Susmanın Kalesine Sığınmak

Susmanın Kalesine Sığınmak

Bir hayat, uzunluğu ya da kısalığıyla ölçülemez, ölçülmemelidir. Bir hayat ancak dolu dolu yaşanırsa ancak bir kıymet-i harbiyesi olabilir. Bir asır yaşamış ama suya sabuna dokunmamış bir insana ne kadar “yaşadı” diyebiliriz?

“Susmanın kalesine sığınıyorum
Önümde karanlıktan duvarlar
Sırtımda insan yüklü bir gök var…”
                           Âdîl Erdem Beyazıt

I.

Dünyada günah en çok susarak işlenir… Bunu çok iyi bilmek gerekir. Meselâ bir zulüm anında bunu çokça görür, duyarız. Ki böyle anlarda insanların aslında nasıl bir karaktere sahip olduğunu da anlamış oluruz. Bazı hadiseler sizlere, tanımadığınız ya da henüz tanımaya çalıştığınız insanları tanımak adına çok iyi fırsatlar sunar. Kimle dostluk kuracağınızı, kimlerle yola çıkıp çıkamayacağınızı işte en iyi bu anlarda bilmiş olursunuz. Bu tip insanlar korkuyu iliklerine kadar hisseden bedbaht insanlardır. Ve aslında en büyük köleler de bunlardır. Çünkü ruhlarını basit bir özgürlük sanrısı karşılığında çok ucuza satmışlardır. Peki nedir bu özgürlük sanrısı? En basit tabiriyle şudur; hiçbir şeye karşı çıkmadığınız için bazılarının size sunduğu sahte bir özgürlük yanılsamasıdır. Oysa bu tip bir özgürlük tezahürü, özgürlükten ziyade apaçık bir tutsaklık hatta köleliktir. Asıl özgürlük her ne pahasına olursa olsun Hakk’ı ayakta tutmaktır. Yeri geldiğinde bir zalim karşısında durmak yeri geldiğindeyse bir dava uğruna canını dahi verebilmektir. Dünya ölümlü dünyadır, geçicidir. Her gününü ölüm korkusuyla geçiren bedbahtlar aslında hiç yaşamamış birer et parçasıdır. Nitekim Hz. Peygamber, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” diyerek bu durumu lanetlemiştir. Gereken yerde konuşmayıp susan insan lanetlidir, lanetlenmiştir.

Bir hayat, uzunluğu ya da kısalığıyla ölçülemez, ölçülmemelidir. Bir hayat ancak dolu dolu yaşanırsa ancak bir kıymet-i harbiyesi olabilir. Bir asır yaşamış ama suya sabuna dokunmamış bir insana ne kadar “yaşadı” diyebiliriz? Bu insan bomboş bir levhadır, tabula rasa’dır. Kendine hiçbir şey katamadığı gibi dünyaya da katamamıştır. Sadece bir israftır. Zamana, yaşama, insana ve insanlığa yüktür ancak böyle bir kimse. Herhangi bir kişiliği olmayan silik bir isimdir sadece. Oysa gerçekten “yaşamış” bir insanı düşünelim; bu insan yirmi sene de yaşasa otuz sene de yaşasa dolu dolu yaşamıştır. Çünkü yaşadığı her an kendine ve dünyaya çok şey katmıştır. O, artık bir ölümsüzdür. Her dönemde/devirde ismi söylenecek bir abidedir. Bakın tarihe; her devrin adamı olmuşlar şu an kimin aklında kalmıştır? Ya da kalsalar bile nasıl kalmışlardır? Ama gerçekten adam olmuşlar, kendilerini büyük işlere feda etmişlerse şu an herkesin aklında ve gönlünde büyük yer tutmuşlardır. Birer ölümsüzlük eseridir onlar. Onlara düşmanlık duyanlar bile aslında içten içe onlara hayrandır. Bu insanları kim silebilir tarihten? Kim onları öldürebilir, ölüm bile onları öldürememişken! Mesele işte budur; ölümün bile öldüremediği adam olmak.

II.

“Derûnun derdini Lokman’a gösterdim dedi eyvah
Bu derdin def’ine hakiki bir İlah kaldı gülüm aman…”
                                                                              şâîr rıfat

Kalabalık ancak gevezelik peşindedir. Yalnızlık, suskundur. Çünkü kendi içinde bir derdi olmayanlar, yüreği binbir düşünceyle dolu olmayanlardır aslında konuşanlar. Akıllı insan, kelimeleri israf etmeyen, incitmeye tenezzül etmeyen insandır. Nerede ne konuşacağını ya da konuşmayacağını bilen insandır. Hatta birçok şeyin konuşma ile bir yere varamayacağını da bilendir. Eylem adamıdır bu insan. Bir düşünceyi meselâ, susarak değil daima konuşarak öldürürsünüz. Derûndaki bir şeyler ancak hârice sızdırıldığı an ölür. Ondaki bütün ağırlık bir anda son bulur. Ve siz böylece en derin bir meseleyi dahi sıradan hale getirmiş olursunuz. Bütün merakını yitirir o derinlik. Bir şeyler neden derindir? Dışarıya çıkarılmadığı, çıkarılamadığı için derindir. Merak uyandırdığı, binbir yoruma açık olduğu için derindir. İmge sahibidir çünkü o şey. Bütün değerli eserlere bakın hatta kutsal kitaplara hepsi ağır imgesel kitaplardır. Söylediklerinin arkasında söylenilmeyen/gizli kalan çok şey vardır. Buzdağının arkası derya denizdir. Böyle bir deryada da ancak yüzmeyi bilenler hayatta kalabilir. Kısacası, konuştuğunuzda size bir faydası olmayacak her şey gevezeliktir. Ve derin olan, derinden olan, çaresi sadece Allah’a kalmış olan bir derttir.

Meselâ Alain; “Konuşma her zaman en aptalın düzeyindedir.” der. Neden? Çünkü ancak aptallar sürekli konuşma ihtiyacı duyar. İnsan susarken yüksek seviyededir. Susmasında bile deyim yerindeyse bir keramet aranır. Konuşmaya başlayınca seviye git gide düşer. Ve bütün o gizem, tılsım bir anda kaybolur. Siz bu şekilde ifşa edilmiş bir sırra dönersiniz. Hiçbir gizli saklınız kalmaz. Beyniniz, dolandırılmış gibi olur. Çünkü en büyük dolandırıcı, dildir. Ve aynı zamanda “Hiçbir dil yoktur ki aldatmasın.” der İtalo Calvino. Burası da çok önemlidir. Evet dil, aldatıcıdır. Ardında çok şey saklar. İnsanlar “ağzındaki baklayı çıkar.” derken aslında bunun farkındadır. Her an aldatmaya müsait bir aygıt vardır çünkü insanda. O nedenle bu durum açığa çıktığı an aptallaşma başlar. Kafanızda mükemmel bir şekilde duran bir fikir meselâ, açığa çıkınca bütün mükemmelliğini neredeyse kaybeder. Hatta birçok duygu, düşünce için hiçbir dilde kelime bulamazsınız. Çünkü onların kaderi budur; dile dökül(e)memek, kelimesizlik, dilsizlik yani kısaca suskunluk. Kaşgarlı Mahmut’un müthiş bir cümlesi geldi aklıma. Cümle şöyle; “İnsan şişirilmiş tulum gibidir, ağzı açılınca söner.” Bu ne demektir? Yani insan ağzı kapalıyken, konuşmuyorken daha dolu görünür ve daha ağırdır. Ama ağzı bir açıldı mı, bir de sürekli konuşmaya da başladı mı işte o zaman balon sönmeye başlar. Diline sahip çık der büyük insanlar. Bu da boşuna değildir. Çünkü diline sahip olamayan eninde sonunda rezil olmaya mahkûmdur. Dilini tutan/koruyan, ağırlığını korumuş olur.

Kelimelere dökülebilen bir şey hiç de derin ve ağır değildir. Cioran meselâ çok güzel bir şey ifade etmiştir; “Acı çekmemiş biriyle yapılan her sohbet gevezeliktir.” demiştir. Aynen öyledir. Çünkü anlatılamayan şey acı verir. Onu sadece siz anladığınız için acıdır çünkü. Herkesin anlayabildiği şey acı bir şey olamaz. Sadece dedikodu ya da magazin olabilir. Bunun da hiçbir ehemmiyeti yoktur. Sır tutamayanlar kezâ böyledir. Hiçbir derinlikleri yoktur. Aşırı şeffaftırlar. Kendilerinde hiçbir gizem hiçbir tılsım taşıyamazlar. Bayağı ne varsa onları tanımlar vaziyettedirler. Bu nedenle bakın ağır insanlar, derin insanlar, gerçekten acı çeken insanlar hep suskundur. Konuşmanın çoğu zaman nafile olduğunu bilirler. Ki anlatmaya kalksalar bile çoğu kişinin hatta yer yer hiç kimsenin onları anlayamayacağını çok iyi bilirler. Suskunluk, Tanrı’nın dilidir. Kelimesizlik, Tanrı’nın dilidir. Tanrı ki, tam manasıyla kimsenin anlatmayı başaramadığı şeydir. Bu nedenle Tanrı’ya gerçekten iman eden insanlara bakın hep acı çekerler. Çünkü bir şeyleri anlatamamanın, bir şeyleri kelimelere dökememenin sancısı her an içlerini titretir onların. En zor anlatılan hatta anlatılamayan şey, apaçık olan/görünen şeydir. Bu paradokstur ki acı verir. Ağırdır çünkü bu, taşınamazdır. Bu sebepten dağların taşıyamayacağı yükü kendinde taşımaktadırlar hep bu tür insanlar. Dünyanın çoğunluğu aslında Tanrı’nın farkında bile değildir. Gevezelik, bundan dolayı haddinden fazladır. Fazla konuşan, gereksiz ve boş konuşan insanların gerçek/sahih manada bir Tanrı tahayyülleri yoktur. Onlar Tanrı diye sadece kelimelere taparlar. Bundan dolayı eylemsel olarak tam bir putperest gibi yaşarlar. Bu kadar pisliğin, rezilliğin, acının, ölümün, katliamın başka türlü bir açıklaması olamaz. Sürekli konuşan insan resmen terör saçar. Beyinleri sürekli konuşarak ölmüş vaziyettedir. Bu yetmediği gibi başka dimağları da hedef alırlar. Sürekli konuştukları için de aslında sağırdırlar. Kendilerinden başka hiçbir şeyi duymazlar, duyamazlar. Bugünün vâizleri meselâ kendi seslerine tapanlardır. Çoğunun derdi hak-hukuk değildir. Sadece kuru bir gürültü peşindedir onlar. Konuşarak insanları, dimağları sarhoş ederler. En büyük sarhoşluk budur. İnsanların beyinlerini sürekli uyararak çalışamaz hale getirirler. Bu sayede artık konuşmak ve dinlemek birer beyin/dimağ katliamına dönüşür. Kimse kimseyi dinlemediği için artık ortada bir anlaşma da yoktur. Bugün insanlar susacakları yerde konuşuyor, konuşacakları yerde susuyorlar. Konuşması gereken insanlar susarken ya da susmaya mahkûm edilirken, aslında hiç konuşmaması gereken insanlar sürekli konuşur hale gelmişlerdir. Bunun sebebi ise insanların büyük çoğunluğunun boş konuşan insanlara rağbet etmesidir. Bundan dolayıdır ki artık düşünceler değil, birer zehir yuvasına dönmüş diller savaşır haldedir. Yaşanan bunca savaşın, ölümün, katliamın asıl temeli de işte budur. Sürekli konuşan insan, potansiyel katillere sebebiyet verir çünkü. Bugün dünya evrensel bir sağırlıkla baş başadır. Her kafadan bir ses çıkmaktadır çünkü. Her ses ölümcül bir mermidir artık. Ve sürekli konuşan her dil, çıngıraklı bir yılan kadar Hatta daha da tehlikelidir. Bugün en büyük tehdit nükleer silahlar değil, pervasını kaybetmiş dillerdir.

III.

“uyumsuzluk üzerine birkaç kelâm…”

En mükemmel ruh, dünyaya en uyumsuz ruhtur. Çünkü dünyaya uymak yoldan çıkmaktır. Herhangi bir yol tutmaktır. Ki yoldan çıkan biri için artık her yol yürünebilirdir. Bu da insanı bayağılaştırır. Her yolu yürümeye kalkan kaybolmaya da mahkûmdur. Çünkü asil karakterde bir insan her yolu yürünür kabul edemez. Onun için yollar değil sadece yol vardır. Yol kıymetlidir. Ama nasıl bir yol? Sizi terbiye edebilecek bir yol. Sizi insanî bir çizgide tutabilecek bir yol. Meşruiyeti daim bir yol. İnsan yürümelidir, evet ama işte böyle bir yolda yürümelidir. Ve böyle bir yolun en büyük alameti bir yere varma zorunluluğunun olmamasıdır. Çünkü asıl mesele, daima yolda kalmak, yolda olmaktır. Ancak bu şekilde bir insan bütün heyecanını diri tutabilir. Bizim için asıl mesele bir yere varmak değildir. Bir yere varmak, sabırsız cahiller içindir. Hem mutlaka bir yere varmayı kafasına koymuş bir insan büyük işler de başaramaz. Onun kavgası yol bitene kadardır. Yol bitince kavgası da biter kardeşliği de. Bu tip bir insanın karakteri zora, zorluğa gelmez. Oldu-bittiyi sever. Bir şey için uğraş vermeyi zûl sayar. Herhangi bir şeyin olgunlaşmasına da müsade etmez. Kırılgandır, bayağıdır, içi koftur. Kezâ bu kişi o yürüdüğü yolu da aslında dünyevî menfaati için yürüyordur. Hasıl-ı kelâm; menfaati bitenin dostluğu da biter.

Dünyaya uymak en büyük günahtır. Çünkü dünya bir gaflet uykusundan ibarettir. Bir hayal kırıklığıdır. Bir insanın kendini ve başkalarını hayal kırıklığına uğratması, gaflete düşürmesi olabilecek en büyük günahtır. Goethe; “Hassas ruhlar için dünya bir cehennemdir.” der. Gerçekten de öyledir. Dünya, kalbi katı olanların yurdudur, cennetidir. Kalbi hassas olanlar onda bir sineğin kanadı kadar ağırlıkta dahi olsa değer bulamaz. Dünya sizi gerçeklikten uzaklaştırır. Sürekli kuru bir hayale gark eder. Siz artık bu halinizle çölde serap gördüğünü zanneden bir bedbahta dönüşürsünüz. Ömrünüz, o kısacık ömrünüz bomboş, kuru bir hayalle savrulur gider. Hiçbir şey ekemediğiniz için hiçbir şeyi de biçemezsiniz. Eliniz, yüreğiniz, her şeyiniz bomboş kalır.

Dünyaya uymak aynı zamanda kalabalığa uymaktır. Kalabalığa uyan insan yenilmiştir. Yalnızlığa ihanet etmiş bir yanlışlıktır bu insan. Bütün ömrünü bir yanlış bir yanılışla sürdürmeye mahkûmdur. Düşünün ki siz bir gömleği daha ilk düğmeden yanlış iliklersiniz ve böylece ardı da yanlış gelecektir şüphesiz. İşte böyle bir insanın ömrü de yanlış iliklenmiş bir gömlek gibidir. İlk düğmeyi atarken gaflete düşmüş ve gerisi de ne yazık ki çorap söküğü gibi sökün edegelmiştir.

Dünyaya uyan insan; yankısı olmayan bir ses, gölgesi olmayan bir dağ ve meyve vermeyen bir ağaçtır. Dünyaya uyan insan sonsuz, uçsuz bucaksız bir karanlıktır…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *