İhanet kavramı

İhanet kavramı

Hıyanetin zıddı emanettir. “Filana ihanet ettim” demek, “Filanın emanetine ihanet ettim” demektir. Şu halde ihanetin olabilmesi için öncelikle bir ‘emanet’in olması gerekir. Yani kişi, bir söz vermeli veya bir şeyi muhafaza etmeyi, emin bir şekilde saklamayı taahhüd etmeli ki, sözünde durmazsa ya da emaneti iyi muhafaza etmezse ihanetten bahsetmek mümkün olsun.

İhanet, Türkçe’de çok sık kullanılan, belki de ‘tüketilen’ kelimelerden birisidir. Herkes herkesi olur olmaz yerde ihanet etmekle itham edebilmektedir. Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde bile “sevgide aldatma, sadakatsizlik” olarak tanımlanması, kelimenin kök anlamından ne kadar uzaklaşıldığını göstermeye yeterlidir. Oysa Kur’an dilinde ihanet, ‘sevgide aldatma’nın ötesinde daha esaslı, ideolojik bir anlama sahiptir.

Rağıb el-İsfehani “Hıyanet ve nifak aslında aynı anlamdadır, şu var ki hıyanet, ahid ve emanet bağlamında söylenir; nifak ise Din bağlamında söylenir, sonra ise birbirine karışır, (ikisi de aynı anlamlarda kullanılır)” demektedir. Bu dil bilginine göre hıyanet, sır konusunda ahdi bozmak suretiyle hakka muhalefet etmektir. 

Hıyanetin zıddı emanettir. “Filana ihanet ettim” demek, “Filanın emanetine ihanet ettim” demektir. Şu halde ihanetin olabilmesi için öncelikle bir ‘emanet’in olması gerekir. Yani kişi, bir söz vermeli veya bir şeyi muhafaza etmeyi, emin bir şekilde saklamayı taahhüd etmeli ki, sözünde durmazsa ya da emaneti iyi muhafaza etmezse ihanetten bahsetmek mümkün olsun. Hiç kabul edilmemiş bir emanete ihanet etmek söz konusu olmaz. Mesela, kendisine emanet edilen, bir süreliğine bakması istenilen bir çocuğa gerekli ihtimamı göstermeyerek zarar görmesine hatta belki de ölmesine sebep olan bir komşu, kendisi emin bilindiği halde, emanet edilen bu çocuğa ihanet etmiş sayılır. Ama böyle bir emanet etme olayı yoksa, kapı komşusu da olsa, evde başına bir kaza gelen çocuğa aynı komşunun ihanet etmesinden bahsedilemez.

Allahu Teala Kitabun Mübin’de, emaneti göklere, yeryüzüne ve dağlara teklif ettiğini ama bunların söz konusu emaneti yüklenmekten kaçındıklarını beyan etmekte ve onu insanın yüklendiğini haber vermektedir. (33/Ahzap 72). Bu ‘emanet’i ‘hilafet’ kavramıyla birleştirmek pekala mümkündür. Allah insanı ‘yeryüzünde halife’ olarak yaratmıştır. Halife insan yeryüzünde bir emanet yüklenmiştir, bu, akıl ve bilinç sayesinde sorumluluk sahibi olma, yeryüzünde adaleti, sulh ve selameti sağlama, yeryüzünü imar etme, medeniyet kurma ama bütün bunları Allah’a kul olma bilinciyle yerine getirme emanetidir.

Ayrıca insan, daha yaratılmadan önce Allah’ın “Ben senin (sizin) rabbin(iz) değil miyim?” sorusuna muhatap olmuş ve buna “Evet!” cevabını vermiştir. Bunun anlamı şudur: İnsan yaratılıştan (fıtraten) Allah’ın rububiyetini bilip idrak edecek, anlayacak ve iman edecek bir kapasitede yaratılmıştır. Akıl-baliğ olduktan sonra bu imanı izhar eden kullar doğru olanı yapmakta, etmeyenler ise kendi fıtratını inkar etmektedirler. Yaratılışı tersine çevirmekte, eşyanın tabiatına aykırı davranmış olmaktadırlar. Yani iman etmek aslî, etmemek arızî bir durumdur.

Demek ki insan, kendisine tevdi edilen iman, hilafet, emanet değerlerini koruyamadığı takdirde bir tür ihanet işlemekte demektir. Şimdi bu sözü daha açık ve anlaşılır hale getirebiliriz: Asıl ihanet, Allah’a iman etmemektir. İslami kültürde ‘küfrü inadî’ adı verilen bir tutum içinde olan kafirler, Allah kendilerine âfakta ve enfüste ayetlerini göstermiş olmasına rağmen Allah’ı küfretme yoluna gitmekle gerçek bir ihanet içine girmektedirler. Bu tıpkı, dünyalık adına hiçbir şeye sahip olmayan ve fakat oldukça zengin ve bir o kadar da cömert, şefkatli, merhametli, adaletli bir efendinin kölesinin, efendisinin kendisine olan bütün iyiliklerini, şefkat ve merhametini inkar etmesi, bir tek kelimeyle olsun onu takdir etmemesine benzemektedir. İşte bu köle bir ihanet içindedir.

Kur’an mü’minlere emanetleri ehline vermeyi emreder. (4/Nisa 58). Bu ayet buraya kadar açıkladığımız ‘emanet’in dışında, siyasi işleri ve günlük hayatı da kapsar. Bu anlamda, emaneti ehil olmayana vermek de bir tür ihanettir. Müslümanların yönetim işlerini müslüman olmayan kişi ya da kurumlara teslim etmek ihanet ve nifaktır.

Kur’an’ın ‘ihanet’i nasıl temellendirdiği, Maide suresinin 12-13. ayetlerinde çok açık biçimde görülmektedir. 12. ayette deniyor ki, Allah İsrailoğulları’ndan namazı kılmaları, zekatı vermeleri, Peygamberlerine inanıp onları desteklemeleri ve Allah’a güzel bir borç (karz-ı hasen) vermeleri karşılığında Allah’ın kendileri ile beraber olacağı ve onların kötülüklerini örteceği, kendilerini içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağı vaadinde bulunmuştu. İsrailoğulları da elbette Allah’ın bu vaadini kabul etmiş, böyle bir anlaşmaya boyun eğmişlerdi. Fakat zamanla sözlerini bozdular. Allah da ceza olarak onları lanetledi, kalplerini katılaştırdı. İşte bu İsrailoğulları, kelimeleri yerlerinden saptırıp, tahrif ettiler, kendilerine sürekli hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular. İşte bu kavim için Allah diyor ki: ‘İçlerinden çok azı hariç, onlardan sürekli ihanet görürsün!’ Çünkü bunlar en başta kendilerine hainlik etmiş kimselerdir. Bunlar Allah’a ihanet etmişler, kendi benliklerine, fıtratlarına, eşya ile kendi benlikleri arasındaki uyuma, cenneti kazanma yolunun tabii ve fıtriliğine, şeytanın yoluna uymamak gerektiği gibi bedîhî gerçeğe ihanet etmişlerdir.

İsrailoğulları’nın Allah’a misak vermeleri yani Allah’ın belirli bazı konular üzerinde kendilerinden söz almış olması, genel anlamda insana tevdi edilen ‘emanet’ kavramını çağrıştırmaktadır. Gerçek olan şu ki Allah sadece İsrailoğulları’ndan değil, ‘fıtrat’ anlamında bütün insanlardan misak almıştır. Bütün Rasuller, görevlendirildikleri toplumlara bu misakı hatırlatan (müzekkir) kişilerdir. Allah’ın onlara, Allah’tan başkasına kulluk yapmamalarını, Peygamberlerine iman edip onu desteklemelerini, namazı kılmalarını, zekatı vermelerini, zina yapmamalarını, fakire yardım (infak) etmelerini, ırzlarını korumalarını vb. emrettiğini tebliğ etmişlerdir. Bazı toplumlar henüz işin başlangıcında ihaneti işlemişler, Peygamberlerini taşlamışlar ve hatta öldürmüşlerdir. Bazıları ise, mesajı kabul etmişler fakat daha Rasul içlerinde iken başka yollara sapmışlar, Allah’ın emirlerini arkalarına atmışlardır. Şurası ise neredeyse bir kural haline gelmiştir: Peygamberlerine inanan hemen hemen her kavim, Peygamber’in vefatından sonra, ilahi mesajı bambaşka bir mecraya sürükleme konusunda adeta yarışmışlardır.

Hasılı, Allah’a verdikleri misakı bozan sadece İsrailoğulları olmadığı için, Allah’a ve Rasulü’ne, dolayısıyla dine ihanet eden de sadece onlar değildir.

Kur’an’da, “Allah’a ve Peygamberi’ne ihanet etmek” diye bir yargı sözü yer almaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a ve Rasul’e hainlik etmeyin. Sonra bile bile kendi emanetlerinize ihanet etmiş olursunuz.” (8/Enfal 27). Böyle bir ihtar/uyarı, bir önceki ayette, ayetin ilk muhatabı mü’minlerin bir zamanlar yeryüzünde azıcık, mustaz’af bir topluluk olup, insanların kendilerini ezip çiğneyip geçmelerinden korktuklarını ama böyle bir korku döneminde Allah’ın onları barındırdığını, onları yardımıyla desteklediğini ve onları güzel/temiz azıklarla rızıklandırdığını hatırlattıktan (8/Enfal 26) sonra gelmektedir. Bu iki ayeti bütünlük içinde düşündüğümüz zaman şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Nasıl ki Allah size zamanında yapacağı hayrı yapmıştı, güçlü kafir topluluklara karşı sizi korumuş ve ezilmekten kurtarmıştı. Sizi iki ayağınız üzerine dikilip varlığınızı sürdürecek bir konuma yüceltmişti. Öyleyse sizler de bunun kadrini bilin ve şimdi artık söz konusu tehlikelerin bulunmadığı şu günlerinizde Rabbinizi unutmayın. Rabbinize karşı nankörlük içinde olmayın.

Bilindiği üzere Kur’an, böyle bir kadirbilmezliği, zor zamanda Allah’ı hatırlayıp rahat günlerinde O’nu unutmayı, denizde giden gemi meseliyle açıklamaktadır. (29/Ankebut 65 vb). Bu temsili örnekler bir nevi ihanetin altını çizmekte, insanoğlunun her an Rabbine ihanet/nankörlük içinde bulunma tıynetinde olduğunu hatırlatmaktadır.

Bundan da açık biçimde Kur’an, insanın nasıl da nankör bir varlık olduğunu şöyle anlatmaktadır: “Allah ne zaman kullarına iyilik, izzet ve ikramda bulunursa insanlar ‘Rabbim bana ikram etti’ diyebilmektedirler. Ne zaman da, rızkını biraz kısarsa derhal ‘Rabbim beni küçümsedi, beni hakir kıldı’ der ve bir isyankârlık duygusu içinde olur.” (89/Fecr 15-16).

Kur’an, Bedir savaşında esir düşen Mekke müşrikleri bağlamında, onların daha önce de Allah’a ihanet etmişliklerine atıf yapmakta (8/Enfal 71), Peygamber’e hitaben “Eğer bunlar sana ihanet ederlerse buna şaşma çünkü Allah’a ihanet eden bu kafirler sana neden ihanet etmesinler!” demektedir. Bu ayetten hareketle, Mekke kafirlerinin Allah’a ihanetlerinin nasıl bir şey olduğu sorusu akla gelebilir. Bu ifade Mekke müşriklerinin genel sîretleri çerçevesinde ele alınmalı, yoksa mutlaka muayyen, bir tek hadiseden bahsedildiği zannedilmemelidir. Daha doğrusu şöyle de diyebiliriz: Muhammed (a.s.) mesajını duyurduğu günden itibaren Mekke müşrikleri onu şiddetle reddederek ihanet etmiş oldular. Onu dinlemediler, vahye kulak asmadılar. Hem Peygamber’i, hem de Allah’ı tekzip ettiler. İşte bu onların ihanetleri olsa gerektir.

Eğer Bedir esirleri, Peygamber’e bir şekilde ihanet etmek isterlerse bunu çok görmemek gerekir, çünkü bunlar zaten önceden beri Allah’a ihanet içindedirler. Unutmamak gerekir ki, Allah nasıl ki Bedir’de kafirlerin bozguna uğramaları için Müslümanlara imkanlar vermişse (8/Enfal 71), şimdi de yapacakları yeni ihanetleri aynı şekilde Allah tarafından boşa çıkartılıp planları bozulacaktır. Allah bunu yapmaya her zaman kadirdir.

Kur’an’ın ‘Allah’a ve Rasul’e ihanet’le neyi kastettiğini, Nuh ve Lut Peygamberin hanımlarının onlara ihanet ettiğini bildiren ayetlerden de çıkartabiliriz. Bu ayetin yorumunda yanlış olarak, karılarının Nuh’a ve Lut’a zina yapmakla yani kocalarını aldatmak suretiyle ihanet ettiklerini ileri süren geleneksel tefsiri bir yana bırakalım. Çünkü bu, mesnedsiz bir iddiayı sürdürmekten başka bir anlama gelmeyen bir yorumdur. Ayetin sözlerine dikkat edilirse bu iki kadının, Peygamber olan kocalarına ihanetlerinin din bağlamında olduğu açıktır. Ayet bu iki kadını kafirlere ibret örneği vererek başlamaktadır. Bu iki kadın ihanetlerinin bedelini ödemişler, kocaları peygamber olmasına rağmen cehenneme girmekten kurtulamamışlardır. Böylece kafirlerin bundan bir ders çıkartmaları amaçlanmıştır. (66/Tahrim 10). Nuh’un ve Lut’un karısı, iman etmeyerek kafirlerle belirli bir işbirliğine girişmişler, hem kocalarını üzmüşler hem de insanlara kötü örnek olmuşlardır. Çünkü insanların “Siz doğru olsaydınız ilk önce hanımınız size inanırdı” demelerine imkan tanımışlardır.

Bu iki kadın örneği bize, bir peygamberin hanımının Allah’a ve eşinin Allah’ın Rasulü olduğuna iman etmemesinin ancak ihanetle açıklanabileceğini öğretmektedir. Bir peygamberin hanımının, peygamber olan kocasının dinini paylaşmak, onunla aynı safta bulunmak yerine Allah’ın ve Peygamber’in düşmanlarıyla aynı safta yer alması, kafirlerin ideolojilerine destek çıkmaktır. İslam’ın temsilcisi olan bir peygamberin hanımı, kocasının çağrısındaki şeref ve izzetin kadr ü kıymetini bilmeyip, Peygamber’in ve Allah’ın düşmanlarının yanında şeref ve izzet araması, peygamberi can evinden vuracak bir ihanettir.

Kur’an’ın ihanet kavramı ‘namus’ meselesini de kapsamaktadır. Bir insanın namus konusunda dürüst olması övülecek bir şey, mü’mince bir meziyettir. Namus kavramını tanımaması, komşusunun, yakınındakilerin kısacası helali olmayan kimselerin namusuna göz dikmesi haince bir davranıştır. Bilindiği gibi Yusuf Peygamber gençliğinde imtihanların en çetiniyle imtihan edilmişti. Evinde kaldığı vezirin karısı, onu haram bir işe davet etmiş, Yusuf ise kıyamete kadar örnek gösterilecek şerefli, asil bir tutum göstererek ahlaksız kadının ahlaksız teklifini reddetmişti. Uzunca bazı hadiselerden sonra, Allah’ın takdiri öyle gelişmişti ki rüyasını yorumlamak için Yusuf’u katına çağırtan Kral’a Yusuf, vaktiyle kendisine atılan bir iftiradan dolayı suçlu muamelesi yapıldığını halbuki günahsız olduğunu ve bunun anlaşılmasını sağlayacak bir soruşturma yapmasını temin edecek bir hatırlatma yapmıştı: O parmaklarını kesen kadınların mes’elesi neydi? Yusuf’un buradaki inceliğine dikkat edilirse, bir an önce ve nasıl olursa olsun hapisten kurtulma derdinde değil, öncelikle kendisinin namuslu olduğunun, bir iftiraya ve ihanet oyununa kurban gittiğinin anlaşılmasının peşinde idi. Nitekim öyle de oldu, kadınlar ve vezirin karısı, gerçek durumu açıkladılar ve Yusuf’un suçsuzluğunu itiraf ettiler. (12/Yusuf 52). İşte bu noktada Yusuf neyin peşinde olduğunu şöyle açıklıyordu. Yanında kaldığı veziri kastederek, onun yokluğunda namusuna ihanet etmediğini, bunun bilinmesini istiyordu. Bu sözlerin her ne kadar vezirin karısına ait olduğu vb. tartışmaları yapılmaktaysa da burada açık ve kesin olan şudur: Yusuf gerçekten de —Allah’ın, Nur suresi 30. ayetindeki emrine uygun olarak— ırzını korumuş, haramdan gözünü çevirmiş ve evinde ikamet ettiği bir adamın namusuna kötülük etmemiştir. Kısacası böyle bir ihanet içinde olmamıştır.

Şu halde, “her zina aynı zamanda bir ihanettir” demek tamamen doğruyu söylemektir.

Müslümanların pratik meselelerinden biri de hainlerle münasebetleridir. Eğer Müslümanların bir anlaşma yaptıkları düşman taraf hainlik yaparak anlaşmayı bozarsa Müslümanlar da anlaşmayı onların önüne açıkça atabilirler. (8/Enfal 58). Çünkü ihanetin başladığı yerde artık anlaşmanın hükmü kalmamıştır, söz çiğnenmiştir. O durumda hala “sözümüze sadık kalacağız” gibi bir politika, siyaset bilmemek anlamına gelir. Çünkü iki tarafın mutabık kaldığı bir anlaşma düşman tarafından ihlal edilmiş, söze ihanet edilmiştir.

Kur’an, Peygamber’in şahsında bütün mü’minlere “hainleri savunmamayı, hainlerden taraf olmamayı” emreder. (4/Nisa 105-107). Hatta sözü daha da ilerleterek şöyle ihtarda bulunur: “Haydi diyelim ki bu dünyada hainleri siz savundunuz, korudunuz, peki ahirette onları kim savunacaktır?” (4/Nisa 109). Bu ayetler bize çok büyük siyasi ilkeler öğretmektedir. Bu demektir ki, Allah’a ve Rasulü’ne ihanet eden müşriklerin, kafirlerin müslümanlar nezdinde bir saygınlıkları yoktur. Onları savunmak, ihanete ortak olmak demektir. Bizim savunmamız onları Allah katında, ilahi azaptan kurtaramayacaktır. İşte son yıllarda Müslümanların gündeminde fitne-fesat rüzgarları estiren diyalog/hoşgörü edebiyatı bu açıdan gözden geçirilmelidir. Diyalog/hoşgörü adı altında yeryüzünde fitnenin, arkası kesilmeyen katliamların, tecavüzlerin, sömürünün kotarıldığı mihraklara arka çıkmanın, destek vermenin müslüman basireti ile hiçbir alakası olamaz. Müslümanlar, hiç değilse, Yusuf’un gıyabında bir gerçeği itiraf eden Mısırlı vezirin karısı ve arkadaşları kadar olsun gerçekçi ve dürüst olabilmelidirler.

Allah hainleri sevmez. Bu prensip Kur’an’da açıkça beyan edilmektedir. (8/Enfal 58; 4/Nisa 107; 22/Hac 38). Öyleyse mü’minler de Allah’ın sevmediği kimseleri sevmek hususunda Allah’dan daha cömert(!) olmak gibi bir yetkiyi kendilerinde görmemelidirler.

Kur’an, yanlış ‘dindarlık’ anlayışı gereği, insanların kendi nefislerine ihanet edebileceklerini hatırlatır bize. İlgili ayet nazil olmadan önce mü’minlerin yanlış bir yoruma dayanarak oruç gecesinde eşlerine yaklaşmaktan kaçınmalarını Kur’an kendi nefislerine ihanet etmek olarak adlandırmıştır. Buradan hareket ederek mü’minlerin Allah’ın kendileri için mübah kıldığı işleri yapmayı terk etmeleri veya helal olan yiyecek içecekleri yiyip içmemeleri gibi birtakım riyazet ilkelerini, zühd ve takva anlayışlarını insanın nefsine ihanet etmesi olarak değerlendirebiliriz.

Günümüzde ihanet kavramı gerçek hainler tarafından da bolca kullanılabilmektedir. Statükoyu sarsan, yerleşik değerleri tehdit eden her türlü fikir, mele ve mütref takımınca ‘ihanet’ olarak yaftalanmaktadır. Mesela, vatanın selameti için, vatanın gerçek sahipleri elinde kalması ve üzerinde İlay’ı Kelimetullah’ın icrası için söz söyleyen insanlar ‘vatana ihanet’ suçundan yargılanabilmektedirler. Vatanın gerçek dostları ‘vatan haini’, düşmanları ise vatan kahramanı sıfatına layık görülebilmektedir. Hatta yerine göre, bir fahişe kadına hakaret etmek, devleti dolandıran, banka boşaltan, vergi kaçıran, yalan haber yayan vb. kimseleri eleştirmek bile ‘vatana ihanet’ olarak değerlendirilebilmektedir. Bir mafya teşkilatının bir üyesi de artık ben yokum diyerek tevbe edip bir kenara çekilmek istese ilk yiyeceği damga ‘ihanet’ olacaktır. Dolayısıyla bu kavramın kullanılmasında bir keyfilik söz konusudur. Daha doğrusu, iktidar gücünü gasp etmiş olanlar, böyle bir manipülasyona her zaman muhtaçtırlar.

Yukarıda açıklandığı gibi, Allah’a ve Rasulü’ne ihanet edenler, Allah’a verdikleri misakı bozanlar yalnızca Yahudiler değildir. Müslümanlar da bu konuda kendilerini muhasebeden geçirmelidirler. Eğer Müslümanlar sadece 21. yüzyılın bu ilk başlarında değil birkaç yüz yıldır dünyanın her yerinde aşağılık, zillet, meskenet çilesi çekiyorlarsa bunun sebebi olarak biraz da kendilerine dönüp bakmaları, acaba biz hangi ihaneti işledik de onun cezasını çekiyoruz demeleri gerekmez mi? Evet, Müslüman kavimler Allah’a ve Rasulü’ne ihanet ettiler; Allah’ın inzal buyurduğu yegane gerçek ve hak dine, Allah’ın biz insanların tutunmamız için sarkıttığı ‘urvetül vüska’ tutamağına ihanet ettik. Allah ve Rasulü’nden başka yerlerde şeref ve izzet aradık. Halbuki şeref ve izzetin tamamının sadece ve sadece Allah’ın ve Rasulü’nün katında olduğunu unutmamalıydık. Eğer günümüzde dünyanın herhangi bir köşesinde, Müslüman bir kavmin fertlerinin kafasına torbalar geçiriliyor, boyunlarına ip bağlanarak, hayvanlara bile yapılmayan bir muameleyle yerlerde sürükleniyorsa, bu aslında bütün bir ‘İslam ümmeti’nin yerlerde sürüklenmesi demektir. Allah tıpkı İsrailoğulları’na verdiği ceza gibi bizlere de aşağılık, zillet ve meskenet cezası vermektedir. Ama yanlış anlaşılmasın, bunlar tamamen kendi ellerimizle kazandıklarımızdır, asla Allah’ın nâhak yere verdiği cezalar değildir. Çünkü Allah insanlara zulmetmez, insanlar kendi elleriyle kazandıkları yüzünden kendi kendilerine zulmederler.

İKTİBAS

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *