Allah’a İman Etmek Ne Demektir?

Allah’a İman Etmek Ne Demektir?

İlimsiz, ilme/vahye dayanmayan bir inanç asla “iman” niteliği kazanamaz, iman katına yükselemez. İnancı imana dönüştürecek olan, onu tashih edip sahih zemine kavuşturacak ve onu şuurla teçhiz edecek olan ilim ve ilme dayalı bilinçtir.

Temel İman İlkelerini, Kur’an’daki Esmâ İle Kavramak -VII-

Şükrü Hüseyinoğlu

İmanın, akidenin (iman ve ittiba akidinin) temeli, bilindiği üzere Âlemlerin Rabbi Allah’a iman etmektir. Bu itibarla, “iman” ne demektir, “iman etmek” ne demektir ve neye tekabül etmektedir, öncelikle bunları bilmek gerekir. İmanın ve iman etmenin mânâsını ve şümulünü bilmeyen bir insanın “iman ettim” demesinin gerçek anlamda bir karşılığı yoktur.

“İman, ‘emn’ kelimesinden türemiştir. Kelime anlamı, verilen habere inanma, haberi getiren kimseyi doğrulama, güvenme, itimat duyma demektir.(1) Sözlükte ‘güven içinde bulunmak, korkusuz olmak’ anlamındaki emn (emân) kökünden türeyen iman, ‘güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak’ demektir.”(2)

Günümüzdeki kavram kitaplarının ana kaynaklarından olan Müfredât’ta İsfahani, “iman” kavramını öncelikle lügat açısından inceler ve ardından Kur’an’ın ona kazandırdığı ıstılahi anlama değinir. Lügat açısından şu bilgileri verir: Emn kelimesinin asıl anlamı, gönül huzuru ve korkunun bertaraf olmasıdır… Emene ise, sadece iki anlamda kullanılır: Birincisi geçişlidir ve kendi kendine muteaddî manası taşır. Bu anlamda ementuhu denir ki, ona güven verdim/onu güvenliğe kavuşturdum demektir. Onun için, Allah’a mü’min denebilmektedir. İkincisi muteaddî değildir; emene güven sahibi oldu veya güven içinde yaşadı manasına gelir.”(3)

İsfahani, kavramın ıstılahi karşılığını ise şu şekilde özetler: “…insanın, doğruluğunu tasdik ederek Hakka boyun eğişini (bağlanışını) dile getirir. Bu da üç şeyin bir arada bulunmasıyla gerçekleşir: Kalp ile tahkik/tasdik, dil ile ikrar ve organların hayatta buna uygun amel işlemeleridir.”(4)

Evet, iman; emin olmaktır. Güvenmektir. İman, tasdiktir. İman, kalbi, kavli ve fiili bütünlükte Allah’ın dinine bağlanmak ve boyun eğmektir. “İman” kavramının Kur’an’daki (dolayısıyla İslami ıstılahtaki) kullanımında iki ana anlam söz konusudur: Birincisi tasdik etmek, ikincisi güvenmek. 

O halde Allah’a iman etmek demek, O’nun varlığını ve noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla mücehhez oluşunu şeksiz-şüphesiz tasdik etmek ve O’na ve vahiyle bildirdiği ölçülere mutlak bir güven duyup, o ölçülere tâbi olmakla dünya ve âhiret saadetinin temin edileceğine dair kesin bir inanış ile Allah’ın hükümlerine itaat ve ittiba etmek demektir.

Şahsen, kimi Kur’ani kavramların başka dillere hakkıyla çevrilmesi imkânı bulunmadığını, meallerde başta olmak üzere o kavramların söz konusu edildiği sözlü ve yazılı hitaplarda kavramların aslının kullanılması gerektiğini düşünmekteyim. İman, sâlih amel, ittiba, takva, velâyet kavramları gibi… Bu kavramların karşılığı olarak kullanılan “inanmak”, “iyi/faydalı iş yapmak”, “uymak”, “sakınmak”, “dostluk” gibi kelimelerin bu asli, inşa edici kavramları karşılamaktan çok uzak olduklarına kaniyim.

Bu durumu tamir etmek gayesiyle, bu kavramları karşılamak için üretilen başka karşılıkların ise, kavramın esas anlamından uzaklaşmayı doğurduğunu görmekteyiz, ki bu da kaş yapmak isterken göz çıkarma misalini hatıra getirmektedir. 

Takva kavramı için, bildiğimiz kadarıyla ilk olarak Muhammed Esed tarafından gündeme getirilen ve onun etkisiyle yaygın bir kullanım haline gelen “sorumluluk bilinci” meallendirmesini bu konuda misal verebiliriz. Bu meallendirme takva kavramının bir boyutuna tekabül etmekle birlikte, onun temel anlamına isabet etmediği gibi şümûlünü karşılamakta da aciz kalmaktadır.

Bu gibi temel, inşa edici Kur’ani kavramların orijinallerinin kullanılıp, muhatapların idrakinde anlamlarının yerleşmesi için gayret edilmesi daha doğru ve faydalıdır düşüncesindeyim, Allahu âlem.

Şeksiz-şüphesiz tasdik ve mutlak güvenin ise, ancak bilgi (ilim) ve bilinç (şuur) temelinde gerçekleşecebileceği ise açıktır. İşte bu noktada, temel iman esaslarının birbirinden ayrılmazlığı gündeme gelmektedir, ki hepsinin de esası gaybe imandır.(5)

Allah’a İman, Ancak İlim Temelinde Mümkündür

Allah’a iman etmek, insanlık tarihinde ve günümüzde genelde zannedildiği ve kastedildiği gibi, Peygamberlerin kendisinden vahiy alıp insanlara aktardığı bir yaratıcının varlığına inanmak demek değildir. Dahası, O’nun vahiyle bildirdiği üzere Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik edip, isim ve sıfatlarını (esmâsını) ezberleyip tekrarlamak da değildir. 

Allah’a iman etmek demek, O’nu kendisinin vahiyle tanıttığı üzere tanımak ve salt zatında değil, isim ve sıfatlarında da tevhid ederek O’nu ve dolayısıyla insanlar için bildirdiği hayat nizamını tasdik etmektir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı kendisinin vahiyle tanıttığı üzere tanımak demek de, doğal olarak ilim sahibi olmayı, vahiyle/Kitab-ı Kerim’le hemhal olmayı gerekli kılmaktadır. Zira Rabbimiz kendisini bize Kitab-ı Keriminde tanıtmaktadır.

İman iddiasında olan insanın önünde iki yol bulunmaktadır. Âlemlerin Rabbi Allah’ı ve O’nun bildirdiği Kitablara, Peygamberlere, Meleklere, Âhirete/Hesap Gününe iman başta olmak üzere tüm iman esasları ile o esaslara dayalı hayat nizamını ya bizatihi O’nun vahyinden öğrenecek, ya da tüm bu esaslar konusunda geçmişte ve günümüzde insanların kendi heva ve vehimleriyle ürettikleri algıları din olarak benimseyip yaşatacaklardır. 

Rabbimizin Bakara sûresi 78. ayet-i kerimede belirttiği üzere, vahiy bilgisinin olmadığı yerde boşluğu emaniyye (ümniyyeler; hiçbir dayanağı olmayan boş temenniler, kulaktan dolma bilgiler, kuruntular) ve zanlar dolduracaktır. Bu durumda, insanlar Allah’a iman ettiklerini zannedecek, fakat aslında kendi vehim ve kuruntularıyla şekillendirdikleri bir “Tanrı” algısını Âlemlerin Rabbi allah’ın yerine ikame ettiklerini fark edemeyeceklerdir.

Vahyin tanıklığıyla biliyoruz ki, insanların çoğu imanlarına zulüm/şirk bulaştırmadan iman etmemişler, etmemektedirler.(6) İşte bu acı gerçeğin sebebi, insanların çoğunluğunun Allah inancının, O’nun vahiyle kendisini tanıttığı üzere değil, geleneksel, modern, post-modern kabuller, vehimler, yönlendirmeler temelinde şekilleniyor olmasıdır. Bu durum geçmişten günümüze böylece devam etmektedir.

Tabi modern ve post-modern denilince akla sadece son birkaç asırlık dönemle sınırlı bir zaman dilimi gelmemelidir. İnsanlık tarihinin her diliminde, o zaman dilimine has “modernist” ve “post-modernist” ilhad biçimleri kendini gösteregelmiştir, ki Kur’an bize, câhiliye Mekke’sindeki geleneksel ilhadı haber verdiği gibi, “modernist ve “post-modernist” ilhad biçimlerini de haber vermektedir. Yeter ki biz Kur’an’ı güncel mesajları boyutuyla okumayı bilelim.

Peygamberlerin getirdiği vahiy mesajı, her dönemde öncelikle bu temel sapmayı/ilhadı konu edinmiş, insanların kendi tahayyüllerinde vehmettikleri, türlü yanlışlarla malul “Allah” inancını tashih etmeyi hedeflemiştir.

Nitekim, Rasulullah (a.s.)’ın risâleti öncesi, Allah’ın varlığına, zati anlamda birliğine, kâinatı idare etmekte olduğuna, yağmurları yağdırıp canlıların rızıklarını temin ettiğine inanan ve O’nun rızasını kazanmak için başta İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s.)’dan bu yana aksatılmadan uygulanagelen hac ve kurban olmak üzere dini bir pratik üzere bulunan Mekkeliler ve onlar özelinde tüm insanlığa hitap etmek için Hira mağarasında Rasulullah’a inzal edilmeye başlayan vahyin ilk ayetleri, mevcut Allah inancını tashih edip, yerine tevhid esasına dayalı Allah inancını ikameyi içermektedir.

Evet, onlar İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s.)’ın risaletine dayanan bir “Allah” inancına sahiptiler, ancak bu inanç artık onların vahye dayalı olarak insanlara anlattığı/öğrettiği Allah inancı değildi. Kendisine ancak aracı-yarı “ilahlar” vasıtasıyla ulaşılabilen “uzak” bir varlıktı onların inandıkları. Gökleri idare eden, insanların rızıklarını yaratıp hayatlarını sürdürmelerini temin eden, ancak kendi hayatları üzerinde belirleyici olmayan bir “Allah” inancına sahiptiler.

Bu sebeple vahiy ilk olarak, onların algısındaki yanlış “Allah” tasavvurunu tashih etmenin ilk adımlarıyla, Âlemlerin Rabbi’ni doğru tanımanın ilk dersleriyle başladı, yeryüzüne seslenmeye. Öncelikle “Rab” ismine/sıfatına vurgu yaptı, ki onlar Rab kelimesinin neye tekâbül ettiğini çok iyi biliyorlardı. 

Yani vehmettikleri gibi fert ve toplum hayatına müdahil olmayan, toplumun sevk ve idaresinde insanları kendi hevalarıyla başbaşa bırakan bir “Allah” tasavvurunun yanlış olduğuna vurgu ile başladı vahiy. O, insanı yarattığı gibi, ona neye, niçin ve nasıl inanması ve neyi, niçin ve nasıl yaşaması gerektiğini de öğreten, yol gösterici, yol göstermenin, hükmün kendisine mahsus olduğu yegâne İlah ve Rab idi.

“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı alaktan yarattı. Oku! Rabbin büyük kerem sahibidir. Ki O, insana kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.” (Alak, 96/1-5)

Bu ilk ayetlerde, Âlemlerin Rabbi’nin ekrem/ikram sahibi oluşuna vurgu yapıldıktan sonra, en temel ikramı olarak, insana kalemle yazmayı ve bilmediklerini öğretmesinin zikredilmesi, hakikaten üzerinde önemle durulması gereken bir hususiyettir. Nitekim ilk insan olan Adem (a.s.)’a da Rabbimizin en temel ikramı “isimleri öğretmesi” idi.(7)

Rahman sûresinde Rabbimizin bize ikramı olarak ilk zikredilen de, bize Kur’an’ı öğretmiş olması, yani bize dünya ve âhiret saadetimizi temin edecek yol göstericiliği bildirmiş olmasıdır. Öyle ki, bu ikram, yaratılma ikramından dahi önce zikredilmiştir.(8)

Demek ki her şeyin başı ilimdir. O halde, ilimsiz, ilme/vahye dayanmayan bir inanç asla “iman” niteliği kazanamaz, iman katına yükselemez. İnancı imana dönüştürecek olan, onu tashih edip sahih zemine kavuşturacak ve onu şuurla teçhiz edecek olan ilim ve ilme dayalı bilinçtir.

Kitab-ı Keriminde kendisini isim ve sıfatlarıyla tanıttığı şekilde tanınmayan, insanların geçmişte ve günümüzde heva ve vehimleriyle oluşturdukları algılara dayalı olarak yaşatılan “Allah” inancı, Allah’a iman olarak nitelendirilmeyi hak etmez. Allah’a iman, O kendisini vahyinde kullarına nasıl tanıtmışsa o ilim ve o ilme dayalı şuurla, tevhid esası üzere O’nu tasdik etmektir.

Evet, Allah’a iman etmek demek, O’nu kendisinin tanıttığı gibi tanıyıp öylece tasdik etmektir. İnsanların çoğunluğuna göre, O yaratandır. Ancak Onun vahyine göre ise, O yaratan olduğu gibi emreden,(9) yol gösteren,(10) hükmedendir(11) de. İnsanların çoğunluğuna göre, O göklerin Rabbidir. O’nun vahyine göre ise, O göklerin olduğu gibi yerin ve ikisi arasındakilerin de, kısacası her şeyin Rabbidir,(12) egemenlik ve otoritenin yegâne sahibidir.(13)

İnsanlığın Asli İlhadı: Allah’ı Hakkıyla Takdir Edememek

Rabbimiz, insanlığın bu temel ilhadını/sapmasını şöyle haber vermektedir:

“Onlar, Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Oysa Allah güçlüdür, azizdir.” (Hacc, 22/74)

“En güzel isimler Allah’ındır, O’na o isimlerle dua edin, O’nun isimleri konusunda ilhada/eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.” (A’râf, 7/180)

Bilindiği gibi insanlık tarihinde Allah’a inanmayan insanlar çok az olmuştur. Genelde insanlar bir yaratıcının varlığına inanmış ve O’na yaklaşmak ve O’nu razı kılmak için ibadetlerde bulunmuşlardır. İnsanlık tarihindeki temel sorunun inançsızlık değil yanlış inanç olduğunu görüyoruz. Tarihte olduğu gibi bugün de insanların çoğu Allah’a inanmaktadır, fakat yine mesele bu inancın mahiyetinde ortaya çıkmaktadır.

Bugün de temel sorun, Allah’ı hakkıyla takdir edememek, Allah hakkında doğru bilgi ve inanç yerine, yanlış anlayış ve tasavvurların hâkim oluşudur.

Yüce Allah’ı doğru tanımak ve O’na gereğince iman etmek, doğru bir din ve hayat tasavvurunun temelini oluşturmaktadır. Aksi durumda ise gerek din algısı, gerekse toplumsal ve siyasal işleyişlerde şirk kaçınılmaz hale gelmektedir. 

Duada ve ibadette doğrudan Âlemlerin Rabbi’ne yönelmek yerine aracılarla tevessül şirkine yönelen yanlış din anlayışlarının ortaya çıkmasının da, bugün dünyada hâkim kültür olan laisizm tuğyanının kendisine hayat alanı bulmasının da sebebi, insanların Yüce Allah’ı doğru tanımaması, gereğince takdir edememiş olmasıdır. Tüm bu bâtıl anlayış ve kültürlerin temelinde Allah hakkındaki yanlış anlayış ve inanışlar yatmaktadır.

Bilindiği gibi Kur’an davetinin ilk muhatapları olan Mekkeliler, aralarındaki çok az sayıdaki inançsızın aksine Allah’a inanıyor ve namaz, kurban, hac gibi ibadetlerle O’nun rızasını kazanmaya çalışıyorlardı. Onların putlara tazimde bulunup, duada putlara yönelmelerinin temelinde de Allah’a yaklaşma ve O’nu razı kılma gayesi yatmaktaydı.

Kur’an’ın şu beyanları bu gerçekleri ifade etmektedir:

“De ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve içinde olanlar kimindir? Allah’ındır diyecekler. De ki: Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz? De ki: Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir? (Bunlar da) Allah’ındır diyecekler. De ki: Yine de sakınmayacak mısınız? De ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Her şeyin melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken kendisi korunmuyor. Allah’ındır diyecekler. De ki: Öyleyse nasıl oluyor da (böyle) büyüleniyorsunuz?” (Mü’minun, 23/ 84-89)

“Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere ibadet ederler ve: Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir derler. De ki: Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.” (Yûnus, 10/18)

“Dikkat edin; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinenler (şöyle derler:) Biz bunlara bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. Elbette Allah, kendi aralarında hakkında ihtilaf ettikleri şeylerde hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kafir olan kimseyi hidayete erdirmez.” (Zümer, 39/3)

Evet, insanlığın temel sorunu, tarih boyunca da günümüzde de inançsızlık değil şirk olmuştur ve zaten Kur’an’da Rabbimizin gündeme getirdiği ve tashih etmek için ölçüler bildirdiği konu da yanlış Allah tasavvuru ve bu tasavvurdan kaynaklanan şirk inancı olmuştur.

Aristo başta olmak üzere kimi Yunan filozoflarının “Tanrı kainata ilk hareketi veren(muharriki evvel)dir. Ondan sonra kainat kendi kendini idare edip yönetmiştir” şeklindeki anlayışı da, müşrik toplumların Allah’ı uzak ve ulaşılmaz gören anlayışları da, kadim toplumların “Gök Tanrı” inanışları da, Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın her an yaratmada ve gözetlemede olduğu, hükmeden ve hayata müdahale eden göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi olduğu hakikatine muhalif anlayışlar olarak ortaya çıkmışlar ve bugüne kadar yaşatılmışlardır.

Günümüzde hâkim kültür olarak varlığını sürdüren laisizmin kaynağı da, Yüce Allah’a doğrudan kulluk ve dua yerine aracılarla tevessül anlayışına dayalı mistik kültürlerin kaynağı da söz konusu yanlış Allah anlayış ve inanışlarıdır.

Bu tür yanlış anlayış ve inanışlarla insanlar, Yüce Allah’a haşa had bildirmeye, sınır koymaya kalkışmışlardır. Yoktan yaratmış olduğu insana, yeryüzüne ve tüm varlığa ölçü ve sınır koyan, hükmeden ve belirleyen hâkim bir Allah inancı yerine, insanlar tarafından tanımlanan, insanların kendisi için sınır belirlediği, neye karışıp neye karışmayacağını insanların karara bağladığı mahkûm bir Allah inancı yerleşik hale getirilmiştir.

Bu yanlış inançları şöyle sıralayabiliriz:

1- Kâinatı yaratıp (haşa) köşesine çekilmiş, hayata müdahil olmayan Allah inancı. Yunan filozoflarının inancı da, bugün onların yolunu sürdüren hâkim Batı tuğyanizminin yaklaşımı da budur. Laisizmin kaynağı da bu anlayışa dayamaktadır. 

Oysa Rabbimiz, yarattıklarını başıboş bırakmadığını, onları her an gözetlediğini bildirmekte, Peygamberler ve Kitaplar göndererek insanlara yol göstermekte ve insanları Hesap Günü dünyada yapıp ettiklerinden hesaba çekeceğini bildirmektedir.

Ayetel Kürsi olarak bilinen Bakara sûresi 255. ayette Rabbimiz kendisini bize çeşitli sıfatlarıyla tanıtmaktadır. el-Hayy ve el-Kayyum, bu ayette zikredilen isim-sıfatlardandır ki, bu sıfatlar geçmişten günümüze tuğyan algı ve ideolojilerinin yaşattığı söz konusu anlayışı yerle yeksan etmeye yeterlidir. A’la sûresinin başında ve sair ayetlerde bildirildiği üzere O, yarattığı gibi aynı zamanda yol gösteren, kısacası kullarını kendi hallerine bırakmamış olan yegâne hak İlah ve Rabdir.

2- İnsanlara sınır çizen, hâkim bir İlah ve Rab yerine, insanların kendisine (hâşâ) sınır çizdikleri mahkûm bir Allah inancı. Ki geçmişten günümüze en yaygın ilhad biçimi budur. Günümüzde laisizmin tüm dünyada genel-geçer egemenlik biçimi olarak etkisini sürdürmesi sebebiyle, devletler Allah’ın dinine tâbi olmak yerine, Allah’ın dinini kendi beşeri ideoloji ve o ideolojiye dayalı işleyişlerine tâbi kılmayı esas almakta, bu çerçevede de Allah’a ve dinine sınırlar çizmektedirler.

Oysa, Allah, Âlemlerin Rabbi olarak insanlar için fert ve toplum hayatında tâbi olmaları gereken sınırlar bildirmiş ve “Hududullah” olarak nitelediği bu sınırlara tâbi olmayı dünya ve âhiret saadetinin olmazsa olmaz şartı kılmıştır. Hududullah terkibinin yer aldığı ayetlerde, Allah’ın belirlediği bu sınırlara/ölçülere tâbi olmayanlar ağır şekilde ikaz ve inzar edilmektedir. Örneğin miras hükümlerinin bildirildiği ayetlerin ardından Nisa sûresi 13-14. ayetlerde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse, Allah onu içerisinde sonsuza kadar kalacağı altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve Rasulüne karşı gelir ve Allah’ın koymuş olduğu sınırları aşarsa, onu da içerisinde ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için aşağılayıcı bir azap vardır.” (Nisa, 4/13-14)

Bizler mü’minler olarak, mahkûm değil hâkim, hükmetmenin, yol göstermenin, ölçü belirlemenin kendisine has olduğu, el-Hakem, el-Hakîm, el-Melik, el-Hadi, er-Reşid olan Allah’a iman ediyor, günümüzün hâkim egemenlik biçimi olan, Hududullah’a tâbi olmak yerine, Âlemlerin Rabbi Allah’a ve O’nun dinine sınır çizme, Allah’ı bir mâbed ilahı, dinini de mâbed dini olarak konumlandırma ilhad ve tuğyanını temelden reddediyor, bu ilhad ve tuğyana karşı yeryüzünde Hududullah’ın egemen olması mücadelesini veriyoruz.

3- Kendisine kolay ulaşılamayan, uzak olan Allah inancı. Oysa Rabbimiz, bize yakın olduğunu bildirmekte ve hatta bu yakınlığı “şah damarınızdan da yakın” şeklinde teyid etmektedir:

“Kullarım sana benden sorarlarsa (bilsinler ki) ben onlara yakınım. Bana dua ettiğinde, dua edenin duasına icâbet ederim. Şu halde benim çağrıma kulak versin ve bana iman etsinler. Olur ki doğru yola uyarlar.” (Bakara, 2/286)

“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)

4- “Gök Tanrı” inancı. Yani sadece gökleri idare eden bir Allah inancı. Oysa Rabbimiz birçok ayeti kerimede kendisinin göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabbi olduğunu beyan etmekte (Bkz: Sâffât, 37/5; Nebe’, 78/37) ve “Yaratmak da, emretmek de Allah’a aittir” buyurmaktadır. (A’raf, 7/54)

5- Hep affeden, sadece merhamet sahibi olan Allah inancı. Oysa Rabbimizin affı gibi cezalandırması da olduğunu, Rahman ve Rahim olduğu gibi Kahhar ve Muntekim de olduğunu Kur’an bize bildirmektedir. Muharref Yahudiliğin gazap üzere hareket eden, merhametsiz “Tanrı” öğretisi ve buna karşılık muharref Hıristiyanlığın her halükârda rahmet eden, gazabı olmayan “Tanrı” öğretisine karşı, İslam, kullarına rahmet/merhamet etmeyi üzerine almış(14) ve fakat tuğyanda, fısk-fücur ve zulümde ısrarcı olanlara da gazap edecek olan Allah inancını öğretmektedir.

Zira İslam ölçü dinidir, gerçek anlamda bir hayat dinidir. Rabbimizin kullarına rahmet etmeyi üzerine aldığını bildiren ve mealini dipnotta verdiğimiz En’am sûresi 54. ayette O’nun rahmetinin, günahta ısrar edilmeyip tevbe ve halin ıslahı şartına bağlanması, Yahudilikteki ölçüsüz gazap ve Hıristiyanlıktaki ölçüsüz rahmet öğretisinin aksine, İslam’ın her şeyi bir ölçüye bağlayan hakkaniyetli, gerçekçi yönünü ortaya koymaktadır.

Rabbimiz Kur’an’da kendisini şöyle tanıtmaktadır:

“Sana söylenen şeyler, senden önceki elçilere söylenenden başkası değildir. Şüphesiz, Rabbin, hem elbette mağfiret sahibidir, hem de acı bir azab sahibidir.” (Fussilet, 41 /43)

“Bilin ki, Allah gerçekten cezası pek şiddetli olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (Mâide, 5/98)

Bilindiği üzere Kur’an’da, şeytanın, insanları Allah’ın merhametiyle aldatma çabasına karşı uyarı yapılmaktadır:

“Ey insanlar! Hiç şüphesiz Allah’ın va’di haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı da, sizi Allah ile (Allah’ın merhametine güvendirerek) aldatmasın.” (Fâtır, 35/5)

Bizler, Rabbimizi, Kitab-ı Keriminde bize kendisinin tanıttığı gibi tanır, öylece iman ederiz. Yaratmanın olduğu gibi emretmenin de O’na ait olduğuna iman ederiz. O’nun sadece göklerin değil, yerlerin de Rabbi olduğunu, sadece mabedlerin değil çarşı-pazarın ve parlamentoların da Rabbi olduğunu biliriz, bu akideyi yeryüzüne hâkim kılmaya çalışırız. 

Rabbimizin bize şah damarımızdan da yakın olduğu bilinciyle ancak O’na yönelir, duada ve ibadette asla aracılara tevessül etmez, hanifler ve muhlisler olarak yüzümüzü ancak O’na doğrulturuz. İzzeti ancak O’nun yanında arar, O’ndan başkasını rabb ve ilah edinmekten titizlikle sakınırız.

Dipnotlar

1) Hüseyin Kerim Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Sh. 290 Beyan Yay.

2) TDV İslam Ansiklopedisi, “İman” maddesi, Mustafa Sinanoğlu

3) Rağıb el-İsfahani, Müfredât, Çıra Yay. Sh. 99-100

4) A.g.e., Sh. 100

5) “Elif. Lâm. Mîm. İşte o Kitâb, ki onda şüphe yoktur. O, muttakîler için yol göstericidir. Onlar gayba ederler, namazı ikame ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan/mallardan Allah yolunda harcarlar.” (Bakara, 2/1-3) “Onların çoğu şirk koşmadan Allah’a iman etmezler.” (Yûsuf, 12/106)

6) “Onların çoğu şirk koşmadan Allah’a iman etmezler.” (Yûsuf, 12/106) “İman edip de imanlarına zulüm karıştırmayan kimseler var ya, işte güven onlar içindir. Ve onlar hidâyete erenlerdir.” (En’am, 6/82)

7) Bkz: Bakara, 2/31

8) Bkz: Rahman, 55/1-3

9) Bkz: A’raf 7/54

10) Bkz: A’la, 87/3

11) Bkz: Yûsuf, 12/40

12) Bkz: Câsiye, 45/36

13) Bkz: Bakara, 2/107

14) “Ayetlerimize iman edenler yanına geldiklerinde de ki: Size selam olsun. Rabbiniz rahmet etmeyi üzerine aldı. Sizden kim bilmeden bir kötülük işler de sonra ardından tevbe eder ve durumunu düzeltirse, (bilsin ki) Allah bağışlayıcıdır, rahmet edicidir.” (En’am, 6/54)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *