Hadlerini aşan “kavmiyetçi mezhepçiler, tekfirci ulema, ahlaksız aydın, şaşkın politikacı, çıkarcı bürokrasi, batının şununu alalımcılar” hep birlikte zillete düşüşün sebeplerini ana sebepten tali sebeplere kaydırıp durdular.
Hüseyin Alan
Akıp giden tarihsel zamanlar, değişip dönüşerek ilerleyen toplumsal mekan ve yapılar, yapısal olarak çatışan eski yeni sosyal şartlar dahilinde,
Sebeplere dayalı olarak milletlerin yükseliş ve düşüşleri, mülkün/gücün insanlar ve toplumlar arasında devran edip dönmesi mukadderdir.
Ticaret yollarının güvenliği, hac seyahatleri, insani ve mali hareketliliğin emniyetini sağlayan büyük güçler/imparatorluklar,
Savaşı ve barışı tayin edici güç oldukları kadar, kendi sistemine bağlılığın iktisadi ve siyasi getirisinden pay dağıtmış, karşılığında haracını almış, nöbeti bir başkasına devredene kadar yükselen güç olmayı sürdürmüştür…
İslamın sosyo-ekonomik ve siyasi varlık olarak tarih sahnesine çıktığı son “saf/doktriner/model”in bölgesel, kusurlarıyla birlikte modelin takipçileri küresel güce dönüşürken, bidayetten bu yana rakipleri tarafından fikri ve fiziki saldırıya maruz kaldı.
Mekke’de başlayıp Medine’de ve sonrasında yükselerek devam eden İslam dinine dayalı siyasi sisteme karşı organize saldırılar kaçınılmazdı:
Hileli düzen sahipleri, haddi aşanlar, imtiyazlı soylular ve zalim iktidarlar, varlıklarına, statülerine ve dayanaklarına tehdit oluşturan yeni dini yapılanmayı ve ona dayalı adil düzen sahiplerini oturup seyredecek değillerdi.
Kureyş, Araplar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Bizans, İran, Haçlılar, Moğollar, yükselen gücün sıralı saldırganlarından en çok bilinenleriydi.
Bu saldırılar kısa dönemde “iç çatışmalara” ve “parçalanmalara” neden olsa da, orta vadede savuşturuldu, bünyeyi güçlendirdi, yükselişi önleyemedi.
Müslümanların dinlerine güvenleri, sünnete sadakatları, yönetimde adaletleri, vergi/haraç memurluğundan kaçınmaları, ayırım gözetmeksizin herkes için can-mal-din emniyetini sağlamaları bunun için yeterli olmuştu…
Tarihi akışta modern çağa gelindiğinde farklı bir saldırı oldu: Karasal ticarete ve toprağa dayalı Müslümanlar, deniz ticaret yollarını keşfeden, dünyayı istila ve soygunla zenginleşen, teknolojik olarak gelişip askeri ve sınai olarak güçlenen Batı Avrupalıların saldırısına maruz kaldı.
Peş peşe gelen askeri yenilgiler, ülkeler ve toprak kayıpları, hükümranlığın sınırlanması karşısında şaşkınlık ve özgüven kaybı peydahlandı.
Müslüman liderlerin, ileri gelenlerin, ilim ehlinin beklemedikleri yenilgilerle dinlerine ve kendilerine olan güvenleri sarsıldı, zihniyet değişimi, galiplere özenti ve düşmanı taklit hastalığı baş gösterdi.
Bu durumun sonucunda tezahür eden büyük düşüşün, iç çatışmaların ve parçalanmaların sebepleri yanlış yerlerde aranınca, aslında yükselişin de nedenleri olarak ele alınacak kurtuluş yolu tıkandı.
İktisadi menfaatini, güvenliğini ve geleceğini İslami siyasi düzene ve birliğe bağlılıkta değil de yükselen güç Batıda gören gayr-ı Müslim ve Müslim milletler birer birer merkezden koptu.
Merkezin, çöküşü durdurur zannıyla Batılılar lehine yaptığı yenilikler, dahasını dahasını icbar etti, doğal olarak çöküş kendiliğinden kolaylaştı…
Sorunun esas olarak nerede olduğunu kavramak bugün dahi yükselişin sebepleri olacağını kavramayı icap ettirir.
Batılıların epeydir tesis ettiği ekonomik, askeri ve siyasi düzene, bilgi biçimi ve teknolojisine, modern ulus kapitalizmine, seküler zihniyet ve sivil kent uygarlığına özentiyle,
Siyasi ve iktisadi geleceğin bu medeniyete bağlılıkta görülmesi, bu uğurda yapılan yenilikler gerçekte düşüşün devamını kaçınılmaz kılmıştı.
Ana sorun olarak zihniyet değişimi orada duruyordu: Burdaki bozulma yönetim erkinden başlayarak toplumsal yapıya sirayet etmiş, ilim ehlini devlet memuruna dönüştürmüş, yanlışı düzeltecek iradeyi baskılamış, ‘kapanın elinde kalacak’ süreci başlatmıştı.
Sıralamada öncelik ana soruna değil de tali sorunlara verilince ‘devleti kurtarma’ yolunda yapılan yenilikler, Batılılar lehine daha fazla yenilikleri ve teslimiyeti kaçınılmaz kıldı…
Bize göre dikkate değer olan husus, olup bitenlerin ana nedeni yerine sorunu dinden uzaklaşma olarak ele alındığı “dine dönme, kaynağa dönme, öze dönme, halkı cahil görme, dini yeniden öğrenme” cephesinin gafletiydi.
Bu cepheye tersinden iştirak eden “modern bilgi/bilim eksikliği,
Rasyonel akılsızlık, teknolojik fakirlik, sanayileşmede geç kalış, cehalet, yoksulluk, monarşi, ümmetçilik” gibi katalog bahaneleri dine fatura eden öteki cepheydi.
Hadlerini aşan “kavmiyetçi mezhepçiler, tekfirci ulema, ahlaksız aydın, şaşkın politikacı, çıkarcı bürokrasi, batının şununu alalımcılar” hep birlikte zillete düşüşün sebeplerini ana sebepten tali sebeplere kaydırıp durdular.
Özetle “dine dönelim”cilerle “batılılaşım”cılar el birlik kaçınılmazın müsebbipleri oldular…
20. yüzyıla girildiğinde Almanya, Japonya ve İtalya modern bilgi ve teknolojiye, askeri ve ekonomik güce sahip, görece geç de olsa uluslaşmayı gerçekleştirmiş üç büyük güçtü.
Buna rağmen başlattıkları dünya paylaşımı savaşından mağlup çıktılar. Aynı donanıma ve güce sahip İngiliz, Fransız, Amerikalılar karşısında zillete düştüler.
Yaşanılan bu nesnellik gösterdi ki, yenilen milletlerin düşüşüne, galip gelenlerin yükselişine sebep olan şey bizim dilimize doladığımız şeyler değildi. Ezberimiz burada yanlışlanmış, akledene büyük bir ders çıkmıştı.
Bize “yutturulup duran” ve yenilgiye ve düşüşe sebep olarak gösterilen şeyler, ismi geçen milletlerin hepsinde mevcut ve hemen hemen eşit iken, mağluplar neden yükselmeyip de düşmüşlerdi?
Osmanlı’nın çöküşünün ve Müslümanların düşüşünün sebeplerini doğru tahlil edebilseydik, en kötü bu milletlerden alınacak dersi alsaydık, soruya doğru cevap bulacak, iki-üç yüz yıldır düştüğümüz çukurda debelenip durmayacak, yükselişe geçmek için o kadar zamanı kaybetmeyecektik…
Doğru cevabı perçinlemeye yardımcı olması için üretilmiş şu güzel kıssayı alıntılayalım:
Amerikalı bir uzman dünyayı dolaşmaya çıkar: Milletleri tanımak, zihniyetlerini, kültürlerini, yaşam biçimlerini, iktisadi ve siyasi düzenlerini ve toplumsal yapılarını tanımak ister.
Kıtalar ülkeler dolaşır. Görüşmeler yapar, izler, gözler, sorular sorar cevaplar alır, notlar tutar. Nihayet bu iş tamamdır, araştırmam yeterlidir dönmeliyim dediğinde ona;
Osmanlı ilinde Hoca Nasrettin diye biri var, onunla görüşmeden gidersen eksik kalırsın diye telkin ve ısrar ettiklerinde kabul eder, gelip hocayı bulur.
Adamı misafir eden ahali ve hoca ona izzet-i ikramda bulunur. Adam arada hocaya sorular sorar cevaplar alır. Fark etmiştir ki hoca gerçekten fazla biridir.
Daha çok soru ve cevap için akşam hocaya misafir olur, sohbet koyulaşır. Adam çok memnundur, notlar alıp durur.
Gecenin bir vakti ikisini de uyku tutunca, hoca adama yatmadan önce bir ihtiyacı olup olmadığını sorar, adam tuvalete gitmek istediğini söyler.
Hoca bir elinde fener, diğer elinde su dolu ibrikle adamın kendisini takip etmesini ister: Hoca önde adam arkada önce evi çıkarlar, sonra bahçeyi çıkarlar, daha sonra sokağı ve mahalleyi çıkarlar, nihayet kasabayı çıkarlar ve uzaklarda bir tarlaya varırlar.
İbriği adama veren hoca, feneri tutup arkasını döner, adama bir kaç on adım öteye gidip ihtiyacını gidermesini söyler. Adam deneni yapar, rahatlar, elini yıkayıp hocanın yanına gelir.
Birlikte eve doğru yönelirler. Yolda hoca sorar: Başka bir sorun var mı?
Adam: Genelde hayır ama özelde bir sorun var der ve ilave eder: Her şey güzeldi. İnsanlarınız ve ikramlarınızdan çok memnun kaldım. Sizi tanımak güzel, seninle sohbetimizse müthişti. Senden çok şey öğrendim. İyi ki de sana gelmişim.
Lakin bir tek sorun kaldı. O nedir, diye soran hocaya adam: Tuvalet der. Sizde “organizasyon bozuk.”
İhtiyaç gidermek için neden evde, bahçede değiliz de, evin bahçenin, sokağın mahallenin, beldenin dışında tii uzakta bir tarladayız? Tuvaleti eve yahut bahçeye yapamaz mıydınız?
Hoca: Seni götürdüğüm yer babamın tarlasıdır, sen oraya yaptın. Bizim sorunumuz bu: “Organizasyon eksikliği.”
Şayet organizasyonu da düzgün yapsaydık sen Amerika’dan gelip benim babamın tarlasına değil, ben Amerika’ya gelip senin babanın tarlasına yapardım…
Kıssadan hisse: Almanlar, Japonlar, İtalyanlar, rakipleri ve galipleri İngiliz, Fransız, Amarikalılardan eksik değildiler.
Ama organizasyon konusunda rakiplerinden 50-100 sene kadar gerideydiler. Bu sebeple de yenildiler…
Kıssadan bizim hissemize düşen, Müslümanların sorununun ne olduğu sorusu. Cevapsa ma’lumdur: Fazla söze ne hacet!
Ana sorun organizasyon eksikliği olunca, tali sorunlar ana sorunmuş gibi sanılıyor, biz de patinaj yapıp duruyoruz…
Diyeceğimiz o ki, güvenliğini, iktisadi menfaatini, siyasi bağını ve adaleti Müslümanların organizasyonunda görmeyen Müslim-gayrı müslimler
Ne diye eski metinleri, hadisleri ve Kur’an’ı tekrar edip duranlara, dine dönmeliyiz, yahut bilgi teknoloji üretim ve kalkınma eksikliği var buraya yönelmeliyiz diyenlere meyletsinler?
Amerika kadar bilgili, teknoloji duayeni, dindar, kalkınmış, zengin olsak ne yazacak, olsa olsa oluruz bi Amerika daha!
Dürüst, güvenilir, bilgili, adil olmak için Amerika olunmaz: çünkü Amerika’larda bunlar olmaz.
Dünyada ne işinin olduğunu, varlık gerekçesinin ne olduğunu, ne uğrunda var olması gerektiğinin bilincinde olan Müslümanlar, Amerika olmak için organize olmayacaklarının da bilincine ermeliler.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *