Ankara cinayeti ve Nevzat Tandoğan

Ankara cinayeti ve Nevzat Tandoğan

Ankara Cinayeti Davası Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir Genelkurmay Başkanı’nın istifası ve Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın intihar ederek ölmesi ile sonuçlanacaktı.

Ankara’da ABD Büyükelçiliği’nin bulunduğu caddenin adı 2018’de “Zeytin Dalı” olarak değiştirilmeden önce Nevzat Tandoğan caddesi idi. Ayrıca, Anadolu meydanı da yine 2015’te ismi değiştirilmeden önce Tandoğan meydanı olarak biliniyordu. Peki Nevzat Tandoğan kimdir?

VEKİLLİĞİ DEĞİL VALİLİĞİ SEÇTİ

Adı 73 yıl önceki Ankara Cinayeti davasına karışan Tandoğan 1894 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. İstanbul Polis Müdürlüğü 2. Şubede Müdür Yardımcısı olarak atandıktan sonra öğretmenlik görevinden ayrıldı. Daha sonra 1. Şube müdürlüğünde de bulundu. İstanbul’daki görevinden sonra 1927 yılında Malatya Valiliğine atandı. Buradaki valiliği sırasında Konya milletvekili olarak gösterilip seçildiyse de valilikten ayrılmak istemediğinden milletvekilliğinden istifa ederek valiliğine devam etti. 1929 yılında Ankara’ya Vali olarak atandı. Çok uzun süre bu görevde kaldı. Vali olduktan sonra Ankara Belediye Başkanlığını da birlikte yürüttü. Ankara Valiliği ve Belediye Başkanlığı 1946 yılındaki ölümüne kadar devam etti. Ankara’da bir meydana, Batıkent’te bulunan bir parka ve bir caddeye onun ismi verilmiştir. Meydanın ismi 2015 yılının Nisan ayında Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi tarafından Anadolu Meydanı olarak değiştirildi.

CASUSLAR SAVAŞI

Ankara’da 1945 yılında işlenen ve Cumhuriyet tarihine Ankara Cinayeti olarak geçen cinayetle ilgili duruşmaların başlamasından sonra davanın aldığı yön hem Türk basınının hem de kamuoyunun gündemini çok uzun süre meşgul etmişti. Araştırdığım kaynaklara göre  olaylar zinciri 16 Ekim 1945 tarihinde Ankara’nın en tanınmış doktorlarından dahiliye ve çocuk hastalıkları uzmanı Dr. Neşet Naci Arzan’ın öldürülmesi ile başlar. Anafartalar Caddesi, Çocuk Sarayı Apartmanı’ndaki muayenehanesinde sırada bekleyen hastalardan birinin sinirli davranışları, sürekli alnındaki terleri silmesi hemşirenin dikkatini çekmiştir. Hemşire, isterse onu ön sıraya alabileceğini söylese de hasta teklifi reddederek en son olarak kendisinin muayene olacağını söyler. En son kendisi kaldığında içeri girer. İçeri girmesinden bir süre sonra Dr. Neşet Naci Arzan, “imdat adam öldürüyorlar” diye odadan çıkmaya çalışırken hastanın tabancasından çıkan 4 ya da 5 kurşunla yere yığılıp can verir. Katil daha sonra tabancasını cebine koyar ve sokaktaki kalabalığın arasına karışarak gözden kaybolur. II. Dünya Savaşı’nın daha yeni bitmiş olduğu günlerde Neşet Naci Arzan sıradan bir doktor değildi. Türkiye savaşa girmemişti. Ama bu dönemde casuslar savaşının, cinayetlerin ve faili meçhullerin içinde bulmuştu kendini. Ve Arzan, Sovyet Büyükelçiliği’nin doktoru olarak biliniyordu.

“SİLAHI ORBAY’DAN ALDIM”

Reşit Mercan adında bir genç, Neşet Naci Arzan cinayetini kendisinin işlediğini ileri sürerek polise teslim olmuştu. Duruşmalar başladıktan sonra eldeki tüm kanıtlar Reşit Mercan’ın suçlu olduğuna inanmak için yeterliydi. Dinlenen tanıkların çoğu onu Arzan’ın muayenesine girerken gördüklerini söylemişti. Hepsinden daha önemlisi ise cinayeti işlediğini zaten kendisi itiraf etmişti. Fakat tüm bunlara karşın verdiği ifadeler tutarsız, birbiriyle çelişkilerle doluydu. Mercan’ın doktoru öldürmek için öne sürdüğü “Verem hastasıydım. Rapor istedim, vermeyince de sinirlenip onu öldürdüm” gerekçesi de kimseye inandırıcı gelmedi. Çünkü doktor raporu hasta olmadığını açıkça ortaya koyuyordu. Üstelik polisteki ilk ifadesinde, mahkemedeki ifadesinin aksine amacının silah tehdidi ile zengin insanlardan para toplamak olduğunu ve doktoru bu yüzden öldürdüğünü söylemişti. Tanıkların ifadelerinde de tutarsızlık vardı. Şüpheli hakkında yaptıkları tarifler Mercan’a fazla uymuyordu. En önemli konulardan biri de silahı nereden bulduğuydu ki, polis biraz sıkıştırınca silahı Robert Koleji`nden arkadaşı olan ve birlikte aynı evi paylaştığı Haşmet Orbay’dan aldığını söyledi. İşte bu sözler, davanın daha da ilginç hale gelmesine neden olmuştu. Dr. Neşet Naci Arzan nasıl sıradan bir doktor değilse, Haşmet Orbay da sıradan bir insan değildi. Babası halen daha görevde olan Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Genelkurmay Başkanı olan Kazım Orbay, annesi Mediha Hanım ise Osmanlı Devleti’nin son Genelkurmay Başkanı olan Enver Paşa’nın kız kardeşiydi. Haşmet Orbay ise Ankara Valisi’nin özel kalemiydi. Haşmet Orbay, mahkemede dinlendikten sonra, savcılık onun hakkında da katile tabanca sağlamak, adaleti yanlış yola sürüklemek ve suçluyu gizlemekten ötürü dava açtı.

GERÇEK KATİL

Oturumların birinde tanık olarak dinlenen o yılların gazetecilerinden Mekki Sait Esen’in iddiaları davanın başka bir boyuta taşınmasına neden olur. Çünkü Haşmet’in, Reşit’e cinayeti üstlenmesi için 100 bin lira önerdiğini ve Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın da katil zanlısıyla teslim olmasından az sonra görüştüğünü iddia etmektedir. Reşit Mercan, Anafartalar Karakolu’na teslim olmasından sonra, Vali Tandoğan’ın makamına götürüldüğünü ve onunla konuştuklarını kabul eder.  Ama aralarında geçen konuşmalarının içeriğini mahkemenin tüm ısrarlarına karşın anlatmaz. Fakat daha sonra baskılara dayanamayıp gerçek katilin Haşmet Orbay olduğunu, aralarında yapılan bir anlaşmayla suçu üzerine aldığını söyledi. Savcı Reşit Mercan hakkında, bilerek adam öldürme suçundan dolayı ölüm cezası verilmesini istedi. Haşmet Orbay da mahkemece tutuklandı. Davanın son oturumuna 14 Kasım 1945 günü başlandı. Kısa süren bir yargılama sürecinin ardından altıncı oturumda mahkeme Reşit Mercan’ı kasten adam öldürme suçundan TCK 448. maddesi gereğince yirmi yıl ağır hapis cezasına çarptırdı. Haşmet Orbay ise güvenlik güçlerini yanıltmak; failin yakalanmasını zorlaştırmak ve cinayette kullanılan ruhsatsız tabancayı temin etmek suçlarından bir yıl hapis cezasına çarptırıldı.

‘ÜSTLENMEZSEN SENİ GEBERTİRİZ’

Ne var ki verilen bu karar hiç kimseyi tatmin etmemişti. Çelişkili ifadeler, sanığın sonraki itirafları, Nevzat Tandoğan’ın devreye girmesi kafalarda soru işaretleri yaratmıştı. Nitekim dönemin Başsavcısı Fahrettin Karaoğlan kapsamlı bir bozma istemi ile birlikte davanın Ankara dışında bir ilde yeniden görülmesi için Yargıtay’a başvurdu. Yargıtay Birinci Ceza Dairesi başsavcının isteği doğrultusunda “çelişkilerle dolu olduğu” gerekçesiyle esastan bozma kararı verdiği gibi, davanın Bolu Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmesini öngördü. 17 Nisan 1946 günü, duruşmalar Bolu’da başladı. Reşit Mercan katilin Haşmet Orbay olduğunu, arkadaşlık uğruna kendisini feda etmek istediğini, Ankara Savcısı’nın olayın başlangıcından beri, suçu üstlenmesi için kendisine baskı yaptığını söyledi. Tandoğan ile yaptığı görüşmeye Ankara Emniyet Müdürü Şinasi Turga ile İkinci Şube Müdürü Naci Uluer’in aracılık yaptığını, Ankara Savcısı Kemal Bora’nın görüşme sırasında orada olduğunu iddia ediyordu. İddiasına göre Tandoğan kendisini “Cinayeti üstlenmezsen seni gebertiriz, arkandan da intihar etti diye zabıt varakası düzenleriz, gürler gidersin. Kabul edersen seni kurtarırız” diye tehdit etmişti.

‘NEDEN GÖRÜŞTÜN?’

Manisa Milletvekili Hikmet Bayur, bir önerge vererek bazı tutanakların mahkemeye verilmediğini, sanık üzerinde baskılar yapıldığını ve Ankara Savcısı Kemal Bora’nın olayın yönünü değiştirmeye çalıştığını belirtti. Ankara Emniyet Müdürünün, Bolu Ağır Ceza Mahkemesi’nde verdiği ifadesinde Vali Tandoğan’ın Reşit Mercan’la görüştüğünü doğrulaması üzerine, mahkeme Tandoğan’ın tanık olarak dinlenmesini kararlaştırdı. Tandoğan duruşma sırasında oldukça üzgün ve sinirliydi. Yargıcın sorularını hafif bir sesle yanıtlayarak Mercan’la görüştüğünü kabul etti. Ancak herhangi bir öneride bulunmadığını söyledi. Yargıç “O halde neden görüştün?” diye sorduğunda şu yanıtı verdi: “Cinayetin kentte yaptığı akisleri, muhitte yarattığı heyecanı biliyordum, o yüzden olayı bizzat katilin ağzından dinlemek istedim, bunda anormal bir durum görmüyorum.” Dr.  Arzan ve ailesinin avukatlığını yapan Hamit Şevket İnce,  Tandoğan’ı sorularıyla sıkıştırıyor, terletiyor ve alaycı bir ifadeyle, “Tandoğan iyi bir yöneticisi olduğu kadar, iyi bir hukukçudur. Suçlunun hemen teslim edilmesi gerektiğini bilmez mi?” şeklindeki sözleriyle son derece güç durumlara düşürüyordu. Nevzat Tandoğan’ın sinirleri iyice bozulmuştu. O’nun için böyle bir muameleye maruz kalmak kabul edilebilir bir şey değildi. 1929 yılından beri Ankara Valiliği gibi oldukça önemli bir görevdeydi.  Kente adeta damgasını vurmuştu. Uygulamalarındaki aşırılık ya da otoriterlik ve yeri geldiğinde yasalara bile aldırmamak göze çarpan özellikleriydi. Öyle ki, eskiler Nevzat Tandoğanlı yılları anlatırken Ankaralıların evlerinin kapısını bile kapatmadan rahatça dışarı çıkabildiklerini söyler. En basit hırsızlık olaylarından, kaçak inşaat girişimlerine kadar her türlü yasadışı faaliyetle bizzat ilgileniyor; gerektiğinde olay yerine gidip bizzat inceliyordu. Ama bunlar, onun yönetim anlayışının yalnızca bir yönüydü. Madalyonun diğer tarafı ise bambaşkaydı.

AŞIK VEYSEL’İ GERİ GÖNDERDİ

Geceleri sokakta dolaşan sarhoşları bir kamyon kasasına atıp kent dışına bırakmak, Atatürk’e ve diğer yöneticilere suikast yapılabileceği düşüncesiyle Bulvar’da içkili eğlence yerleri açılmasını yasaklamak, görüntünün kirliliği oluşturduğu için köylülere, tulumlu işçilere ve kıyafeti düzgün olmayanlara kentin belirli sokaklarını kapatmak hep onun döneminin uygulamalarıydı. Nitekim ünlü halk ozanımız Aşık Veysel de Nevzat Tandoğan’ın bu uygulamalarından nasibini alanlardandı. 1933’te Cumhuriyet’in 10. yılında Atatürk için yazdığı bir destanı Atatürk’e okumak için Ankara’ya gitmiş, sazına tel almaya gittiği Karaoğlan Çarşısı’nda onu gören polisler kılık kıyafetinin düzgün olmaması nedeniyle Vali’nin emri gereği onu geri göndermişlerdi. Tandoğan;  “Türkiye’ye komünizm lazımsa onu da biz getiririz” diyordu. Danıştay’ın verdiği yürütmeyi durdurma kararını “Burada benim sözüm geçer” diyerek yırtıp müteahhittin yüzüne fırlatacak derecede kendine güvenen Tandoğan şimdi sıradan insanlar gibi mahkemede yargıçlara hesap veriyor, daha doğrusu gerçek suçluları korumakla itham ediliyordu. Tanık olarak dinlenmesinin ertesi günü, 9 Temmuz 1946’da Tandoğan durumu daha fazla gururuna yediremedi. Tabancasını başına dayararak intihar etti. Tandoğan mahkeme çıkışı yakınlarına ve Adalet Bakanı Mümtaz Ökmen’e, duruşma sırasında kendisine, “Tanık gibi değil de, sanık gibi davranıldığından” yakınmıştı. Tandoğan’ın intiharı Ankara’da ve tüm yurtta üzüntü yarattı. Cumhurbaşkanı İnönü, Vali Konağı’na bizzat giderek ailesine üzüntülerini bildirdi.  Ankara’da büyük bir cenaze töreni düzenlendi.

DAVANIN SONUÇLANMASI

Nevzat Tandoğan’ın ölümünden sonra da Bolu Ağır Ceza Mahkemesi’nde Ankara Cinayeti davasına devam edildi. Dava bu sefer 26 oturum yapılarak karar aşamasına gelmişti. Davanın sonunda Bolu Ağır Ceza Mahkemesi Haşmet Orbay’ın gerçek katil olduğuna hükmetti. Orbay TCK 450/4 maddesi uyarınca idam cezasına, Reşit Mercan ise faile yardım ve yataklıktan on yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Yargıtay Birinci Ceza Dairesi’ne yeniden gelen dosya duruşmalı olarak incelendi; karar on üç noktadan bozuldu. Bozma çoklukla eksik soruşturmayla ilgiliydi. Ancak esasa ilişkin olarak “suçun sebep ve saiki belli olmamasına rağmen taammüt vasfı izafe edilmesi yolsuzdur” deniyordu. Bu ayrıntı, suçun asli failinin yani Haşmet Orbay’ın idam cezasından kurtulması demekti. Başsavcılığın itirazı üzerine Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na giden dosyada, iki gün süren inceleme ve tartışma sonucunda Birinci Ceza Dairesi kararının yerindeliğini belirledi. Karar onandı. Bolu Ağır Ceza Mahkemesi için seçenek kalmamıştı. Bozma kararına uyularak karar verildi. Sonuçta, öldürme eyleminin kesin nedenleri aydınlanmamış, ama mahkeme katilin Haşmet Orbay olduğuna hükmetmişti. Dava Bolu Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam ederken basında da Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay’ın görevi bırakacağı ve Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’ne atanacağı söylentileri yayılmıştı. Nitekim 30 Temmuz 1946’da Kazım Orbay görevinden ayrılarak,  Cumhuriyet tarihinin istifa eden ilk Genelkurmay Başkanı oldu.

AGATHA  CHRISTIE ARAŞTIRDI

Haşmet Orbay’ın ve Reşit Mercan’ın cezaevindeki günleri fazla uzun sürmedi. Demokrat Parti’nin iktidara geldikten hemen sonra 14 Temmuz 1950’de çıkardığı genel afla cezaevinden çıktılar. Reşit Mercan hapisten çıktıktan sonra gözlerden uzak bir biçimde sigortacılık yaparak yaşamını sürdürdü. Haşmet Orbay ise ABD’ye gitti. 1986 yılında Erkekçe dergisinde Avni Özgürel’e bir demeç veren Haşim Orbay, o yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin MİT’ten önceki istihbarat kurumu olan Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti (MEH/MAH) için çalıştığını ama “Memleket için yaptığımız bütün görevleri bizimle mezara kadar götürürüz” diyerek cinayetin perde arkasını açıklayamayacağını söyledi. Polisiye romanlarının en ünlü ismi olan Agatha Christie de Ankara Cinayeti ile araştırma yaparak bilgi topladı. Christie; “İşte gerçek ve canlı tam bir polis romanı” demişti.

(Kaynak: Sonhaber)

Tandoğan’ı intihara götüren cinayet davası

Star gazetesinde 19 ocak 2013’te yayımlanan Cemil Koçak’ın makalesinde “Ankara valisi Nevzat Tandoğan’ın 1946 yılındaki trajik intiharı, ardından çıkan pek çok söylenti bir yana bırakılacak olursa, aslında rejim değişikliğinin Tandoğan’ın üzerindeki dayanılmaz ağırlığıydı.” denildi.

Cemil Koçak şu değerlendirmeyi yaptı:

Nevzat Tandoğan 1929 yılından itibaren kesintisiz olarak 17 yıl boyunca Ankara valisiydi. Bu, aynı zamanda kentin belediye başkanı olmak anlamına da geliyordu. Yeniden kurulan başkentin bu dönemde tek ve değişmez yöneticisi olmak öyle kolay da değildi. Pek çok değişken ilişkiyi bir arada götürmeyi bilmek gerekiyordu. Bu kırılgan dengeler içinde idarecilikle siyasetin birbirine karıştığı bir ortamda, üstelik Tandoğan gibi iş yapmasını bilen bir idarecinin yıldızının parlamaması için hiçbir neden yoktu.

Otobüs durağında sıra onun uygulaması

Yeni Avrupai başkent Ankara’da kılık kıyafeti pek de yerinde olmayanların kentin belirli ve fiyakalı caddelerinde, sokaklarında dolaşmalarını yasaklamak tamamen onun fikriydi. Ankara’da rejimin övgü dolu törenleri yine onun tarafından düzenlenmekteydi. Atatürk’ün Millî Mücadele’de Ankara’ya geliş tarihi olan 27 Aralık’ın törenselleştirilmesi, ilk kez kutlanmaya başlanması da yine 1932 yılında olmuştu; elbette Tandoğan’ın bu organizasyondaki rolü çok önemliydi. Yine Ankara’nın simgelerinden sayılan ünlü Güvenpark’taki anıt da yine onun organizasyonunda hazırlanmıştı. Bu o kadar geniş bir harcamayla yapılmıştı ki, anıtın bütçesi, pek çok belediyenin yıllık bütçesini aşıyordu. Yine de belirtmek gerekir ki, Ankaralıların otobüs duraklarında sıraya girmeleri gibi hala pek çok kentte rastlanmayan kültürel adetler, yine Tandoğan’ın ısrarlı çabalarıyla gerçekleşmişti! Tabiî Ankara’nın yeşillenmesini unutmamak gerekir. Fakat ünlü Jansen planıyla bir türlü barışamamıştı. Bu bakımdan Ankara’nın imâr planının Jansen’in düşlediğinden farklı olması da, onun fikriydi.

Entrikalarla dolu bir cinayet

Ankara’da işlenen sıradan bir cinayetin pek öyle sıradan olmadığının ortaya çıkması, belki de fitilin ucunu ateşledi. Ünlü Haşmet Orbay-Reşit Mercan cinayetinin basındaki sansasyonel haberleri döneme damgasını vurmuştu. Önce cinayetin Reşit Mercan tarafından işlendiği, fakat dönemin Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay’ın oğlu Haşmet Orbay’ın da caniye bilmeden tabanca sağladığı mahkemede anlaşılmışsa da, cinayetin siyasî müdahalelerle karartılmaya çalışıldığı yolunda basında olsun, kamuoyunda olsun söylentiler üzerine ve daha da önemlisi bir süre sonra Mercan’ın esas failin kendisi değil, fakat Orbay olduğu itirafı, davanın arapsaçına dönmesine neden olmuştu. Mercan’a göre, cinayeti üzerine alması için emniyet ve özellikle de Tandoğan baskıda bulunmuştu. Hele konu bir soru önergesi şeklinde meclise de gelince, artık ipin ucu kaçmış sayılırdı. Mahkeme Tandoğan’ı da tanık olarak çağırmıştı.

Tandoğan mahkemede ifade verdi

Tandoğan’ın siyasî konumunda olan bir kişinin bir cinâyet dâvâsına adının karışmış olması ve bunun sonucunda  da mahkemede tanıklık yapmak zorunda kalması rejim değişikliğinden önce asla mümkün olamazdı. 8 Nisan 1946 tarihinde tanıklık yapan Tandoğan, mahkemede sanık Mercan’ın avukatları tarafından sorulan soruları da yanıtlamak zorunda kalmıştı. Tandoğan gerçek katili saklamak ve adaleti yanıltmakla suçlanıyordu. Ancak o katilin Mercan olduğunda ısrarlıydı.

İfadenin ertesi günü intihar etti

Tandoğan’ın ertesi gün alınan intihar haberi muhtemelen bu duruşmanın somut bir sonucuydu. Cinayetin niçin işlendiği hiçbir zaman anlaşılamadı; fakat Orbay cinayetten mahkûm oldu. İktidar siyasî amaçlarla asıl faili gizlemeye çalışmaktan dolayı yıprandı. Tandoğan muhtemelen bu davada iktidardan ve güvendiği kişilerden destek görmediği için hayal kırıklığına uğramıştı. Rejim değişince, eski rejimin kurallarında iş gören idareciler için hayat zorlaşmıştı anlaşılan. Herhalde Tandoğan ihanete uğradığını düşünüyordu. Koskocaman valinin basit bir mahkemeye çağrılmasını haysiyet meselesi yapmıştı; haysiyetine ağır bir darbe aldığını düşünüyordu. Belki haksız da sayılmazdı. Anlayamadığı şey, yeni rejimde eski usullerle iş yapmanın artık imkânsız oluşu ve onun buna ayak uyduramadığıydı. Bu, trajik bir intiharla sonuçlanmıştı. Kısa bir süre sonra 30 Temmuz 1946 târihinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kâzım Orbay da görevinden ayrılacak ve Yüksek Askerî Şûra üyeliğine atanacaktır. Bir cinayet, çok önemli pozisyonları etkilemişti yani.

Günlüklerde intihar neden yok?

Elbette böylesine mühim bir intihar basında pek çok söylentiye neden oldu; kimisi onun zaten daha önce de intihar etme eğiliminden söz ediyor; kimisi bir gönül ilişkisinin böyle sonuçlandığını imâ ediyor; kimisi de eskisi gibi İnönü’den yakınlık görmemesinin yarattığı bir ruhî çöküntüye atıfta bulunuyordu. Ulus gazetesinde Falih Rıfkı Atay, “namus ve haysiyet tanımayan”, sadece daha çok satış için her şeyi yapan basını eleştiriyordu. Kısa bir süre sonra Hasan Âli Yücel, Kenan Öner ile davasında Nihat Erim’e, zor durumda Tandoğan gibi davranmayacağını söyleyecek ve Erim de bunu günlüğüne geçirecektir. Maalesef ne İnönü’nün, ne de Erim’in günlüğünde Tandoğan’ın intiharı hakkında not bulunmamaktadır.

Önce öğretmen sonra polis oldu

Tandoğan 1894 doğumluydu; varlıklı bir aileden geliyordu. Birinci Dünya Savaşı yıllarında İstanbul’da istihbarat subayı olarak görev almıştı; savaşın son iki yılında bu görevinin yanında öğretmenliğe de başlamıştı. Sonra birden bire 1918 yılında polisliğe geçti. Belki de maaşının neredeyse iki misli artması, onun bu tercihinde önemli bir rol oynamıştır. İstanbul’un işgali sırasında 1920-1922 yılları arasında açıkta kalmıştı; bu sırada nasıl geçindiğini bilmiyoruz. Fakat İstanbul’a millî ordunun girişinden hemen sonra, muhtemelen İttihatçı tanınmasının karşılığı olarak, yeniden görevine geri dönebilmiştir. Unutulmasın ki, daha önceleri Sait Molla’nın izlenmesinde olsun, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin evraklarının ele geçirilmesinde olsun, hatta Ali Kemal’in İstanbul’dan İzmit’e gönderilmesinde olsun birinci derecede rol oynamıştı. İstanbul Valisi Esat Paşa’yla uyumlu çalıştı. Onun valilikten alınmasından sonra polislikten ayrıldı. Bir süre belediyede çalıştı. Ardından 1925 yılında Malatya valisi oldu. İdarecilikteki bilgi ve tecrübesini Esat Paşa’dan aldığı hep söylendi. Yönetici olarak yönetilenleri uygun şekilde “uyarma”yı galiba ondan öğrenmişti. Malatya’ya da Başbakan İnönü’nün talebi üzerine gönderilmişti zaten. Malatya’da sarhoşları şehir dışına çıkartıp, orada bırakmak gibi uygulamalarıyla tanındı. İleride Ankaralı sarhoşlar da Malatyalı sarhoşlarla aynı kaderi paylaşacaklardır. 1927 yılında CHP’nin Konya milletvekili oldu; fakat kısa bir süre sonra da Ankara valisi olarak atandı. Milletvekilliğinden ayrılmak zorunda kaldı. Asıl olarak bu görevde tanındı.

İnönü’nün zor zaman dostuydu

Tandoğan’ın bu kadar uzun süre başkentin valisi ve belediye başkanı olarak görevde kalmasını sağlayan siyasî temel, onun rejimin önde gelenleriyle yakınlığıydı. Tandoğan rejimin güvendiği idarecilerden biriydi. Bu destek başta İsmet İnönü’nün yakınlığıydı. Ayrıca bu yakınlık ve güven, siyasetin rüzgârlarından da pek etkilenmeyecektir. Hatırlanmalıdır ki, 1937 yılında İnönü Atatürk’ten ayrıldığında, yanında ve yakınında pek kimse kalmadığında, hatta kendisine suikast tertipleri hazırlandığı söylentisi dolaştığında, Ankara emniyet müdürüyle birlikte Tandoğan onu Pembe Köşk’te koruma altına alan isimlerdi. İnönü, yıllar sonra anılarında Tandoğan’ın bu güç zamanlarında haftada bir yemeğe geldiğini, kendisini koruduğunu, ihtiyaçlarını sorduğunu, özellikle yakından ilgilendiğini yazacaktır. Herhalde İnönü’nün Cumhurbaşkanlığına giden yolda Tandoğan önemli rol oynamıştı. Hep İnönü’nün yanında ve yakınındaydı. Atatürk hayattayken de onun. Yine unutulmasın ki, valilikle CHP il başkanlığının birleştirildiği dönemde aynı zamanda CHP Ankara il başkanıydı da.

Hala bir biyografisi yok 

Uygur Kocabaşoğlu’nun “İmlâya Gelmez Tarih Yazıları: İki Arada Bir Derede” kitabında yer alan Nevzat Tandoğan ve tek-parti dönemi Ankara’sı üzerine yazdığı makale, bu yazıma temel oluşturdu. Tandoğan hakkında hala bir biyografinin olmaması ne kadar büyük bir eksiklik. Ankara’da büyük mitinglerin yapıldığı Tandoğan Meydanı da olmasa, neredeyse bu tarihî kişilik hafızalardan tamamen silinecek. Bu alanda hem Ankara belediyesinin, hem de valiliğin esaslı ve objektif bir eser hazırlanmasını sağlamak üzere harekete geçmesi beklenir doğrusu. Meselâ doğumunun 125. yılı vesilesiyle falan; ancak yetişir çünkü. Ellerinde bulunan tarihî bilgileri paylaşmak ve arşivi açmak koşuluyla tabiî. Yoksa genellikle yapıla geldiği gibi, hele hele bol resimlerle fotoğraflarla kaplanmış şekilde bir anma kitabı hazırlamak, doğru olmaz.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *