Olay ciddi bir ders niteliğindedir!

Olay ciddi bir ders niteliğindedir!

Ukrayna’nın Rus işgaline uğraması, her şeyden önce şüphesiz bir sistem sorunudur. Güçlü bir devletin Birleşmiş Milletlere, NATO’ya, uluslararası hukuka ve diğer uluslararası aktörlere rağmen zayıf bir devletin toprak bütünlüğünü ve egemenlik haklarını nasıl ihlal edebileceğini dünyaya göstermesi bakımından ciddi bir ders niteliğindedir.

Rus ruletini kim kazanacak?

Doç. Dr. İsmail Şahin / Star Açık Görüş

Uluslararası ilişkilerde devletlerin davranışlarını belirleyen temel motivasyonlardan birisi de güç elde etme mücadelesidir. Bu nedenle birçok devlet, güvenlik kaygılarını asgari düzeye indirebilmek adına güce ziyadesiyle önem verir ve bu bağlamda gücü uluslararası hukuktan önceler. Zira bazı devletler uluslararası hukuku, kendi ulusal çıkarlarını gerçekleştirmede bir engel olarak görürlerken bazıları da onun kendi güvenliğini sağlamada yetersiz olacağını varsayar.

Kuvvet kullanma sorunu

Doğal olarak uluslararası hukuka duyulan saygı ve inancın zayıflığı, devletlerin sorunlarını çözmede kuvvete başvurma alışkanlığını devam ettirmesine yol açmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkisinden itibaren devletlerin kuvvet kullanma sorununa kalıcı bir çözüm bulma çabası devam ediyor. Öyle ki savaşın sonunda kurulan Milletler Cemiyeti; sonrasında imzalanan Briand-Kellog Paktı gibi gelişmelerin ana amacı, savaşı bir dış politika aracı olmaktan çıkarmaktı. Fakat bu iyimser girişimlerden istenilen başarı elde edilemedi ve dünya yeniden büyük bir savaşın içerisine sürüklendi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu defa, ortak güvenlik sistemi üzerinden savaşların çıkmasını önlemek ve böylece küresel barış ve istikrarı muhafaza etmek amacıyla Birleşmiş Milletler (BM) kuruldu. Birleşmiş Milletler Antlaşması ile tüm devletlere kuvvet kullanma yasağı getirilmişti. Buna göre devletler, aralarındaki uyuşmazlıkları çözmede silaha değil barışçıl araçlara müracaat edeceklerdi. Ancak sistemin esas meselesi güçlü devletlerdi. Zira bu devletler, çıkarlarına dokunan ihtilaflarda, askeri tedbirlere kolayca başvurabiliyordu. Nitekim uluslararası devletler sisteminde, büyük devletleri sınırlayabilecek ölçüde güçlü bir üst otoritenin varlığı söz konusu değildir. Tüm devletleri bağlayan Birleşmiş Milletler Antlaşması’na göre iki istisna dışında, devletlerin kuvvet kullanması yasaklanmıştır. Bunlardan birincisi, meşru müdafaa halidir. Buna göre devletler, silahlı bir saldırıya uğramaları halinde bu tehdidi bertaraf etmek için kuvvet kullanabilirler. İkincisi ise BM Antlaşması ile Güvenlik Konseyine verilen yetkidir. Bu doğrultuda Güvenlik Konseyi, uluslararası barış ve güvenliğin tehlikeye düşmesi durumunda kuvvete müracaat edebilir. Ancak bu yasağa rağmen uygulamalara bakıldığında bilhassa güçlü devletlerin, uluslararası hukukun kuvvet kullanma yasağına pek riayet etmedikleri görülür. Bunun yanında küresel barış ve düzeni korumakla mükellef kılınmış Güvenlik Konseyinin de yapısal sorunlarından dolayı, barış ve güvenliği korumada yeterli bir başarı gösteremediği söylenebilir.

Uluslararası hukuk referans alındığında, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik başlattığı silahlı saldırı, BM Antlaşması’nın ikinci maddesinin dördüncü fıkrasında (2/4) yer alan, “tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı, gerek Birleşmiş Milletlerin amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar” hükmüne açık bir ihlal oluşturmaktadır.

Haklı ve meşru değil

Nihayetinde Devlet Başkanı Vladimir Putin liderliğindeki Rusya’nın, Ukrayna’nın meşru ve yasal toprağı olan Kırım Özerk Cumhuriyeti’ni ilhak ettiği 2014 yılından bugüne, Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne ve egemenlik haklarına, kendi jeopolitik kaygılarını öne sürerek tecavüz ettiği bilinen bir gerçektir. Rusya’nın bu hususta hiçbir haklı ve meşru yanı söz konusu değildir. Ancak yukarıda da bahsekonu edildiği üzere, Rusya’yı Ukrayna’nın haritasında değişiklik yapmaya iten başlıca dürtü, kendisini sınırlayacak bir hukuk düzeninin veya üstün bir gücün olmadığına ilişkin duyduğu inançtır. Zira uluslararası düzeni koruyup kollayacak, düzeni bozanı cezalandıracak bir “jandarma mekanizması” henüz işlerlik kazanmış değildir.

Ontolojik sorun

Bu durumda hukuki veyahut ahlaki argümanlar yerine, realpolitik ve jeopolitik gerçeklik üzerine dış politikasını inşa eden Rusya için önemli olan prensip, güçtür. Aslında bu, Rusya’da var olan ontolojik bir sorundur. Rusya’nın uluslararası ilişkiler tarihinde belirleyici olanın, hukuki ve ahlaki kurallar değil askeri güç olduğu rahatlıkla görülebiliyor. Dolayısıyla, “güçlüler muktedir oldukları şeyi yaparlar, zayıflar da kabul etmek zorunda oldukları şeyi kabul ederler” düsturunun, Rusya’nın dış politika lügatinde önemli bir yer işgal ettiği söylenebilir. O nedenle Rusya, ülkesini güçlü gördüğü dönemlerde, kendisini hukuk ve etik kurallarla sınırlandırmak istemez. Böylesine bir davranışı ulusal çıkarlarına aykırı bulur. Bu yüzden güç, Rusya için doğal bir kanundur ve uluslararası hukuktan da önce gelir. O nedenle Moskova’nın kudret elde etme arzusu, ıslah ve iflah olmaz bir duygudur. İster Çarlık isterse Sovyet devrinde olsun, Rus devlet adamlarına göre, Rusya’nın güvenliğini hukuk yoluyla korumaya çalışmak, Batılı güçlere av olmaktan öte bir şey değildir. Bu noktada Rusların, ahitlerin gücüne değil de silahların gücüne iman ettikleri ileri sürülebilir.

Rusya nazarında Ukrayna’nın yeri ve önemi, tarih boyunca her zaman farklı olmuştur. Öncelikle bu toprak parçası, madden ve manen Rusya’nın ayrılmaz bir parçası olarak tasavvur edilir. Doğu Slavları grubunda bulunan ve tamamı Avrupa sınırları içerisinde yer alan ülkeler arasında, en büyük yüzölçümüne sahip Ukrayna, Slav Birliği’nin yapıtaşlarından birisi olarak algılanır. Bu nedenle Rus siyasi düşüncesinde, Kiev’in maddi ve manevi değeri Moskova’dan hiç aşağı görülmez. Müşterek tarihin, kültürün ve dinin tamamlayıcısı olarak düşünülür. Manevi bağın yanında, Ukrayna coğrafi konumu itibariyle de Rusya’nın gözünde oldukça değerlidir. Nitekim Ukrayna, Rusya’nın Balkanlar, Karadeniz, Azak Denizi, Doğu ve Orta Avrupa ile olan ilişkilerinde hassas bir yere sahiptir. Özellikle Rus jeopolitiğinde Karadeniz’e atfedilen önem dolayısıyla Moskova, kuvvetler dengesi bakımından Ukrayna’nın NATO ve AB üyesi olmasını ulusal bir tehdit olarak tanımlamaktadır.

Eski Sovyetler Birliği ülkelerinden Baltık Denizi’ne kıyısı bulunan Estonya, Letonya ve Litvanya’nın 2004 yılında AB ve NATO üyesi olması; diğer taraftan da aynı yıl eski Doğu Bloku ülkelerinden Karadeniz kıyısında yer alan Bulgaristan ve Romanya’nın NATO üyesi olması ve 2007 yılında da AB üyeliğine kabul edilmeleri, Rusya tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Kremlin tüm bu gelişmelerin ABD ve NATO tarafından, Rusya’yı zayıflatmak ve Baltık’tan Karadeniz’e kadar çevreleyip kuşatmak için kullanıldığını öne sürmüştür. Bugün de Moskova, benzer kaygılarla Ukrayna’nın AB ve NATO ile ilişkilerine sıcak bakmamaktadır. Ancak yukarıda da bahsedildiği üzere bunların hiçbiri Rusya’nın Ukrayna işgaline meşruiyet kazandıramaz.

Bir sistem sorunu

Ukrayna’nın Rus işgaline uğraması, her şeyden önce şüphesiz bir sistem sorunudur. Güçlü bir devletin Birleşmiş Milletlere, NATO’ya, uluslararası hukuka ve diğer uluslararası aktörlere rağmen zayıf bir devletin toprak bütünlüğünü ve egemenlik haklarını nasıl ihlal edebileceğini dünyaya göstermesi bakımından ciddi bir ders niteliğindedir. Bu bağlamda Moskova’nın Ukrayna ve Batı’dan beklentisi, 1938 yılında imzalanan Münih Antlaşması’nda Almanya’ya sağlanan iltimasın bir benzerinin Rusya’ya da yapılmasıdır. Münih’te İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya bir araya gelerek Çekoslovakya’nın stratejik öneme sahip Südet bölgesinin Almanya’ya verilmesini kararlaştırmışlardı. “Yatıştırma politikası” olarak adlandırılan bu siyasetin amacı, Hitler’i memnun ederek Avrupa barışını temin etmekti. İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain, Münih Antlaşması’nı büyük bir zafer olarak tanımladıktan sonra şöyle demişti: “Size bugün onurlu bir barış getirdim.” Fakat yatıştırma politikasının savaşa açılan tüm kapıların kilidini kapatmak yerine açtığı, çok geçmeden anlaşıldı. Sonrası zaten malum!

Rusya ile Ukrayna arasında devam eden müzakerelerde Moskova’nın talepleri, yukarıdaki yönüyle Münih Konferansı’nı anımsatıyor. Geçtiğimiz günlerde Kremlin sözcüsü Dmitri Peskov, Rusya’nın askeri harekâtı durdurmak için Ukrayna’nın yerine getirmesi gereken şartların neler olduğunu açıkladı. Birincisi, Ukrayna’nın tarafsızlığını garantileyecek biçimde anayasasını değiştirmesi. İkincisi, Ukrayna’nın Kırım’ı Rus toprağı olarak tanıması. Üçüncüsü ise Donetsk ve Lugansk bölgelerinin bağımsızlığını tanıması. Putin’in Ukrayna’ya saldırmasındaki strateji çok açıktı: Bir oldubitti meydana getirerek mevcut koşulları kendi lehine çevirmek. Bir başka ifadeyle, Ukrayna’yı savaş koşullarında tutarak Rus taleplerine direnmesini engellemek. Zira Putin, amaçlarına ulaşmak için savaş ortamında elinin daha güçlü olacağını hesaplıyordu. Batı’nın kapsamlı yaptırımlarına rağmen geri adım atmamasını sağlayan temel güdünün bu düşünce olduğu söylenebilir. Bununla birlikte Putin’in Ukrayna’da bir Pirus Zaferi’ni de göze almış olduğu açık bir şekilde okunabiliyor. Şayet Rusya’nın bu talepleri olumlu karşılanır ve bu çerçevede Ukrayna’nın işgal altında bulunan topraklarının Rusya’ya geçmesine müsaade edilirse, kuşkusuz bu kayıp sadece Ukrayna’nın değil aynı zamanda tüm Batılı güçlerin, kurumların ve de uluslararası sistemin hanesine de yazılacaktır. Bunun aksine Moskova’nın talepleri karşılanmaz ve uygulanan yaptırımlarla veyahut başvurulacak başkaca tedbirlerle Rusya’nın geri adım atması sağlanırsa bu defa Rusya oynadığı ruleti, uzun bir süre oynamamak üzere sahneden ayrılacaktır.

Şimdiye kadar meydana gelen gelişmeler esas alındığında, birinci olasılığın gerçekleşme ihtimalinin yüksek olduğu görülüyor. Ukrayna’nın Avrupa Birliği, NATO ve ABD’ye duyduğu güvenin sıfırlanmaya doğru hızla ilerlediği; hatta bu kurumlara karşı büyük bir öfkenin ortaya çıkmaya başladığı fark edilebiliyor. Bu kapsamda Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski’nin, NATO’nun Ukrayna hava sahasını uçuşa yasak bölge ilan etmemesi üzerine yaptığı açıklamada, “NATO uçuşa yasak bölge oluşturulmasını reddederek Ukrayna’nın şehir ve kasabalarının bombalanmasına yeşil ışık yaktı” ifadelerine yer vermesi ve ardından, “bugünden itibaren ölen insanlarımız sizin yüzünüzden ölecek” sözünü kullanması, Batılı güçlerin vaatleri karşısında yaşanan hayal kırıklığını yansıtması bakımından oldukça önemliydi.

(Doç. Dr. İsmail Şahin, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *