Farklı düşüncelerimiz bizleri tefrikaya götürmemelidir. “Hududullah” vahiyle sabittir, çerçevesi çizilmiştir. Farklı düşünen kardeşlerimize karşı merhametle yaklaşmalı, sabırla ve şükürle doğru olduğuna kanaat getirdiklerimizi izah etmeye devam etmeliyiz.
Yakup Döğer
Yaklaşık yüz elli yıldır bu mesele üzerine çok sözler söylendi çok yazılar yazıldı, günümüzde de söylenip yazılmaya devam ediyor. Lakin maksadın hasılına henüz bir adım dahi yaklaşılmış değil. Her Müslüman fert münferit olarak çalışmak istiyor, fakat aynı zamanda birlik, beraberlik, vahdet sedaları ise ayyuka çıkıyor. Hem ittihaddan bahsetmek, hem de ferden birer müçtehit olma gayreti serdetmeye çalışmak, maksadın hasılında büyük mani teşkil ediyor.
Ümmetin önünde duran, yol yordam gösterecek olanlar, tevhid ve ittihadın önderi olacaklar çok süslü kelamlar, edebi değeri yüksek yazılar yazıyor. Lakin söylenip yazılanlar arzu edilen maksadı bir türlü kuvveden fiile çıkaramıyor. İttihadı sağlayacak bilgi üretilemiyor. Bilgi üretme çabaları bile, kendi aralarında münakaşadan ve ihtilafı derinleştirmekten başka işe yaramıyor.
İttihada dair bütün esaslar malum olduğu halde, ümmetin önünde duranların dünden bu güne süren münakaşaları ve ihtilafı körükleyen tavırları ne anlama geliyor? Taraflar birbirlerini tanıdığı ve hassasiyetlerini bildiği halde, birbirlerini tanımıyormuş gibi davranmaları, üstüne üstlük fer’i meselelerdeki nefsi ayrılıkçı davranışlarının tutarlı bir izahı gerekmiyor mu? Bunları ortadan kaldıracak ilmi çabalar niçin gün yüzüne çıkamıyor?
Ortada bir kabahat var ise, mutlaka bu kabahatin bir de suçlusu vardır. Öyle ise bu büyük ve kronik kabahatin suçlusu kim olabilir? İşte yüz yılı aşkın bir zamandır cevabı aranan sorulardan biri de budur. Ümmetin önünde durup yol yordam gösterenler mi, yoksa yol yordam gösterenlere uyacak avam mı suçludur? Tabi işin kangren olmuş diğer bir tarafı da, asırlık tartışmalarda suçlu arama mücadelesidir. Herkesin birbirini suçladığı bir vasatta suçlu olanın bulunması imkân haricinde kalmaktadır. Fakat yaşanan tartışmalar kabaca göz önüne alındığında ise, genel olarak suçlu olanların ulema-aydın-entelektüeller olduğu herkesin ortak fikridir. İşin diğer garip bir tarafı ise birbirlerini suçlayanların yine aynı sınıftan insanların olmasıdır.
Geçtiğimiz yakın tarihi dönemde hasıl olan ortak kanaat, İslamlar arasında görülen gerilemenin ve tefrikanın yegâne sebebinin mesulü ulema-aydındır. İslam’da ruhaniyet ve ruhbaniyet olmaması ile birlikte, ulemanın enbiya varisi olması gibi bir sıfatla anıldığı kabul görmüş bir kanaattir. Modern dönemde ise ulemanın yerini aydınlar almıştır. Lakin şunu da belirtmek gerekir ki, modern anlamda aydın hiçbir zaman ve mekânda ulemanın yerini alabilecek maddi ve manevi kabiliyete sahip değildir.
Bugün yeryüzünün üzerinde yaşayan milyarı aşkın Müslümanın varlığıyla hiçbir İslam ferdi yoktur ki iftihar etmesin. Bu kadar büyük, muazzam bir kitlenin istikbali için sevinmesin. Bu muazzam millet bir gün gelir, ayağındaki prangalardan elbette kurtulur, yükselir ilerler, zulme karşı birlik olur. Fakat ne zaman? İşte bu sualin cevabı müşkül olduğu kadar, cevap bulmasının zaruri oluşu da hakikate yaslanır. İslam Aleminin istikbalini teşkil edecek olan bugünkü Müslümanlar, sahip oldukları dinin ehemmiyetini henüz kavrayamadılar. Kavrayamadıkları için de kendilerini selamete götürecek, birlikteliği sağlayacak bilgiyi üretemediler.
Hz. Peygamber (sav) “Mümin müminin aynasıdır, mümin müminin kardeşidir…” gibi birçok defalar müminlerin birbirleriyle olan hukukunu açıklamış, İslam alemini muazzam bir kitleye benzetmiştir. Allah-u Teâlâ da kitabında, ancak müminlerin kardeş olduğunu beyan buyurmuştur. Hz. Peygamber (sav) benzetmeler yaparken, dünyanın herhangi bir yerinde bulunan Müslümanın dünyanın diğer bir yerinde bulunan Müslümanın aynası, kardeşi olduğunu, bu muazzam kitlenin bir cüzünü teşkil ettiğini nasihat etmiştir. Müminleri bir vücudun azalarına benzetmiş, vücuttaki azalardan biri rahatsızlanınca bütün vücudun rahatsız olacağını söylemiştir. Şarkta bir müminin başına bir musibet geldiğinde, garptaki müminlerin üzüleceğini, sıkıntı çekeceğini ifade ederek, çağlar üstü değere sahip bir dünya görüşünü, bütün müminlere hayat düsturu olarak tembihlemiştir.
İşte bu muazzam İslam topluluğu böyledir ve böyle olduğunu daima akılda tutmalı, üzerinde tefekkür etmeliyiz. Fakat yazıklar olsun ki, biz Müslümanlar şimdiye kadar dinin yüce emirlerine riayet etmeyi bıraktık, o emirleri terkedilmiş bir halde kaldı. Bu yüce emirleri bıraktığımız gibi, vahdete dair İslam’ın öngördüğü hususları da unuttuk. Öyle bir hale geldik ki, aynı yerde, aynı çatı altında, aynı düşüncede bulunan iki Müslümanın fikri ve ruhi ahvali birbiriyle taban tabana zıtlık göstermekte iken, dünyanın diğer yerlerinde bulunan Müslümanlar da birbirinden habersiz bir şekilde yaşamaktadır.
İş sadece bu kadarla da kalmadı. Fikir ayrılıkları ihtilafa, ihtilaflar kavgalara, kavgalar tekfire, tekfirler tefrikaya vardı. Fikirlerdeki ihtilaflar tefrikayı körükledi. Aralarına tefrika giren Müslümanlar siyasi, iktisadi, hukuki birliklerini de kaybetti. Mezhep ve hizip kavgaları, Müslümanların umumi menfaatlerini kaybetmelerine neden oldu. Her mezhep ve hizip kendisini fırka-i naciye mesabesinde görünce, kendi dışındakiler cehennem çukuruna yuvarlandı. İslam Alemi bu kadar parçalanmış iken nasıl vahdetten bahsedebiliriz? Bu halde iken nasıl bir uyanış ve dirilişten söz etme cüretinde bulunabiliriz?
Uyanış ve dirilişin ilk şartı yekvücut olmuş bir yapının el ele vererek çalışması ve bu uğurda birbirlerine yardımda bulunarak, birbirlerinden emin olmasıdır. Yüce dinimizin emirlerine rağmen biz böyle birbirimize kin ve nefret besleyecek olursak, uyanış ve diriliş bir kenara, zelil ve hakir olacağımız, öyle kalacağımız tartışmadan uzaktır. Ne zaman İslamlar yanlış anlamalardan uzaklaşır kurtulur, birbirlerini anlamaya dönük çabalar sergiler ise, ancak o zaman uyanış ve dirilişten bahsedebiliriz.
Şurası unutulmamalıdır ki, gavurlar Müslümanların birlik olmasını asla istemezler. Bunun böyle olduğu yüzelli-ikiyüz yıllık geçmişimizde görmüşüzdür ve halen de görmekteyiz. Bu birlikteliğin önüne geçmek için de Müslümanlar arasına nefret tohumları ekmeyi her daim başarmışlardır. Yaşanan asırlık tartışmalara bakıldığında Müslümanlar da bu durumun farkındadır. Lakin farkında oldukları halde aynı oyuna gelmekten usanmadılar. Geçmiş dönemde İttihad-ı İslam, modern dönemde vahdet çabalarının gerçekleşme ihtimali, İslam düşmanlarına büyük korku yaşatmıştır.
İngiliz Avam Kamarasında konuşan William Gladstone, İttihad-ı İslam’ın gerçekleşmemesi için ne gerekiyorsa yapılması gerektiğini yüksek sesle haykırmış, Müslümanların elinde Kur’an olduğu sürece başarılı olamayacaklarını itiraf etmiştir. Müslümanların arasına nifak tohumları serpilmeli, tohumların yeşerip büyümesi için her yola müracaat edilmelidir. Dün olduğu gibi bugün de Müslümanların, Kur’an’ın bünyesinde barındırdığı enerjinin William Gladstone kadar farkında olmadıkları aşikârdır. Bir İngiliz siyasetçinin Hıristiyan dünyasına yapmış olduğu tavsiyeler önemli itibar görmüş, büyük tesir uyandırmıştır.
Dinin harekete geçirici mahiyeti İslam düşmanlarının dahi dikkatini çekmiş iken, ne yazık ki Müslümanlar henüz dinlerinin kıymetini kavrayabilmiş değiller. Müslümanların bu ruh hali ise yeryüzü zalimlerine cesaret vermekte, parçalanmışlığın ortaya çıkardığı ahvalden azami derecede istifade etmekteler.
Müslümanlar arası ittihadın gerçekleşememesinin baş sebebi, Müslümanların kendi aralarında yaşadığı tefrikadır. Zira tefrika ittihadın–vahdetin baş düşmanıdır. Tefrikanın varlığı, ittihadın zevaline neden olmaktadır. Baştan sona bir bütünün parçalanmasını ifade eden tefrika, dini, fikri veya siyasi birliğin de parçalanması anlamına gelmektedir. İttihadın ne zaman gerçekleşeceği sorusunun esaslı cevabı, müminler arası tefrikanın nasıl sonlandırılacağı ile alakalıdır.
Genel olarak Müslümanların tümü, sağlanamayan ittihaddan ve yaşanılan tefrikadan rahatsızlıklarını dile getirir ve bu işin çözülmesi gerektiğini ileri sürerler. İslam Dünyasının içinde bulunduğu parçalanmışlıkla ilgili takdire şayan tespitler yaparlar. Fakat bu meselenin nasıl halledileceğine dair pratikte dahi bir çözüm üretememekteler. Öyle anlaşılıyor ki, Müslümanların bu meseleyi halledebilecek ne cesaretleri ne mecalleri ne de birikimleri bulunmaktadır.
Peki, neden ihtilaflar çıkmakta, neden Müslümanlar birbirleriyle bir araya gelip ittihadı–vahdeti sağlayamamaktadır? Bu sorulara aklı başında cevaplar bulunmalı, bugün için hayal ve hülyadan ibaret olan ittihad-vahdet, gelecek günlerde hakikate doğru yol almalıdır.
İttihadın–vahdetin zıddı olan tefrikanın arayı açmak, ayırmak, parçalamak olduğu göz önüne alınırsa, bunun modern toplum kurgusunda özellikle iktidarlar eliyle çok başarılı şekilde sağlandığı görülmektedir. Özellikle postmodern iktidarlarda halkı oluşturan en küçük etnik grupların dahi tek tek sayılması, bütünden ayrıştırılması, dillerine, kültürlerine, tarihlerine, düşüncelerine kadar tefrik edilmesi, sosyolojik olarak bütün toplumda tefrikanın oluşmasına katkı sağlamaktadır.
Akil Müslümanların hassasiyetle üzerinde durmaları gereken ve kanaatimizce hayati öneme sahip olan bu yozlaşmadan ve parçalanmadan kaçınmaları, şeytan ve dostlarının tuzağına düşmemeleri gerekmektedir. Her insanın farklı düşünceleri olabileceği gibi, fıtri olarak kavrayış ve algıları da farklı olabilir. Farklı düşüncelerimiz bizleri tefrikaya götürmemelidir. “Hududullah” vahiyle sabittir, çerçevesi çizilmiştir. Farklı düşünen kardeşlerimize karşı merhametle yaklaşmalı, sabırla ve şükürle doğru olduğuna kanaat getirdiklerimizi izah etmeye devam etmeliyiz. İttihadı sağlama çabaları gösterir iken alaycılıktan, kibirden, küçümsemekten, kinayeden, basite indirgemekten, genellemecilikten, yok saymaktan uzak durmalıyız. Zira bütün bu davranış türleri ittihadın düşmanı tefrikanın ortaya çıkmasına neden olacak tavırlardır.
Unutmamamız gereken şu ki, ne kadar bilirsek bilelim, ne kadar yazarsak yazalım, ne kadar söylersek söyleyelim, varıp gideceğimiz yer topraktır. Ve bir gün bu dünyada yapıp-ettiğimiz her şeyden mutlaka hesaba çekileceğiz. Allah Resulü (as) bir hadislerinde, “Hutbe irad eden kastından sorguya çekilecektir” demektedir. Allah’ın arzında bir şeyler yapıp-etmeye başlamadan önce ilk cevaplayacağımız soru, yapacağımız-yaptığımız ameli “neden” yaptığımız olmalıdır. Allah mü’minleri yeryüzünün en hayırlısı olarak vasfetmektedir. Mü’minler bütün yeryüzü insanlığının en hayırlısı olarak vasıflandırılmıştır. Allah’a iman edenler, tevhid-vahdet-adalet-merhamet üzere bir dünya inşa etmenin derdini yüreklerinde hissederek yaşamalı, tefrikanın parçalayıcı karakterinden kaçınmalıdır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *