Son birkaç asırdır müstekbir batının dil ve hal ile tekrarlayıp durduğu “Ben sizin en yüce rabbiniz, yol gösterici, istikamet belirleyici, ölçü koyucu, nizam verici merciniz değil miyim?” tuğyanı, hiç de nevzuhur bir tuğyan değildir.
Temel İman İlkelerini, Kur’an’daki Esmâ İle Kavramak -II-
Şükrü Hüseyinoğlu
Başta Rabbimizin güzel isimleri (Esmaul-Husna) olmak üzere, temel iman umdelerine dair Kur’an’da bildirilen isim ve sıfatlar, Rabbimizi, Rasulü’nü, Kitabı’nı ve Âhiret’i doğru anlamımızı temin ederek, bizde sağlam bir akide zemini inşa etmektedirler.
Rabbimizi ve iman etmemiz gerektiğini bize bildirdiği esasları bizzat O’nun beyanlarıyla, o esaslara dair Kitab-ı Kerim’de yer alan isim ve sıfatlarla tanıyıp idrak etmek, bizde ağyârını mâni, efrâdını câmi bir tasavvur ve kavrayış meydana getirecektir, getirmektedir.
Akidemizin temel umdelerini, Kur’an’daki esmâ (isim ve sıfatlar) çerçevesinde öğrenip kavradığımızda, akidemizi her türlü geleneksel ve modern, post-modern hurafeden, bid’at ve sapmadan selâmete kavuşturma imkânı bulmuş oluruz. Gerek “atalar dini”ne, gerek yaşadığımız coğrafyadaki resmi egemen anlayış olan “Ata dini”ne, pozitivizme, sekülerizme/laisizme, modernizme, post-modernizme, rölativizme, deizme, agnostizme, bizantizme, ila âhir Rabbimizin bize Kitab-ı Kerimiyle bildirdiği sırat-ı müstakim dışındaki tüm yaklaşım ve yönelimlere en net cevap, en etkili ilaç Kur’an’ın iman umdeleriyle ilgili bize öğrettiği isim ve sıfatlardır.
Hayat boşluk kabul etmez. Siz tarlanıza buğday, çavdar tohumu atmaz iseniz, tarlada yabani otların boy vermesi kaçınılmaz olacaktır. Müslümanların tarihinde olmuş olan maalesef tam da budur.
Rasulullah (as)’ın vefatı sonrası ilk iki halife döneminde devamı sağlanan İslami otoritenin, daha sonra giderek zayıflamaya ve dağılmaya başlaması ile birlikte, gerek muharref Yahudi ve Hıristiyan kültürünün İslam toplumunda etkileşime sokulması, gerek cahili Arap kültürünün “İslami” kisveye büründürülerek yeniden canlandırılmaya başlanması,(1) ayrıca fırkalaşmayla birlikte fırkaların kendi gündelik siyasi ve giderek o siyasi algılar üzerinden şekillenen akidevi yaklaşımlarını temellendirme saikiyle hareket etmeye başlaması sürecinde, Kur’an’la ve Rasulullah’ın Kur’an’a dayalı örnekliği ile kurucu, inşa ve ıslah edici irtibat zayıflama sürecine girmiştir.
Kur’an ve onun mübelliği, muallimi ve müşahhas tefsiri olan Rasulullah’ın örnekliğiyle irtibat zayıfladıkça, İslam’a ve onun iman ve amel ilkelerine dair algı ve yaklaşımlar da Kur’an yerine, söz ettiğimiz etkileşimlerle teşekkül etmeye başlayan kültür ve yönelimlerin etkisi altında oluşmaya başlamıştır. Bugün kendisini İslam’a nisbet eden toplumlardaki yaygın, câri İslam algısını ve bu algı çerçevesindeki Allah, Peygamber, Kur’an ve Âhiret / Hesap Günü tasavvurunu göz önüne bulundurduğumuzda, Kur’an’a aykırılığın ötesinde, Kur’an’la kelimenin tam anlamıyla zıtlaşan yaklaşımların yoğunluğunu müşahede etmek zor değildir.
Bu noktada merhum Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” kitabındaki şu tesbitini hatırlamak faydalı olur diye düşünüyorum:
“Bugün biz, İslam’ın daha önce tanık olduğu türden bir cahiliyenin, belki de daha da sapkın bir cahiliyenin içindeyiz. Çevremizde her ne varsa, cahiliyedir: İnsanların anlayışları, inançları, adetleri, gelenekleri, kültürel kaynakları, sanatları, edebiyatları, yasaları… Hatta çoğumuzun İslami kültür, İslami kaynak, İslami felsefe, İslami düşünce diye bildiği şeyler… Bunlar da, bu cahiliyenin ürünüdür.”(2)
İnsanlık tarihi boyunca iki tür cahiliyenin hep aktif ve etkin olduğunu söylememiz mümkün. Biri; Rabbimizin, içlerinden seçtiği Nebiler (as) ile insanlara yol gösterici olarak bildirdiği vahiyden zaman içinde yaşanan sapmalarla ortaya çıkan ve nesilden nesile aktarılarak genel-geçer kabul haline getirilen “geleneksel cahiliye”, diğeri ise; Allah’ı ve O’na muhtaciyet halini unutan insanın, bu istiğnasının doğurduğu bir sonuç olarak müstekbirleşmesi, tağileşmesi ve tağutlaşması neticesinde hevâsının ürünü olarak peydahladığı dünya görüşleri, izmler, ideolojilerden müteşekkil “modern cahiliye”. Her dönemin geleneksel ve modern cahiliyesi olagelmiştir ve Peygamberler, bu her iki cahiliyeye karşı mücadele etmişlerdir.
Rasulullah (as) da, bir taraftan İbrahim (as) ve İsmail (as)’ın tebliğ edip ikame ettikleri tevhid dininin tahrif edilmesi, şirk zulmüyle bulandırılarak asli niteliğinden tamamen uzaklaştırılması neticesinde ortaya çıkmış bir “atalar dini” ile mücadele ederken, aynı zamanda da “Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder”(3) yaklaşımına sahip, bu yaklaşımlarını haber veren ayetin bir öncesi ayette (Câsiye 23) bildirildiği üzere, kendi hevâlarını ilah edinmiş, insanın kendi kendisinin rabbi olarak keyfince yaşaması gerektiğini savunan, Allah’ı yaratıcı olarak kabul etmekle birlikte, rab olarak, emreden, hayata dair ölçüleri belirleyen merci olarak kabul etmeyen “modern cahiliye” ile de mücadele ediyordu.
Dolayısıyla, modernizm mefhumunu salt son birkaç asrın bâtıl batı menşeli tuğyani felsefe ve ideolojileriyle sınırlamak doğru değildir. Son birkaç asırdır müstekbir batının dil ve hal ile tekrarlayıp durduğu “Ben sizin en yüce rabbiniz, yol gösterici, istikamet belirleyici, ölçü koyucu, nizam verici merciniz değil miyim?” tuğyanı, hiç de nevzuhur bir tuğyan değildir. Musa (as) ve Harun (as)’ın dâvetine muhatap olan Firavun’un tuğyanının bire bir aynısıdır. Ne diyordu Firavun, tevhid dâveti karşısında sarsılan tahtını koruyabilmek için halkına taraftarlarına seslenirken: “Dedi ki: Sizin en yüce Rabbiniz benim.” (Nâzi’ât, 79/24)
Peygamberler gibi, onların çağlarında omuzladığı tevhid dâvâsının bu çağdaki tâbileri olmaya gayret eden bizler de, bu iki tür cahiliye ile muhatabız. Baskın, egemen cahiliye olan modern ve post-modern cahiliye ve sahih gelenekle (Kur’anî/Nebevî gelenek) bağı zayıflamış, nesilden nesile taklit kültürüyle aktarılıp yaşatılan geleneksel cahiliye. İşte Rabbimizi, Rasulü’nü, Kitâbı’nı ve Âhiret’i / Hesap Günü’nü Kur’an çerçevesinde, Kur’an’daki isim ve sıfatları çerçevesinde tanımak, her iki tür cahiliyenin üretip yaşattığı, toplumların dimağında ve hayatında yerleşik/egemen kıldığı algı, yaklaşım ve yönelimlerin bertaraf edilip hakkın ikame edilmesi için yegâne çıkar yoldur.
İnsana Bahşedilen İlk Nimet, İsimlerin Öğretilmesidir
Bilindiği üzere Rabbimiz insanı yarattıktan sonra ona ilk nimeti olarak, varlık ve mefhumların isimlerini öğretmiştir. Bu nimet, insanın akıllı ve iradeli bir varlık olarak, muhatap kılındığı imtihan ve “yeryüzünün halifesi” olma sorumluluğunun bir parçasıdır. İsimlerin öğretilmesi, varlık, eşya ve mefhumların doğru tanınması ve dolayısıyla insanın varlık hiyerarşisini ve bu hiyerarşide kendi yerini doğru kavramasına denk gelmektedir. İsimleri öğrenen insan, Rabbini ve Rabbinin nezdinde kendi konumunu doğru olarak tanımış olur:
“Allah, Adem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek: ‘Eğer sözünüzde sâdık iseniz şunların isimlerini bana bildirin’ dedi. ‘Seni tesbih ederiz. Senin öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen her şeyi bilen ve hikmet sahibi olansın’ dediler.” (Bakara, 2/31-32)
Evet, insan varlık âlemine adım attığında Rabbinin ilim nimetiyle muhatap olmuş, kendisine isimlerin öğretilmesiyle varlık hiyerarşisini doğru şekilde kavramış, bu kavrayış üzere yeryüzü imtihanına başlamıştır. İsimleri doğru kavramak, her şeyden önce âlemlerin Rabbi’ni doğru tanımayı sağlar. Allah’ı, O’nun bildirdiği isimleri üzere doğru tanımak, insanın başta kendisi olmak üzere, yaratılmışları ve hayattaki varlık sebepleri ve konumlarını doğru kavramasını sağlar. Zaten tevhid akidesinin temeli de budur. Her varlığı ve mefhumu, varlık hiyerarşisi içinde doğru tanımak ve doğru konumlandırmak…
Nitekim insanların tevhid akidesinden saparak şirke savrulmaları, bu temelden uzaklaşmalarıyla olagelmiştir. Allah’ın isimlerinde ilhada düşmek, O’nu gerektiği üzere hakkıyla takdir edememek… Rabbimizi, zatıyla ilgili bildirdiği, insanın O’nu doğru tanımasını sağlayacak isim ve sıfatlarla tanımaktan uzaklaşarak veya bu isim ve sıfatları kendi bağlam ve bütünlükleri içinde doğru kavrama gayretini terk ederek, insanın kendi muhayyilesinde şekillendirdiği, hevâsının uygun gördüğü bir “Tanrı” tasavvuru üretmek…
Şirkin hüküm sürdüğü cahiliye Mekkesinde de temel mesele bu idi, geleneksel, modern ve post-modern cahiliye biçimlerinin hüküm sürdüğü günümüz dünyasında da temel mesele budur: Allah’ı gerektiği üzere takdir edememek, O’nu kendisinin bize bildirdiği isim ve sıfatlarıyla tanıyıp o şekilde iman etmek yerine, geçmişten bugüne taşınan kimi yanlış algı ve anlayışlar ve günümüz modern, post-modern cahiliyesinin ürettiği hevâ ürünü yaklaşımlarla tasavvur ve tanımlama yoluna gitmek…
Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin Rabbi olan, âlemlerin Rabbi olan Allah’ı, salt göklerin Rabbi olarak algılamak, el-Melik, el-Hakem olan, mülkün, hükmün, egemenliğin kendisine ait olduğu Allah’ı, bir “mâbed ilahı” olarak konumlandırmak, yaratan, yaşatan ve emreden, her an yaratmakta ve yönetmekte olan, el-Hayy ve el-Kayyum olan Allah’ı, kâinatı, dünyayı ve insanları yaratmış ve kendi hallerine bırakmış bir “Aristo tanrısı” gibi algılamak, bize şah damarımızdan da yakın olan Allah’ı, kendisine ulaşmak için “aracı ilahlara” gerek bulunan “uzak ilah” olarak vehmetmek, hep O’nun isimleri konusunda ilhada sapmanın, O’nu gerektiği gibi takdir edememenin neticeleridir.
Rabbimiz bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah güç sahibidir, üstün olandır.” (Hac, 28/74; Ayrıca Bkz: En’âm, 6/91; Zümer, 39/67)
Rabbimizi, Rasulü’nü, Kitabını ve Âhiret’i Hakkıyla Takdir Etmek
Allah’ın kadrini hakkıyla takdir etmek; O’nu her türlü noksanlıktan, insan algı ve tasavvurunun doğuracağı yanlış yaklaşımlardan tenzih ederek doğru tanımak; ancak Kitab-ı Keriminde kendisini bize tanıttığı gibi tanımakla ve o sınırda kalmakla mümkündür. Ve biliyoruz ki Rabbimiz, kendisini bize isim ve sıfatlarıyla tanıtmaktadır. İşte bütün mesele, isim ve sıfatları doğru şekilde öğrenmektir.
Rasulullah’ı, Kitabullah’ı ve Âhiret’i / Hesap Günü’nü doğru tanımak ve bu temel iman umdelerinde de ilhada sapmaktan, yanlış algı ve yaklaşımlara düşmekten sâlim kalmak da, yine Rabbimizin onları bize tanıttığı vasıflarını esas almakla, onları Kur’an’daki isim ve sıfatlarıyla tanımakla mümkündür.
Bu yapılmadığında, nasıl ki Rabbimizi salt göklerin rabbi veya bir “mâbed ilahı” olarak algılama, O’nun göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin rabbi oluşunu takdir edememe ilhadı kendisini göstermekte ve buradan da, O’nun ilahlığını mâbede hasredip, egemenlik ilişkilerini politika ilahına, iktisadi faaliyetleri piyasa ilahına, eğitim-öğretimi deneysel akıl ilahına, sosyal hayatı hevâ ilahına göre tanzim etmeyi öngören laiklik tuğyanı neşvu nema bulmaktadır, yahut, Allah’ı “uzak ilah” olarak tasavvur ederek, O’na ulaşmak için “aracı ilahlar” ihdas etmek, onlara tazimde bulunarak onlar vesilesiyle Allah’ın rızasını elde etmeye çalışmak gibi şirk anlayış ve pratikleri kendisine zemin bulmaktadır, aynı şekilde Rasulullah’la ilgili de, Kur’an’la ilgili de, Âhiret’le, Hesap Günü’yle ilgili de yanlış, çarpık algı ve yaklaşımların ortaya çıkması kaçınılmaz olmaktadır.
Rabbimizin bize evvelemirde, kendisinin kulu ve rasulü olarak tanıtıp, çeşitli ayetlerde beşer yönüne vurgu yaptığı Rasulullah, yaygın geleneksel algılarda, “kul ve rasul” çerçevesinin dışına oldukça taşırılabilmiş, bizatihi kendisinin de “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi, beni aşırı şekilde övmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. Bana ‘Allah’ın kulu ve Rasûlü’ deyin”(4) ve benzeri ikazlarına rağmen, Kur’an’ın vasfettiği niteliklerin sınırını epeyce aşan nitelemelere konu edinilmiştir.
Buna karşılık, ilk olarak 19. asırda İngiliz işgali altındaki Hindistan ve Mısır’da ortaya çıkan modernist yaklaşımlarda ise bu ilhadın tam aksi yönde yaşandığını görürüz. Modernist yaklaşımlarca, “Rasul” vasfı, Rabbimiz tarafından o vasfın bileşeni, olmazsa olmazı kılınmış örnek, önder, muallim, müfessir gibi mütemmim vasıflardan soyutlanmakta, dolayısıyla Rasulullah (as), görevi sadece aldığı vahyi insanlara iletmekle sınırlı bir “postacı” gibi görülmektedir.
İşte Rasulullah (as)’ı, Rabbimizin Kur’an’da bize bildirdiği vasıflarıyla tanıdığımızda onun konumunu da doğru anlamış oluruz. Böylece geleneğin yüceltmeci yaklaşımlarında da, modernist, post-modernist algıların indirgemeci yaklaşımlarından da beri kalmış oluruz. “Kur’an’sız, Kur’an’a rağmen bir Rasulullah” algısına da, “Rasulullah’sız, Kur’an’ı en iyi anlamış ve en iyi yaşamış merci olan Rasulullah’ın Kur’ani/Nebevi örnekliğine rağmen bir Kur’an” algısına da prim vermemiş oluruz. Ancak bu sayede, Rasulullah’ı Kur’an’sız ve Kur’an’ı Rasulullah’sız anlayamayacağımızı kavrama imkânına kavuşuruz.
Hakeza, Kur’an’ı bizatihi Rabbimizin onda bize bildirdiği isim ve sıfatlarıyla tanımadığımız takdirde, ya yaygın geleneksel anlayışlarda olduğu üzere, onu anlaşılması güç, kendisinden hüküm çıkarılması neredeyse imkânsız, ele alınıp okunması türlü şart ve seromonilere tâbi, kavrayış ve yaşayışları ıslah ve inşa etmesi gayesiyle değil, sevap kazanmak ve sevap hediye etmek (!) için okunan, yaşayanların idrakleri yerine ölülerin ruhları için okunan, hastalara şifa gayesiyle okunup-üflenen bir “kutsal nesne” olarak algılamak ve öylece muameleye tâbi tutmak söz konusu olacağı gibi, modernist, post-modernist algıların, onu, ahkâmı tarihsel olup bugün için (hâşâ) bir geçerliliği bulunmayan, salt bir ahlak ve nüsuk (namaz, oruç, hac) öğretisine indirgeme şeklindeki, imanı temelden bozacak sapmalarına düşmek de söz konusu olabilecektir.
Oysa Kur’an’ı, onda kendisine dair bildirilmiş olan isim ve sıfatlarıyla tanıdığımızda, onun apaçık (mübin) ve kolaylaştırılmış (müyesser) bir hidayet kaynağı, insanlar arasında kendisiyle hükmedilmesi için inzal edilmiş bir hüküm kaynağı, ahlak ve nüsuk öğretisi olduğu gibi egemenlik ve hukuk öğretisi olduğunu, bugün post-modern anlayışlarca propaganda edilmeye çalışıldığı gibi herkesin istediği gibi yorumlayabileceği göreceli bir kaynak değil, hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt eden furkan hakkı apaçık ortaya koyan beyyine, burhan olduğunu kavramış ve dolayısıyla Kur’an’la irtibatımızı bu kavrayış üzerine bina etme imkânına kavuşmuş olacağız.
Yine Âhiret’i / Hesap Günü’nü, Rabbimizin Kitab-ı Keriminde onları bize tanıttığı isim ve sıfatlarla, Kur’ani temelde kavramadığımız takdirde, Hesap Günü ve Âhiret’e dair bütün bir Kur’ani öğretiyi ters yüz eden mevcut yaygın anlayışların sorgulanmadan sürdürülmesi kaçınılmaz olacaktır.
O günü, Kur’an’da yer alan yevmul hak, yevmul fasl, yevmul hasret (pişmanlık), yevmun asir (zorlu gün) gibi isim ve sıfatlarıyla tanıdığımızda ve Rabbimizin, o gün karşılaşılacak hesap ve alınacak neticeyle ilgili hep insanların dünya hayatında yapıp-ettiklerine, elleriyle kesbettiklerine, dolayısıyla hep hak edişe vurgu yaptığını kavradığımızda, mevcut geleneksel anlayışların Hesap Günü ve Âhiret algılarının üzerine bina edildiği “şefaat” öğretisinin baştan sona bir “paralel din” anlayışına tekabül ettiğini anlamış, böylece akidemizi Kur’ani temelde ıslah etme, Âhiretimizi de ancak kendi sayu gayretlermizle kazanma kavrayışına kavuşmuş olacağız.
Dipnotlar
1 Örneğin, cahiliye döneminde arraflar ve kâhinler tarafından, Süryanice ve Keldanice kimi “dua” metinleri eşliğinde geçekleştirilen okuma-üfleme ameliyesi, aynı dillerde muskalar (nüsha) yazıp şifa gayesiyle hastaların elbiselerine iliştirme gibi uygulamalar, Süryanice, Keldanice dualar yerine, Kur’an ayetleri yazılarak yeniden canlandırılmaya başlanmıştır.
2 Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, Sh. 24, Özgün Yayınları
3 “Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar.” (Câsiye, 45/24)
4 Buhari, Enbiyâ, 48
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *