordu. Muasır medeniyetlerin önüne geçmemiz için derhal bu prangalardan kurtulmamız lazım dediğiniz gibi. Yabancı dil eğitimindeki sözümü yarıda bıraktım. Onu tamamlayayım bir farkındalık oluşturmak adına. Bir yabancı dil kesinlikle dilbilgisi ile öğretilemez. Yani kitabî bilgilerle bir yabancı dil asla öğretilemez. Bir yabancı dil sokakta konuşulan dil ile ve konuşularak öğretilebilir. Biz yabancı dil derslerimizde ana dilde konuşarak hedef dil ile bağı tamamen koparıyoruz. Peki bize yabancı dil dersini ana dilde konuşarak anlat diyenler kimler? Cevap belli. Bir yabancı dil dersinde o hedef dilden başka hiçbir dilde konuşulmamalıdır. İsterse öğrenen bireyler o yabancı dili hiç bilmesin. Bu önemli değil. Bu bir kural değil âdeta yabancı dil eğitiminde bilinen fizik yasaları gibi bir kanundur. En temel ilkelerdendir. İşte biz bu yüzden 11 sene boyunca İngilizce dersi görüp hiç konuşamıyoruz. Çünkü ders bize İngilizce anlatılmıyor. Ders yabancı dilde anlatılmalı ve öğrenen bireyler kesinlikle ve sadece yabancı dilde konuşmalıdır. Aksi takdirde yabancı dil öğrenilmez sadece miş gibi yapılır.

    REPLY