İslamcıların Hürriyet Telakkileri

İslamcıların Hürriyet Telakkileri

İslamcıların hürriyet ve müsavat üzerine yaklaşımları, önüne geçilemeyecek problemleri de beraberinde getirmiştir. Bu problem bir daha geri dönüşü imkânsız eşiklerin aşılmasına, Müslüman ahalinin kendi öz yurdunda parya olarak yaşamasına neden olmuştur.

Yakup Döğer

Modernleşme sürecinde İslamcılar tarafından en çok konuşulan ve ele alınan kavramlardan birisinin Hürriyet kavramı olduğu tartışmadan uzaktır. Hürriyet kavramına ait tartışmalar, ilk nesil İslamcılarla başlamış, II. Meşrutiyet dönemi İslamcılarında ise neredeyse nihai kerteye varan kurucu kavramlardan biridir. İslamcıların dillerinden ve kalemlerinden düşürmedikleri hürriyet kavramı, özellikle toplumsal alanda gerçekleşen modernleşmenin temel taşlarından birini teşkil etmiştir. Fakat süreç içerisinde yaşanan gelişmeler, İslamcıların Hürriyet kavramından beklentileriyle, sosyal alanda ortaya çıkan hakikat, birbiriyle tamamen tenakuz arz etmektedir. Savunulagelen ve büyük ümitler beslenerek sürekli ileri sürülen hürriyet, zaman içerisinde dini bir mübalatsızlık ve ahlaki yozlaşma ortaya çıkarmış bu da İslamcıları rahatsız etmiştir.

Özellikle II. Meşrutiyet’in ilanından sonra üzerinde daha da baskın bir şekilde durulan hürriyet kavramı, çok kısa süre sonra modernleşmeye çalışan Müslüman toplumda önemli ahlaki sorunları da beraberinde getirmiştir. Meşrutiyetin ilk yıllarında İslamcıların elinde meşrulaştırıcı bir rol oynayan hürriyet kavramı, ilerleyen zamanda sanki kaçınılması gereken bir mahiyete dönüşmüştür. Meşrutiyetin ilk yıllarında kavram sahiplenilirken, ilerleyen zamanda tenkit edilmeye ve eleştirilmeye başlanmıştır.

Klasik sözlüklerde genellikle hürriyet kelimesi hem “soylu olmak” anlamında mastar hem de “âzat edilmek, bağımsızlığına kavuşmak” manasındaki harâr (harâre) mastarından isim olarak gösterilir; hür (hürr) kelimesinin ise “köle olmayan, şerefli, soylu; her şeyin en iyisi” gibi anlamlarına işaret etmektedir. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde siyasî ve sivil özgürlük fikri hızlı bir şekilde etki alanını genişletmiş, XIX. yüzyıldan itibaren serbesti yerine kullanılmaya başlanan hürriyet kelimesi, herkesi büyüleyen bir kavram haline dönüşmüş, pek çok edebî, siyasî ve fikrî yazıya konu olmuş, bu başlığı taşıyan dergi ve gazeteler çıkarılmış, partiler kurulmuştur.(1)

İslamcıların hürriyet kavramını canhıraş sahiplenmelerinin getirdiği eşik, onları bazen anlamsız ve gereksiz ifadelere kadar götürmüştür. Namık Kemal bu türden ifadeler kullananlardandır. Namık Kemal’e göre eski Yunan medeniyetinin inkişafı, toplumun sahip olduğu hürriyet sayesindedir. Namık Kemal’e göre eski Yunanlıların geldikleri medeni seviye, idarelerinde mevcut olan hürriyetin eserinden başka bir şey değildir.(2) Müellife göre hürriyet, bir kavmin sadece hakkı değil adeta medarı insaniyeti ve saadetidir. Dünyada insanlığa tesir eden ne kadar hadise varsa, cümlesinin esası hürriyete dayanır. Ayrıca erken dönem denebilecek zamanda Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”, hürriyetin nasıl efsunlu bir anlama dönüştüğünü göstermesi açısından kayda değerdir.

İslamcıların hürriyet kavramı üzerine gelişen telakkilerinin II. Meşrutiyet’le birlikte yoğunlaşmaya ve hürriyet kavramına daha fazla teveccüh göstermeye başladıkları görülmektedir. İslamcı basının ve İslamcıların büyük çoğunluğunun hürriyet kavramına dair mutlaka bir şeyler söyleme ihtiyacı hissetmeleri, bu kavramın önemine ve kavrama duyulan ihtiyaç hakkında yeterli bilgiyi vermektedir. İslamcıların meşrutiyetin ilanıyla birlikte ortaya çıkan durumu hürriyet olarak algılamaları, hem Müslümanlık zihnindeki kırılmayı hem de ileriye dönük nelerin olup biteceğini kestirememeleri bakımında kavramın derinliğine yeterince nüfuz edilemediğini göstermektedir.

Meşrutiyetin ilanıyla birlikte gelen hürriyet ortamını kendi lehlerine tasavvur etmeye çalışan İslamcılar, hürriyetin toplumun bütün tabakalarını da kapsadığının farkına varamamıştır. Avrupalı olmak sevdasıyla İslamcıların sırtına basarak iktidara gelen İttihatçılar, hürriyeti tamamen bir serbesti manasında değerlendirecek ve içtimai alanda bir silah gibi kullanacaktır. Hürriyet ortamının sağlanması istibdad rejimini ortadan kaldırmış, buna bütün toplum tabakaları sevinmiştir. Lakin ilerleyen süreçte İslamcıların sahiplendiği bu kavram, içtimai yapıya doğrultulmuş bir namluya dönmüştür.

Hürriyetin istibdad karşıtlığı olarak dini kabuller zemininde savunulması ve bu savununun hemen herkes tarafından sahiplenilmesi, II. Meşrutiyet’e kadar, geçmiş bütün İslam Tarihi’nin de lekelenmesine neden olmuştur. II. Meşrutiyet’e kadar yaşanan tarihin tamamı istibdad olarak değerlendirilmiştir ki, bu İslamcıların yaptığı en büyük hatalardan biri olmuştur. İslamcıların siyasetçilerle birlikte bilerek veya bilmeyerek bütün İslam Tarihi boyunca süregelen istibdadın fikir hürriyetini ortadan kaldırdığını söylemeleri, kendilerini köksüz bir zemine oturtacaktır.

Musa Kazım (1858-1920)

İslamcıların, hürriyet kavramını sahiplenirken, kavramı tanımlamada da bazı sıkıntılar çektiği görülmektedir. Hürriyet önce sınırsız bir “azâdelik, azade olmak” manasına yorumlanmakta bu yorumun ardından kavramın nüfuz alanı daraltılmaya çalışılmaktadır.(3) Musa Kazım Efendi’nin (1858 – 1920) hürriyeti, önce her şeyden azade olarak tanımlaması ve hemen ardından getirdiği izahlarda ise “hiçbir alanda hürriyet-i mutlaka yoktur” diyerek hürriyet alanını daraltmaya çalışması dikkate değerdir. Musa Kazım Efendi’nin bu yorumu getirmesi, meşrutiyetle birlikte gelen hürriyet ortamının kısa zamanda sosyal yaşantıda nasıl olumsuz bir sonuç ortaya çıkardığını göstermesi açısından manidardır. Musa Kazım Efendi hürriyetten maksadın, bundan evvel istibdadın kahredici baskısından ve her türlü batıl düşünceden kurtulmak, dinin kaideleri ve milli adetlerimiz dairesinde serbestçe hareket etmek olduğunu ifade eder.(4)

İslamcılar, meşveret kavramına istinad ettirdikleri meşrutiyetin ve meşrutiyetin getirdiği hürriyetin bütün meseleleri halledeceğine kanaat getirmişti. Abdülhamid’in amansız baskısı altında tek adam rejimi olarak yürüyen siyasetin, muhalifine göz açtırmaz tavrı karşısında kimsenin sesini çıkaramaz olması, İslamcıları bu kanaate itmiş olabilir diye düşünmekteyiz. Öyle ki hürriyet bütün sorunları çözecek büyülü bir kavram olarak algılanmıştı. Fakat bu algılayış çok kısa bir süre sonra İslamcıların teyakkuza geçmesine neden olmuş, özellikle kadın ve kadınların üzerinden yürüyen toplumsal yozlaşmanın tezahürü, onları kavram hakkında yeniden düşünmeye götürmüştür.

Hürriyet ve müsavat üzerine uzun soluklu makaleler kaleme alan Musa Kazım Efendi, hürriyet meselesini yeniden yorumlamaya çalışanlardandır. Lakin bazı şeyler için çok geç kalınmış, İslamcılar girdikleri yolun nereye çıkacağını pek kestirememiştir. İstibdad ve hürriyet birbirine tamamen zıt kavramlar olarak değerlendirildiğinden, istibdadın yıkılması hürriyetin gelmesi, hürriyetin sağlanması ise istibdadın ortadan kalkması olarak değerlendirilmiştir. Meşrutiyetin ilanından sonraki süreç, İslamcıların hürriyet kavramını sürekli geri itmeye çalışmasıyla geçecektir.

Musa Kazım Efendi de “azadelik, azade olmak” manasına tanımladığı kavramı, Sırat-ı Müstakim gazetesinde kaleme aldığı makalelerinde, kavramın alanını sınırlamaya çalışmakta, hürriyetin belli kaideler ve sınırlar içinde yaşanabileceğini ifade etmektedir.

“Evet, insan hür olmakla beraber bulunduğu memleketin var olan kaidelerine ve ahkâmına bağlı olmaya mecburdur. Bu bağlılık insani gereklilik ve medeni bir zarurettir. Zira insan mademki medeniyet üzerine olup toplum ile birlikte yaşama mecburiyetindedir, o halde içtimai yapıyı teşkil eden her ferdin o içtimai yapıya ait ortak menfaatlerine bağlı olması gerekmektedir. Hatta kendi şahsi menfaatini bile o umumi menfaatin faydasına olacak şekilde gözetmesi gerekir. Şahsi menfaatini umumi menfaate feda etmesi gerekir.”(5)

Musa Kazım Efendi bu satırları meşrutiyetin ilanından yaklaşık iki ay sonra kaleme almıştır. Meşrutiyetin ilanından bu kadar süre sonra her şeyi sihirli bir anahtar gibi çözecek olan hürriyetin sınırlarını daraltmaya iten sebep nedir? Giden istibdad ve gelen hürriyet, siyasi ve askeri alandan ziyade içtimai alanda ve özellikle toplumun dine karşı gösterdiği lakaytlık, İslamcıları hürriyet kavramına karşı savunmaya geçirmiştir. İttihatçılar, bütün toplumu gavurlaştırmak için hürriyet kavramını hoyratça kullanmaya, hürriyet-i şahsiye üzerinden toplumu dönüştürmeye başlamıştır. Bir din olarak İslam içtimai hayattan yavaş yavaş çekilmektedir. Musa Kazım, içtimai yapının şer’i kanunlardan uzaklaşmaması gerektiğini ifade eder.

“Mezhebi kurallar demek, şer’i kurallar demektir. Bu da Allah’ın bir lütfu olarak insanların dünya ve ahiret saadetlerini tayin ve temin eden sebeplerdendir. Bu kurallar taraf-ı ilahiden bir nebi vasıtasıyla insanlara tebliğ olunan ahkâmdır. Bu ahkâm itikat, amel ve ahlaka müteallik olup bu ahkâma uyanların saadete erecekleri ve uymayanların ise mezellete düşecekleri şüphesizdir.”(6)

Hürriyet ortamı içtimai yapıda taşları yerinden oynatmaya başlamıştır. Bunu sağlayan ise İslamcıların omuz vererek iktidara getirdiği laik zihniyettir. Kanun-i Esasi ilan olunup hürriyet ortamı sağlanmasının ardından bazı yerlerde şer’i ahkâma riayet edilmemeye başlandığı görülmekte, bunun ise bütün Müslümanları büyük bir fitneye sürükleyeceğinden korkulmaktadır. Musa Kazım Efendi bu olumsuz gelişmelere karşı hükümetin tedbir almasını istemektedir. Oysa İttihatçı zihniyetin istediği tam da budur.

İlmiye sınıfından ve medrese geleneğinden gelen Musa Kazım, şer’i daireden çıkmakta olan topluma gittikleri yolun sakıncalı olduğunu hatırlatmaya devam eder. Şerî’at-i garrâ-yı Ahmedî’de emir olunan şeylerin tamamı faydalı olduğu gibi, yasak olunan şeylerin cümlesi dahi kötüdür. Bugün bu hakikat akıl ve ilim sahiplerinin elindedir. Akıl ve ilim sahiplerinin gösterdiği yolda yürünmelidir.

Hürriyet ortamı kadınlar üzerinde olumsuz anlamda büyük etki göstermektedir. Zira hürriyet denen efsunlu kavram geldiğinde, toplumda kadın erkek, Müslüman gavur, genç yaşlı bütün kesimleri etkilemiştir. Ve özellikle kadınların Avrupai bir yaşam tarzına özendirilmeye çalışılması hürriyet kavramı üzerinden sağlanmaya çalışılmaktadır. İhtimal ki İslamcılar işin buralara kadar geleceğini pek kestirememiştir. Musa Kazım, Müslüman kadınların toplum içinde ve şer’i kuralların dışında görünür olmaya başlamasından şikâyetçidir.

“İşte şeriatımızda emir olunan şeylerden biri de iffetli İslam kadınlarının kendilerine mahrem olmayan kimselerden tesettür etmeleridir ki, o da saçları dahi dâhil olduğu hâlde vücutlarını, ziynetlerini koruyacak bir şey ile tesettüre girmeleri gerekmektedir.

Evvela kadınlar yaratılış itibarıyla nazik ve erkeklerin ilgisini çekecek şekilde olduklarından, onlar için yabancılardan tesettür etmeleri kendileri için büyük nimet ve şefkattir. Çünkü bütün güzelliği ile bir kadının, genç ve güzel bir kadının, bütün şehevi arzuların insan üzerinde şiddetle etkili olduğu böyle bir zamanda erkeklerle kendisinin gayri meşru münasebetlerde bulunmak arzusu, son derece şehvetine düşkün erkeklerle münasebette bulunması, onun kadınlık kıymetinin aşağılanmasından başka bir şey değildir.”(7)

Musa Kazım’ın ifadelerinden anlaşıldığına göre, içtimai yapı zaman itibarıyla içten içe çürümüş, hürriyet ortamı da bu çürümeyi ortaya çıkarmıştır. İslamcılar başlangıçta hürriyet telakkisini geliştirir iken büyük hata yapmıştır. Evet istibdad gitmiş hürriyet gelmiştir. Lakin gelen hürriyet ortamı, içtimai alanda büyük yozlaşma ve çöküntüyü de beraberinde getirmiştir. Kadınlar yaratılış gayesi olan annelik vasıflarından soyutlanarak, kamusal alanda şer’i sınırların dışında görünmeye başlamıştır. Musa Kazım kadınların ilk vazifesinin çocuklarını terbiye etmek olduğunu da hatırlatır.

“Mademki kadınların sorumlulukları aile işlerini düzenlemekten ve dünyaya getirdikleri çocukları terbiyeden ibarettir, şu halde onların bütün ziynetlerini takınarak, açık saçık oldukları halde kadınlık değerlerine halel getirecek olan mahallerde bulunmaları hiçbir fayda getirmez. Bilakis mükellef oldukları vazifeleri aksatmakla telafisi imkânsız zararlar ortaya çıkacaktır.”

Meşrutiyetin ilanını müteakip, çok erken dönem denebilecek bir zamanda kullanılan bu ifadeler, toplumun birdenbire ne hale geldiğini ve gidişatın nerelere kadar varacağının kestirilmesini de imkânsız kılmaktadır. Bu gidişattan en büyük darbeyi yiyen en önemli kurum ise ailedir. Kadının kamusal alanda hem de şer’i dairenin dışında var olma çabası aile kurumunu sarsmakta, aile içi ilişkileri bozmakta, eşler arası geçim de sıkıntı çıkarmaktadır.

“Bir ailenin sıkıntılardan kurtulup mükemmel seviyeye yükselebilmesi, karı ile kocanın birbirine şiddetle bağlı olması ile mümkündür. Bu şiddetli irtibat onların birbirine son derece muhabbetiyle gerçekleşir. Çünkü karı koca arasında muhabbetin dışında irtibat kuracak başka bir şey yoktur. Esasen bular birbirine yabancıdır. İki yabancıyı birbirine bağlayan, birbirine birleyen şey muhabbetten başka bir şey olmadığı açıktır. Bu muhabbetin devamını sağlayan karı kocanın iffet ve ismetini son derece muhafaza etmesidir.”(8)

Musa Kazım, hürriyet ortamının içtimai yapıyı nereden ve nasıl vurduğunu, sonuçlarının neler olabileceğini kestirmiş gibidir. Müellif, hürriyet üzerine kaleme aldığı hacimli makale serisinin tamamını neredeyse kadınların içtimai hayattaki değişen pozisyonlarına ve kadının kadim yerinden yurdundan sürülmeye başladığına hasretmiş. Tesettür bir mesele olarak tartışılmaya başlanmış ve tesettürsüz kadınlar kamusal alanda yer yurt edinmeye çalışmakta, teşvik edilmektedir.

Emrullah Efendi de hürriyet üzerine düşünüp yazanlardandır. Ona göre hürriyet, “aklın muktezası olan kanunlara itaattir.”(9) Müellif, aklın muktezası olan kanunların ve bütün hadiselerin kaynağının ve kökeninin “Cenâb-ı Hak” olduğuna işaret eder. Emrullah Efendi’ye göre hürriyet kavramı akılla irtibatlıdır. Hürriyet aklın tabii olduğu kanunlara uymaktır. Aklın üstünde de yaratılmış kanunlar olduğu için, bu kanunlara uymak zaruridir. Bu kanunlar ise Allah tarafından belirlenmiştir. Bu kanunlar insana bir sınırlama getirmektedir.

Hürriyet-i şer’iyye

Hürriyet bahsine Manastırlı İsmail Hakkı da müdahil olur. Manastırlı, Tunuslu Muhammed Mekki bin Azzûz’un (1853-1915) “İslamiyet’in Bahşettiği Hürriyet-i Amme” adlı risalesini tercüme ederek Sırat-ı Müstakim’de tefrika eder. Müellifin hürriyet kavramı hakkındaki ifadeleri dikkat çekicidir.

“Hürriyet büyük menfaatleri, büyük tehlikeleri olan hakikatlerdendir. Hürriyet tabirimizin güzel manası idrak edilir, ne anlama geldiği anlaşılır ve gereği gözetilecek olursa, anlamı üzerinde etkisine dikkat edilir ve ihtimam gösterilirse, dünya ve ahiret saadetini kazanmaya vesile olur. Vesile olacağı gibi, hakiki manası bilinmeyecek veya aşırılığa, taassuba kapılarak suiistimal kaçınılmayacak olursa, cehalet derecesinde müşkülat ortaya çıkar. 

Şahsi hürriyetin hakiki mahiyetini tayininde çıkmaz yollara düşmek, tabii hudutlarını aşmak o kadar muzır, o mertebede ifsat edici ahlak ve asayişi ihlal etmektir. Bu vadilerde koşan, böyle etkilere kapılan fertlerin az müddet zarfında intizamı kaybetmeleri ve yok olmaları muhakkaktır.”(10)

Modernleşme sürecinde ortaya çıkan hürriyet ve özellikle “hürriyet-i şahsiye”, günümüz tabiriyle “bireysel özgürlük” toplumun ahlaksızlaşmasında önemli rol oynamış bir kavramdır. Müellif öncelikle bu tanımlamadan yola çıkarak hürriyet kavramını izaha çalışır. Musa Kazım’dan farklı olarak burada hürriyet, en başta “her şeyden azadelik” değildir. Belli bir sınır çizilmektedir. Asıl hürriyet yaratılmışlardan birinin emri altında olmamak, yaratılmışlardan bir şeyin hükmünün tesiri altında kalmamak ve daima hak ve hakikate tabii olmaktır.(11) Her türlü şer’i kayıttan ve edepten uzaklaşarak arzularının ve heveslerinin girdabına düşüp sefahat hayatı yaşamak hürriyet değil hayvaniyettir.(12) 

İslamcılar, “Hürriyet-i şahsiyenin” karşısına, “hürriyet-i şer’iyye” kavramını çıkarırlar.

“Hürriyet-i şer’iyye ve makule bütün beldeleri mamur edecek, refahı kazandıracak olan önemli bir haldir ki, bu halin en hassas yanı herkesin hukukunu kazanmış olması, hiçbir ferdin mağduriyete uğramamasıdır.

Hürriyet, hukuk ilminin en başında, insanların hukukuna tecavüz etmemek şartıyla her şahsın hukukunu muhafaza salahiyeti veren bir vasıftır diye tefsir olunur. İşte gerek şer’i şerifin, gerek aklın ve gerekse hikmetin kabul ve tavsiye ettiği hürriyet bundan ibarettir.”(13)

Muhammed Mekkî de, hürriyet kavramının tanımını şer’i dairede yapmaya çalışmaktadır. Ona göre, aynı zamanda hürriyet ile adalet birbiri için gereklidir. Birinin diğerinden ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Hürriyet bulunursa adâlet, adâlet bulunursa hürriyet de bulunur. Hürriyetten mahrum kılınan milletler adâlet yüzü göremezler. Adalete mazhar olanlar hürriyet yok diye şikâyet edemezler. Her zulmün kaynağı hürriyet yoksunluğudur. Müellif, hürriyet kavramını her ne kadar şer’i dairede tanımlamaya çalışsa da nihai kertede hürriyet her hususta belirleyici makamdadır.

Said Nursi’nin hürriyet konusundaki ifadeleri de kayda değerdir:

“Ey hürriyet-i Şer’i, öyle müthiş öyle güzel müjdeli bir sada ile çağırıyorsun benim gibi bir kürdü tabakatı gaflet altında yaşamaktan uyandırıyorsun. Sen olmasaydın ben ve umum millet zindan-ı esarette kalacaktı. Seni ömür-ü ebedi ile tebşir ediyorum. Eğer aynel hayatı şeriatı memba-ı hayat yapsak ve o cennette neşvü nema bulsak ve bu millet-i mazlumede eski zamana nisbet bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum.”(14)

Said Nursi meşrutiyetle birlikte her şeyin hür olduğunu ifade eder. Şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Ona göre dikkat edilmesi gereken husus, hürriyet meselesinde şer’i zeminden sapılmamasıdır. Hürriyetin şer’i zemindeki önemine değinir ve gerçek hürriyetin nasıl olması gerektiğini açıklar.(15)

Hürriyet efsunlu, büyülü bir anlama karşılık gelmektedir ki, Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki müsavatı dahi temin edecek kavramdır.(16) Bu dönemde İslamcıların yumuşak karınlarından biri de, gayrimüslimlerle olan ilişkilerdir. Gayrimüslimler meşrutiyetin ilanıyla birlikte toplumsal tabakada öyle bir yere gelmiştir ki, iki tarafın ilişkilerinde, dinin belirleyici olması ortadan kalkmıştır. İslamcılar hürriyet kavramını yorumlarken, bu meseleye hassaten dikkat etmektedir. Özellikle Manastırlı İsmail Hakkı gayrimüslimlerin hukukunu, kadim müktesebatın ve şer’i geleneğin dışına çıkarır. Bu yeni yorumda, iki tarafın eşitliğinden ziyade, imtiyaza dönüşen bir değişim vardır. İslamcıların düşüncesinde kutsal kitapların hepsi muhteremdir.(17)

Hürriyet ortamının Müslümanlara olumlu anlamda ne getirdiği tartışılır. Fakat hürriyet ortamı İslamcıların baş tacı ettikleri gayrimüslimlere olağanüstü imkânlar tanımıştır. Hürriyet iki toplum arasına bir müsavat–eşitlik getirmemiş, gayrimüslimlere büyük imtiyazlar sağlamıştır.

II. Meşrutiyet dönemi İslamcılarının hürriyet kavramına bu denli sarılmaları ve gayrimüslimlerin haklarına gereğinden fazla itina göstermelerinin ortaya çıkardığı sakıncaları, kırk yıl önce Genç Osmanlılar dile getirmiş, zaman zaman neşrettikleri makalelerinde meselenin ehemmiyetini ifade etmiştir. 5 Ekim 1868 tarihli Hürriyet gazetesinde konu ile ilgili bir metin dikkat çekicidir. Metinde Hıristiyanlara eşitlikten ziyade imtiyazlar verildiğini, Müslümanların dahi hak-hukuk konularında gayrimüslim tebaadan çok gerilerde olduğunu ifade ederken, bunun sosyal ve siyasal alandaki tezahürlerini ele almıştır:

“Bir memuriyette bulunan Hıristiyan’ın sabit olan bir cürmü üzerine, acaba sefaretler ne derler korkusuyla azil tebdilinde Bab-ı ali birçok heyecanlar ve mütalaalar ve sefaretlerle görüşmelerinden sonra güçlükle azline karar verebilir. Fakat evvel memuriyetin sandalyesi bir kere Hıristiyan vücuduna yapışmış olduğundan ilel-ebed Hıristiyan malikânesi olmuş gibi yerine bir memur Müslüman atanmasına cüret olunamaz, mutlaka Hıristiyan’dan biri tayin edilir. Buna karşı Müslüman memurlardan gariban biri iftiraya uğrasa kimse bu adamın cürmü nedir deyip hiç kimse ağzını açıp da sual etmez. Müsavat bu mudur?”(18)

İslamcıların hürriyet ve müsavat üzerine yaklaşımları, önüne geçilemeyecek problemleri de beraberinde getirmiştir. Bu problem bir daha geri dönüşü imkânsız eşiklerin aşılmasına, Müslüman ahalinin kendi öz yurdunda parya olarak yaşamasına neden olmuştur.

Hürriyet, her halde nefse galebe edebilmektir

Zaman ilerledikçe İslamcıların hürriyete bakışı da değişir. İçtimai yapı çok hızlı bir şekilde dönüşmekte, tam bir Avrupai şekle bürünmektedir. Bütün olup bitenler meşrutiyetin getirdiği hürriyet ortamında, hürriyet-i şahsiye üzerinden meşrulaşmakta ve yaygınlaşmaktadır. Hürriyet tanımlandığı gibi büyülü bir kavrama dönüşmüş, bu büyülü kavram laik zihniyet için bulunmaz fırsat olmuştur. İbnülemin Mahmud Kemal, hürriyet üzerinden gerçekleşen bu olumsuz değişime bakarak, hürriyeti yeniden tanımlar:

“Hikmet ehlinden birine ‘hürriyet nedir’ diye sormuşlar. ‘İnsanın her halde nefsine galebe edebilmek meziyetine sahip olmasıdır’ cevabını vermiş. İşte bu güzel cevap insani faziletlerin en mükemmel tefsiri hükmünde telakki olunur. Şeref-i asliyesiyle meleklerin gıpta etmiş olduğu insanı, süfli derecelere indiren aşağılık nefsidir ki, felaha götürecek doğru bir yola sevk edilmezse hürriyet-i şahsiyesini mahvetmiş olur.”(19)

Yukarıdaki satırlar İslamcı cenahın hürriyete bakışının zamanla nasıl değişmeye başladığını göstermesi açısından dikkate değerdir. Bu satırlar da meşrutiyetin ilanından kısa bir süre sonra kaleme alınmıştır. Herkesin kendi arzu ve isteğine göre yaşama talebi, başta ahlaksızlık olmak üzere bütün olumsuzluklara kapı açmıştır. Ahlaksızlığın ve fuhşiyatın alabildiğine derinleştiği içtimai yapı, İslamcıların hürriyete bakışını da ciddi manada değiştirmiştir. Asıl hürriyet, nefsin kölesi olmamak ve hakka teslim olmaktır. 

Filibeli Ahmed Hilmi (1865-1914)

Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi de, hürriyet ile istiklali değerlendirir. Bu sefer müellif işi biraz daha ileri götürür. Hürriyet insana, istiklal ise hayvana aittir. Hürriyetin menşei, akıl ile iyiyi kötüden ayırabilmektir. İstiklalin membaı ise tabii sevk ve harekettir. Hürriyetin istiklalle arasındaki fark, insanla hayvan arasındaki fark kadar büyüktür. Bir hayvan ihtiyaç hissettiği yerde def-i hacet eder. Fakat insan, hatta bedevi ve vahşi bile olsa böyle bir harekette bulunamaz. İstiklal yalnız maddi menfaate ve tabii hareketlere bağlıdır. Hürriyet ise bu manadan ziyade manevi yöne, yani ahlak, din vs. ile sınırlıdır.(20)

Filibeli hürriyeti, fikir hürriyeti, ifade hürriyeti ve davranış hürriyeti olarak üç kısma ayırır. Fikir hürriyeti kayıtsız şartsız düşünmek demektir. Bu vadide kaldıkça hiçbir harici tesir göstermeyeceği için tamamıyla mukaddestir. Yani mütefekkirin vicdanına, samimiyetine ait olduğu için müdahaleden uzaktır. İfade ve davranış hürriyeti böyle değildir. Fikir ifade şekline girerse, sair insanlar üzerinde bir tesir etmesi muhakkaktır.(21) Filibeli bu konuya da kendi zaviyesinden açıklık getirir. Filibeli’nin fikir hürriyeti ile, ifade ve davranış hürriyetlerini tasnif etmesi dikkat çekicidir. Filibeli aynı konu üzerine makalelerini sürdürür.

Hürriyetin esasını İslam belirler

İslamcılar hürriyet ortamının getirdiği dinden uzaklaşma, ahlaksızlık, toplumda hızla yayılan her türlü münkeratı gördükçe, hürriyete karşı ifadelerini de sertleştirir. “Hakiki hürriyet, nefse hâkimiyettir” düsturuna dayanmaya başlarlar. Hürriyetin mahiyetini belirleyen İslam’dır.

Nefsine, kendisine, kendi hissiyat ve efkârına sahip olmayan insan hiçbir zaman hür olamaz. Hakiki hürriyetin esası, siyasi teşkilat ve yasalardan evvel insanların kalp ve zihinlerinde yer bulmalıdır. Kaynağı insanın kalbi ve zihni olmayan hürriyet ne ahlaki ne de daimi olabilir. Geçici rüzgâr gibidir. Bir gün gelir bir gün gider. Zira hürriyet esaretle birlikte yaşayamaz. Dahilen esir olanlar, zahiren hür olamazlar. Batınen nefsani girdabın içinde boğulup kalanlara, haricen ne kadar serbestlik verirseniz verin yine esir kalırlar. Esaretin esas kaynağı kalp ve zihin olduğu gibi, istibdadın ve esaretin de esas kaynağı kalp ve zihindir.(22) Müsavat, uhuvvet ve hürriyetin esaslarını İslam Dini ortaya koymuştur ve bunlara iyi sarılmak gerekmektedir.(23)

Geç kalınmış fark ediş

Meşrutiyet öncesi hürriyet kavramı tam olarak istibdadın karşısında konumlanır ve hürriyetin şeriatla olan ilişkisi kurulmazken, meşrutiyetin ilanından kısa bir zaman sonra hürriyet tanımlarında şeriatın öne çıkmaya başladığı görülmektedir. İslamcılar gelinen eşikte, içtimai yozlaşmanın önüne geçebilmek için şeriat vurgusuna hassaten önem verirler. 

İslamcılar, hürriyeti şeriat ile sınırlamaya çalışmaları karşısında başka ve önemli bir sorunla daha karşılaşmıştır. O sorun, gelinen halihazırda, şeriatın içini nasıl dolduracakları ile alakalıdır. Zira meşrutiyetin ilanına kadar, istibdaddan kurtulmanın imkânını yeniden şeriata dönmekte değil Avrupai tip laik parlamenter sistem olan meşrutiyette ve anayasal düzende görmüşlerdir. Yeni siyasi yapılanmanın hukuki, iktisadi ve içtimai öncelikleri, hemen hemen her sahada birbirini reddetmekte ve genellikle de şeriat görmezden gelinmektedir. Fakat hürriyet, özellikle içtimai alanda, kadın erkek ilişkilerinde Müslümanlık yaşam tarzına muhalefet etmeye ve işler çığırında çıkmaya başlayınca, şeriat mecburi olarak yeniden mihenk taşı olmaya başlamıştır.

Bir bakıma biraz geri dönüş olan bu durum, kavramların asli manasına dönme çabası olarak da görülmektedir. Hürriyet kavramı da şer’i çizgiye getirme ve aslında insana hakiki hürriyeti veren dinin İslam olduğunu ifade etmek bu çabanın tezahürüdür. Bir bakıma bu çaba, geç kalmış fakat yerinde ve kritik bir müdahaledir. Hürriyet kavramının anlam sahasını belirlemeye çalışan İslamcılar, hürriyet adı altında İslam’ın emir ve yasaklarının ihlal edilmesinin önüne geçmeye çalışırken, diğer taraftan da şahsi hürriyetin toplum için feda edilebileceğinin altını kalın çizgilerle çizmektedir. Lakin vazgeçilemeyen problemli yan, hürriyet ile istibdad arasında sürekli gelip gitmektir.

Hürriyetin sınırlarını tayin etmek ve şer’i çizgiye çekmek için şeriatın varlığına ve şeriatın ahkâmına ihtiyaç vardır. Bu sebepten insanların tâbi olabilecekleri sınırlar ancak şeriatın çizdiği sınırlardır. İnsanların medeniyet ve içtimai hayatlarını aksatacak noksanlıklar ve fesat giderilerek, onlara hürriyet ve serbestlik vermek için bir kanuna ihtiyaçları vardır. Ve bu kanun Allah tarafından vaz edilmiş olmalıdır.(24)

İslamcılar 20. yüzyılın başlarında istibdadın karşısına meşrutiyet ve hürriyeti koymuşlar, hürriyet ortamının sağlanabilmesi için istibdadın ortadan kalkması gerektiğini düşünmüşlerdir. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte sağlanan hürriyet ortamı, Müslüman memlekette birdenbire beklenmedik bir rüzgâr estirerek, beklentilerin tam aksi gelişmelere yol açmıştır. Gelen hürriyet sadece Müslümanlara değil, memlekette var olan bütün düşünce ve kültürlere de gelmiştir. Bu sebepten içtimai yapıda dine karşı bir lakaytlık ve ahlaksızlık baş göstermeye başlamıştır.

21. yüzyıla gelindiğinde bu kez İslamcılar, despotizmin karşısında demokrasi ve özgürlük kavramlarını koydular. Özgürlük ortamının sağlanabilmesi için despotizmin ortadan kalkması gerektiğini düşündüler. Muhafazakârların iktidara gelmesiyle despotizm göreceli olarak aşağılara itildi, bireysel özgürlükler de yine göreceli olsa da sağlandı. İslamcılar bu gelişmeleri büyük bir zafer havasında savunmuş ve sahiplenmiştir. Fakat İslamcıların hesap hatası yaptıkları yer, sağlanan özgürlük ortamının demokratik temelli olması ve toplumun bütün kesimlerine hitap ediyor bulunmasıdır. 21. yüzyılın başında kazanılan özgürlük de, 20. yüzyıl başlarında kazanılan hürriyet gibi sıkıntılı sonuçlar ortaya çıkarmış, dini ve ahlaki yozlaşma önüne geçilemez bir hal almıştır. Ve gelinen bu durumu, halihazırda yaşamaktayız.

Dipnotlar

(1) Mustafa Çağrıcı, Hürriyet, DİA, cilt 18, sayfa 505

(2) Namık Kemal, Hürriyet, Hürriyet, sayı 58, sayfa 1, tarih 02 Ağustos 1869

(3) Musa Kazım, Hürriyet Müsavat, Sırat-ı Müstakim, cilt 1, sayı 1, sayfa 2, tarih 27 Ağustos 1908

(4) Musa Kazım, a.g.m.

(5) Musa Kazım, Hürriyet Müsavat, Sırat-ı Müstakim, cilt 1, sayı 2, sayfa 20, tarih 03 Eylül 1908

(6) Musa Kazım, a.g.m.

(7) Musa Kazım, a.g.m.

(8) Musa Kazım, Hürriyet Müsavat, Sırat-ı Müstakim, cilt 1, sayı 3, sayfa 37, tarih 10 Eylül 1908

(9) Emrullah Efendi, Terbiye ve Esasları, Sırat-ı Müstakim, cilt I, sayı 16, sayfa 249, tarih 10 Aralık 1908

(10) İslamiyet’in Bahşettiği Hürriyet-i Amme, Sırat-ı Müstakim, cilt 1, sayı 23, sayfa 354, tarih 28 Ocak 1909

(11) Sırat-ı Müstakim, cilt 2, sayı 27, sayfa 2, tarih 25 Şubat 1909

(12) Sırat-ı Müstakim, a.g.m.

(13) Sırat-ı Müstakim, a.g.m 

(14) Said-i Kürdi, Nutuk, sayfa 4, Der-saadet İkbal-i Millet Matbaası, 1326

(15) Said-i Kürdi, Hakikat, Volkan, cilt I, sayı 70, sayfa 3, tarih 11 Mart 1909

(16) Sırat-ı Müstakim, cilt 1, sayı 24, sayfa 386, tarih 11 Şubat 1909

(17) Sırat-ı Müstakim, a.g.m.

(18) Mesele-i Müsavat, 05 Ekim 1868, Hürriyet, sayı 15, sayfa 1-6

(19) İbnülemin Mahmud Kemal, Hürriyet, Beyanülhak, cilt II, sayı 36, sayfa 830

(20) Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet, Adalet-Hürriyet ve İstiklal, Hikmet, cilt I, sayı 7, sayfa 5, tarih 2 Haziran 1910

(21) Filibeli, a.g.m.

(22) Hürriyet-i Hakikiyye, Nefse Hakimiyettir, Sebilü’r-Reşad, cilt VIII, sayı 24-206, sayfa 471, tarih 15 Ağustos 1912

(23) Aksekili Ahmed Hamdi, Sebilü’r-Reşad, cilt 8, sayı 187, sayfa 83, tarih 4 Nisan 1912, Abdürreşid İbrahim, “İslamiyet’te hürriyetin esası, kelime-i tevhiddir” diyerek hürriyet kavramına daha dikkat çekici bir anlam veriyor. Abdürreşid İbrahim, ed-Dinü’l-fıtri, sayfa 6, İstanbul, Necm-i İstikbal Matbaası, 1340

(24) İskilipli Mehmed Atıf, İnsanların Bir Kanuna İhtiyaçları, Beyanülhak, cilt I, sayı 9, sayfa 187, tarih 30 Kasım 1908

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *