FEMİNİZM

FEMİNİZM

Feminizm tarihsel süreç içinde dönemin şartlarına göre, lokal yahut global olarak bir takım değişikliklere uğramıştır. Feminist hareket birinci dalga feminizmiyle başlar ve onsekizinci yüzyılda ortaya çıkar.

Bünyamin Zeran

18. yüzyıldan itibaren kadınların eğitimden ticarete, oy verme hakkına varıncaya kadar toplumsal alanların birçoğunda varolan cinsiyet eşitsizliğine karşı mücadeleye verilen isim olarak ortaya çıkmıştır feminizm. Ataerkil düzenin tüm değerlerine karşı çıkan toplumsal bir hareketi merkeze alır. Kadın dayanışmasını önceleyerek cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadele eder ve erkeklerle her alanda eşit olmanın mücadelesini verir.

“Feminizm terimi köken olarak, Latince “femina” sözcüğünden türeyerek 1837’lerde Fransızca’da daha sonra 1890’lı yıllarda İngilizce’de kullanım alanına girmiştir. Feminizm sözcüğü ilk önce 1880’lerde Fransa’da, 1890’larda Britanya’da ve 1910’larda Birleşik Amerika’da kendini gösterdi. Oxford İngilizce sözlük feminizmi 1894’de, feministi 1895’de listeler. Genel tutum olarak feminizm, kadınların durumu, deneyimleri ve bunların iyileştirilmesi yolunda tanımlarda bulunan bir kavramsal sistem olarak kurama gönderme yapar.” (Ayla Oğuz, Feminizm, Postkolonyal Feminizm ve Toplumsal Cinsiyet)

Feminizm, kavram olarak aydınlanma dönemi sonrası bir kavramdır. Doğal olarak sanayi devriminin getirmiş olduğu bozuk düzenin bir karşı hareketi olarak da değerlendirilebilir. Piyasanın ucuz iş gücüne duyduğu ihtiyaçtan ötürü kadını kamusal alana çekmek için ev içindeki kadını üretken olmayan, erkeğe bağımlı bir nesne konumuna indirgeyen bakış açısının beraberinde getirdiği yapısal sorunlar doğal bir şekilde kadını erkeğe karşı mücadele konumuna itmiştir. Kapitalizmin böyle bir sorunu varetmiş olması, aynı zamanda bu sorunu kendi lehine kullanmaya devam etmesi bu feminist hareketin gözden kaçırılmaması gereken yönüdür.

Genel olarak bu konu üç temel nokta üzerinden incelenmesi gereken bir konudur. Bunlardan ilki kadınlık, ikincisi feminist, üçüncüsü ise feminizm terimleridir. Kadınlık; daha çok biyolojik bir durum olup, toplumsal olarak çoğalmayı ifade eden bir terimdir. Feminist ise; kadınların sosyal ve kültürel olarak ataerkil bir düzene karşı yapılanmalarını ifade eder. Feminizm de; bu sosyal ve kültürel yapıların belli pratikler aracılığıyla siyasal bir mücadeleye evrilmesini konu edinir. Biz burada üçüncüsü üzerinde duracağız.

Feminizm tarihsel süreç içinde dönemin şartlarına göre veya lokal yahut global olarak bir takım değişikliklere uğramıştır. Feminist hareket birinci dalga feminizmiyle başlar ve onsekizinci yüzyılda ortaya çıkar. Feminizm üç aşamada kendini ifade eder ve her dalga kendi içerisinde farklı konulara odaklanır. Birinci dalga feminizm, 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın ilk dönemlerinde etkin olup, kadının seçme yani oy verme hakkını savunur. İkinci dalga feminizm, 1960’lar ile 1980’leri kapsar ve kanunların eşitsizliğini konu edinir. Kadının kamusal alanda erkeklerle aynı haklara sahip olarak görünür olması ve varolması hakkını savunur. Simone de Beauvoir en önemli temsilcisi konumundadır. Üçüncü dalga feminizm ise 1990’lardan günümüze uzanan sürece karşılık gelir ve ikinci dalganın bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışır, cinsiyetsiz bir toplum mücadelesi verir.

Feminizm, bütün tartışmalarını cinsiyet kavramı üzerinden yapar. Biyolojik anlamda insanı kadın ve erkek olarak ayıran bir cinsiyet var iken bir de toplumsal olarak kadın ve erkeğin rollerini belirleyen toplumsal cinsiyet (gender) tanımı vardır. Feminizm en çok da ‘toplumsal cinsiyet’ kavramını eleştiriye açmıştır. Nitekim bu tanımlamalarda duygusal olma, zayıf olma, bağımlı olma, edilgen olma gibi bir takım özellikler dişilik özelliği olarak tanımlanırken; güçlü olma, cesur olma, bağımsız olma, hırslı ve saldırgan olma gibi özellikler de erkeklik özelliği olarak tanımlanmıştır.

Feminist hareket, “Birinci Dalga” feminizmiyle başlar ve 19. yüzyılda ortaya çıkar. Mary Wolstonecraft’ın düşünsel/felsefi olarak beslediği bu düşüncenin temel savlarından biri, kadının eğitim yoluyla erkeğin kafa arkadaşı olacak şekilde yetiştirilmesidir. Kadının erkeğe değil akla boyun eğmesi gerektiğini belirtir ve bilgiyi erkeğe egemen olmak için değil kendi üzerlerinde güç sahibi olabilmek için ister. Erdemin özgürlükle beslenmediği sürece hiçbir zaman güçlenmeyeceğini bu yüzden de kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması durumunda ancak bu erdemlerin ortaya çıkacağı inancındadır. Kadınların, uğruna savaş vermesi gereken şeyin imparatorluk değil, eşitlik olması gerektiğini savunur. Kadınlar, egemenlik alanlarını genişletmek istiyorlarsa dış görünüşlerini güzelleştirerek yalnızca ona güvenmemeleri gerektiğini akla ihtiyaç duymaları gerektiğini vurgular. Kendilerini güzel bir akılla donatan kadınların aşk peşinde koşarak evlenmeden önce kibirli ve gösterişçi tavırlar takınmayacağı gibi evlendikten sonra da eşine kölece itaat etmeyeceği düşüncesini savunur.

1960’lı yıllardan sonra başlayan “İkinci Dalga Feminist Hareket” ise içinde 3 türe ayrılarak liberal feminizm, sosyalist/marksist feminizm ve radikal feminizm şeklinde sınıflandırılır.

Liberal feminizm, liberal felsefenin ideallerinin yalnızca erkekler için geçerli olmadığını kadınlar için de geçerli olduğunu belirtir. Liberal feministler liberal erkekler gibi doğuştan gelen haklara sahip olduklarını, “Birinci Dalga Feministler’in savunduğu oy verme hakkı, kanun önünde eşitlik ve mülkiyet hakkının yanında doğum izni ve çocuk emzirme için devletin devreye girmesi gerektiğini söylemektedirler. Liberal feministler ayrıca, erkeklerle eşit ücret almanın mücadelesini verdiler. O dönemde şehirde yaşayan ve çalışan bir kadın ortalama olarak, aynı şartlarda çalışan bir erkeğin aldığı ücretin yarısını, eğer taşrada yaşıyorsa üçte birini almaktaydı.

Eğitimde fırsat eşitliğini vurgulayan liberal feminizmin bir başka isteği kadının kamusal alana çıkışıdır. Kadını evde, üretimden yoksun, eşyaların ve evlerin kölesi olmaktan kurtarıp ev dışında çalışması için mücadele etmektedir. Evde çocuklarının annesi, mürebbiyesi olan kadın ‘köle’ olarak görülürken, aynı işi başka birinin ya da birilerinin çocukları için ücret mukabilinde yaptığında ‘üretken kadın’ olarak betimlenmektedir.

Liberal feministler kadının tam olarak özgürleşebilmesi için erkekten bağımsız bir ekonomik güce ulaşması gerektiğini, hem bedenen hem zihnen güçlü, eşinin ve çocuklarının kölesi olmayan bir kadının varolabilmesinin ancak kendi ayakları üzerine durmasıyla mümkün olduğu iddiasındadır.

Marksist feministlere göre ise kadının ezilmesinin altında yatan sebep cinsiyet farklılığı olmayıp tamamen sınıfsal farklılıktır, yabancılaşma duygusudur. Liberal feministlerin iddia ettikleri gibi kadın sorununun reformlarla çözülemeyeceği inancındadır. Onlara göre reformlar, kadının durumunu görece olarak iyileştirir ama sorunları tam olarak ortadan kaldıramaz. Mesela evlilik ekonomisi değişmediği sürece temelde sorun aynı kalacaktır. Marksist felsefeye göre, kadının fahişelik yapması ahlaki bir sorun olmayıp temelde ekonomik bir sorundur. 

Sosyalist feministler kadının yabancılaşmasına marksizmden farklı olarak üç olgu eklerler. Bunlardan ilki cinselliktir. Kadının vücut bakımı, kilo vermesi, makyajla süslenmesi, modayı takip etmesi ve vücut egzersizleri gibi şeyleri kendisi için yaptığı söylense de aslında böyle olmadığını, kendini ötekine yani erkeğe beğendirmek için süslenmekte olduğunu öne sürer. Bu durum, işçinin emeğine yabancılaşması gibi kadın bedeninin başkalarının beğenisine sunulan bir metaya dönüşmesinden ötürü kendi cinselliğine yabancılaştığını savunur. 

Bir diğer yabancılaşma olgusu ise anneliktir. Kadının, kaç çocuk doğuracağına kendisi karar vermeyip kocası yahut ekonomik şartlar gereği verilen kararların etkin olduğunu, kaç çocuk doğuracağına veya doğurmayacağına kendisi karar verememesinden dolayı annelik olgusuna da yabancılaştığını savunur.

Üçüncü olarak, diğer bir yabancılaşma olgusu da entelektüel alandadır. Bu iddiaya göre, kadınlar kendi duygu ve düşüncelerini kamuoyu önünde ifade etmekten korkmakta ve erkeklerin düşüncelerini benimsemeye zorlanmaktadır. Bu durum da onları kendi zihinsel yeteneklerine karşı yabancılaştırmaktadır. Sosyalist düşünceye göre, işçilerin yabancılaşması nasıl ki emekleri yoluyla oluyorsa kadınların yabancılaşması da bedenleri yoluyla olmakta, kadınlar bedenlerine yabancılaştırılarak ezilmektedirler.

Radikal feminizm 1960’lı yılların sonunda ortaya çıkmış ve o döneme kadar var olan kadın hareketlerinin kadını özgürleştirmeye yetmediğini savunmuştur. Radikal feminizmin temel eseri sayılan Shulamith Firestone’nun “Cinsiyet Diyalektiği” kitabında, kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılığa dikkat çekilerek insanlar arasındaki en büyük çatışmanın cinsiyet çatışması olduğu iddia edilmiştir. Feminist devrim gerçekleştiğinde hem biyolojik üreyim hem de sanayi üretimini kontrol altına alacağını ve böylece kadınların tam olarak özgürleşebileceğini savunmaktadır.

Radikal feministlerin üzerinde dikkatle durduğu belli başlı konulardan ilki, cinsiyetçi sınıf sistemidir. Buna göre, kadın ve erkeğin arasında biyolojik farklılığı minimize edecek biyolojik üreme (üreyim) teknolojilerinin geliştirilmesi gerekmektedir. İkinci önemli konu anneliktir. Bunlara göre yerleşik anne anlayışı bazı mitlere dayanır ve bu varsayımlar sorgulanmalıdır. Eğer ataerkil bir düzenin normlarına göre çocuk yetiştirilmezse örneğin kız çocuklarına oyuncak bebek alınmaz, evde, okulda, çarşı pazarda cinsiyete dayalı normlar üzere çocuklara davranılmazsa, kadınların anne olmak isteyecekleri şüphelidir.

Radial feministler ‘evlilik’ kurumuna karşıdırlar çünkü evliliğin kadını baskı altında tutan bir kurum olduğuna, feminist diye tanımlanan her kadının evlilik kurumunu teoride de, pratikte de reddetmiş olması gerektiğine inanırlar. Zira kadının, evlilik ile birlikte hem anneliğe hem de cinsel köleliğe zorlandığı fikrini savunan radikal feministlere göre, ataerkillik düzenini temsil eden evlilikten kurtulmak kadının kurtuluşu için şarttır.

Doğal olarak kadın bedeni üzerinden yapılan her türlü nesneleşmenin karşısında olduklarını ifade eden radikal feministlerin üzerinde durduğu diğer bir konu ise kültür anlayışıdır. Bunlara göre, kültürel kimlikler patriarki düzenden arındırılıp yeniden inşa edilmelidir, siyasal iktidar da aynı kimlik üzerinden yeniden şekillendirilmelidir. Böylece insan doğası yeniden biçimlenmiş ve geleneklere meydan okumuş olacaktır. Radikal feminizmin uzun dönemdeki amacı, kadın kültürü merkezli yeni bir toplum inşa etmektir.

Sistematik teoriden yoksun olan radikal feministlerin kullandığı önemli bir slogan vardır: “Kişisel olan siyasaldır.” Bu slogan ilk defa 1970 yılında Carol Itanisch tarafından dile getirilmiştir. Bu sloganla kamu-özel alan ayrımını reddetmekte olup her alanda kadınların kendi yaşamlarını belirleme haklarını elinde bulundurmak istediklerini deklare etmişlerdir.

Varoluşçu feminizm dediğimizde akla gelen ilk isim, “Kadın doğulmaz, kadın olunur” aforizmasıyla meşhur Simone de Beauvoir’dir. Kadının tüm tarihini yapanların erkekler olduğunu öne süren Beauvoir, kadınların tarihte bir iz bırakmama sebebini, yıllarca ezilmiş ve kötü koşullar içinde hapsolmuş olmalarına bağlar. Koç Üniversitesi yayınları arasında iki cilt halinde çıkan “İkinci Cinsiyet” kitabı, varoluşçu feminizmin olduğu kadar diğer feminist türlerin de başucu kitapları arasındadır.

Simone de Beauvoir, varoluşçu bir anlayıştan hareketle, onları birer “kendi başına varlık” (nesne) ile “başkaları için varlık” arasında bir yerlerde tutmaya çalışan her türlü uygulamaya karşı çıkarak, kadınların da aynı erkekler gibi ve onlar kadar “kendi için varlık” olduklarını ortaya koyması gerektiğini söyler. Varoluşçu feminizm postmodern feminizme bir zemin hazırlamıştır.

Postmodernist feminizm akımında ise toplumsal cinsiyet de biyolojik cinsiyet de reddedilmiştir. Bunun yerine, ne kadar çok insan varsa o kadar fazla kimlik vardır der ve cinsiyetsiz bir toplumu kabul eder. Judith Butler postmodern feminizmin önemli temsilcilerinden biridir. “Cinsiyet Belası” isimli kitabı ile oluşturmuş olduğu Queer kuramı bu alanda önemli kuramlardan biri sayılmıştır. Toplum tarafından normal kabul edilen şeyi sorgulayarak cinsel kimlik üzerindeki her tür kategoriye karşı çıkar.

Totalitarizme ve evrenselciliğe karşı olan postmodern feminist teori aynı zamanda pragmatist ve yanılabilircidir.

İsviçreli bilim adamı Ferdinand Saussure tarafından kullanılan Yapısalcılık, sosyal bilimlerin hemen hemen her alanında kullanılmıştır. Kısaca özetlenecek olursa, bu bakış açısına göre, bir şeyin toplamı onu oluşturan öğelerden farklıdır. Mesela bir cümlenin anlamı o cümleyi oluşturan kelimelerin anlamlarının toplanması ile değil tam tersine kelimelerin anlamları o dilin bütünlüğü içinde oluşabileceği gibi toplumsal olaylar ve kurumlar da içinde yer aldıkları toplumsal yapının bütünlüğü ile ilişkileri çerçevesinde anlaşılabilir.

Yapısalcılık daha sonra postyapısalcılığa evrilerek feminist söylemi dil üzerinden incelemeye, eleştirmeye tâbi tutmuşlardır. Yapısökümde postyapısalcılık erkek egemen dili incelemiş ve erkek egemen dilin ürettiği değerleri eleştirmiştir. Örneğin Türkçe’de, adam olmak, bilim adamı, devlet baba, toprak ana, kız gibi olmak ifadeleri gibi. İngilizce’de ise, başkan “chairman”, insan hakları “rights of man”, insan anlamında “man” ifadeleri gibi.

“İslami” Feminizm Söylemi

Batı’da çıkan feminist hareketler yalnızca Batı’yı etkilemekle kalmadı kuşkusuz. Bütün dünya feminist bakış açılarından etkilendi. Türkiye’nin içinde olduğu İslan dünyası da bu etkilenmeden nasibini aldı. Teorinin üreticisi Avrupa olduğundan, diğer ülkeler kendi başlarına kadın konusuna orijinal farklı bir bakış koyamamışlar ancak Avrupa’nın tartıştığı konuları kitap, dergi, makale düzeyinde tartışmışlıkla kalmışlardır.

İslam dünyasında feminizm konusunda öne çıkan isim Amina Vedud Muhsindir. Geleneksel Kur’an tefsir geleneğinin erkek bakış açısıyla yazıldığını, kadın hakkındaki yorumlarda erkeklerin kendi deneyimlerinin merkeze alındığını, kadın bakış açısının ve deneyimlerinin yer almamasından ötürü ise bu tefsirlerin eksik kaldığını öne sürmüştür. Amina Vedud, Kur’an okuma metodolojisini de hermönetik bir bakış açısıyla yapmaktadır. Vedud, Kur’an metnini okurken üç ayrı teknikle konuyu ele alır: Birincisi, metnin yazıldığı (Kur’an söz konusu olduğunda nazil olduğu) şartlar ve çevre. İkincisi, metnin gramatik kompozisyonu (söylediği şeyi nasıl söylüyor). Üçüncüsü de, metnin bütünü, onun Weltanschauung’u yani dünya görüşü. Amina Vedud, “Kur’an ve Kadın” isimli (İz yayınları, tercüme: Nazife Şişman) kitabında, feminizmin en çok eleştirdiği ve “İslam’da kadın sorunu” olarak ele alınan konuları yukarıda saydığımız üç farklı okuma tekniği ile yorumlamıştır. Elbette “İslamcı” feminist olarak anılabilecek, gerek Türkiye’den gerekse dünyadan birçok müslüman kadın, üç aşağı beş yukarı aynı konular üzerinde dönüp durmuşlardır. Bu yüzden burada konuya kuramsal açıdan en fazla katkı sunanlardan biri olan Amina Vedud’u inceleme gereği duyduk. 

Vedud, Kur’an’ın kadın ve erkek arasındaki farkları yok etmeye uğraşmadığını hatta kadın ve erkeğin fonksiyonel olarak birbirini destekleyen ilişki içinde olduğunu vurguladığını belirtir. Kur’an’ın yaratılış olarak kadını ve erkeği eşit olarak tanımladığını söyler, ancak Kur’an her bir cinsiyet için her kültürde geçerli olacak bir tek rol veya bir dizi rol tanımını ne destekler ne de önerir der. Gerek bireysel kapasite, gerek Allah’la olan münasebet, gerekse kişisel arzu ve istekleri açısından aynı olduklarını anlatır. Kur’an’ın erkekle kadın arasında, ruhi potansiyel açısından ezeli ve ebedi bir farklılık olduğuna dair Kur’an’da bir işaret olmadığını vurgular. “Allah katında en üstün olanın takvaca en üstün olduğu” bir durumda bir cinsiyet belirtilmediğini esas belirleyici olanın biyolojik kimliklerden ziyade takva olduğunu da ekler. 

Kur’an’ın cezalandırmada ve mükafatlandırmada kadın ve erkek için hem bu dünyada hem de ahirette eşit muamelede bulunacağını ifade eden Vedud, Kur’an’ın kadına sadece biyoloji gözüyle bakmadığını, yani kadının Kur’an için yalnızca çocuk doğuran bir anne olmadığını bundan daha da ötesi olduğunu belirtir.

Ahirette eşler hususunda vahyin ilk onüç yılı hesaba katıldığında Mekke’de ataerkil bir yapıya hitap eden bir dilin varlığından söz eder. Bu kitlenin yaşam tarzlarının ve düşünce şekillerinin değiştirilmesi hususunda ikna edilmeye ihtiyaçları olduğundan; onları mesajın güvenilirliğine ikna etmeye, O’nun önemini ve anlamlılığını göstermeye, varolan statükonun eksiklik ve zaaflarını belirtmeye, fıtratlarına, anlayışlarına ve deneyimlerine hitap eden tehdit ve tekliflerle onları ikna etmeye veya cezbetmeye çalıştığını ifade eder.

Risalet görevinin yalnızca erkeklere verilmiş olmasını ilahi bir tercihin ifadesi olarak görmeyip sadece etkililik için seçilmiş bir strateji olduğunu savunur. Risalet, erkeklerin belli başlı işlevini temsil eden ve tüm erkekler için evrensel bir norm teşkil eden, erkek cinsiyle biyolojik bir bağlantısı olan bir durum olmadığı iddiasını taşır.

Bakara suresinin 228. ayetinde geçen “… yalnız erkekler için onlar (kadınlar) üzerine bir derece vardır. Allah, aziz olandır, hakim olandır.” ayetini yorumlar ve Kur’an’da erkeklerin sahip oldukları avantaj, erkeklerin yardımcı veya aracı olmaksızın bireysel olarak karılarını boşadıklarını açıkça ilan edebilmeleridir diye açıklar. Ve buradaki derece farkının yalnızca bu konuyla ilgili olduğunu, Kur’an’daki diğer derece ile ilgili ayetlere bakıldığında kadın/erkek arasında böyle bir üstünlüğün göze çarpmayacağını belirtir. 

Nisa suresinin 34. ayetini “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdırlar. Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.” değerlendirirken bu ayetin sadece tercihten daha fazlasını kapsadığını söylemeye gerek yok der. Bu ayetin, klasik olarak, erkeklerle kadınlar arasındaki ilişki ile ilgili kabul edilen tek önemli ayet olduğunu söyler ve bu konuyu tartışırken iki önemli noktaya işaret eder. 1. tercih (üstünlük)’ün onlara verilmiş olması ve 2. onların (kadınların geçimini sağlamak için) kendi mallarından harcamaları yani sosyo ekonomik bir norm ve ideal. Bu ayette yalnızca iki şart yerine gelirse erkekler kadınlara üstün olur diyor: Birinci şart tercihtir ikinci şart erkeklerin geçim için kendi mallarından harcamasıdır. Erkekler bu şartlardan birini yerine getirmezse kadınlar üzerine kavvam olamazlar diyor. Yine bu ayette geçen nüşuz ifadesinin, kadını da erkeği de kapsadığını söyler. Ayrıca bu ayeti bir süreç olarak takip ettiğimizde dayağa gerek kalmaz diyor. Kadın ve erkek arasında çatışma çıktığında öncelikle birbirlerine nasihat edilmesi, sonrasında yatakların ayrılması ve ailelerden hakem tayin edilmesinin sorunun çözümü için yeterli olacağını belirtiyor. Ama tüm bu süreçlere rağmen illa dövme konusu olacaksa cezalandırmanın niteliğinin eşler arasında şiddet yaratacak düzeyde veya eşler arasında bir kavga şeklinde olamayacağını çünkü böyle bir şeyin gayri İslami olacağını söyler.

Erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmesini meşrulaştıran ayetin ise, yetimlere nasıl davranılacağı ile ilgili bir konu olduğunu ileri sürer. Yetim kızların mallarının yönetiminden sorumlu olan bazı erkek veliler, bu servetin yönetimi sırasında haksızlık yapmaktan uzak kalamazlar diyen Vedud’a göre, bu kötü yönetimin önlenmesi için önerilen çözüm yöntemlerinden yalnızca biri olduğunu savunur. Çok kadınla evliliği savunanların bu ayrıntıyı gözden kaçırdığını söyler. Evlilikte konunun sadece maddi de olmadığını vurgulayan Vedud, eşler arasında adaletin; geçirilen zamanın niteliği, sevgi veya manevi, ahlaki, entelektüel destek olarak da değerlendirilmesi gerektiğini ancak bu konuların da aynı şekilde görmezden gelindiğini söylemektedir.

Kadınların şahitliği konusunda da görüşlerini paylaşan Vedud, bir kadın unutursa ona hatırlatacak ikinci kadının olmasını, şahit olabilecek bir kadının başkası tarafından tehdit edilebileceği veya yalancı şahitlik için ikna edilebileceği riskine karşılık olduğu iddiasını getirir. Bunun yanı sıra, bir erkek şahit artı iki kadından oluşan birlik, ikiye bir formülüne eşit değildir, aksi takdirde, iki erkek şahidin yerine dört kadın şahit geçebilirdi der. Ayetin nazil olduğu dönemde tüm toplumsal sınırlamalara -kadınların tecrübesizliği ve zorlamaya müsait olmalarına- rağmen, bir kadın yine de potansiyel bir şahit olarak görülebiliyor olmasının kadının değeri konusunda bir çağrışım yaptığını da ekliyor.

Miras paylaşımı ile ilgili konuya da değinen Vedud, Kur’an’da “…erkeğin payı… kadının payının iki mislidir…” şeklinde bir ifade yer almasına rağmen aynı ayetin hükmüne bakıldığında erkek ve kadınlar arasında çok farklı paylaşımların varolduğuna işaret eder. Bir tek kız çocuğu varsa onun payı tüm mirasın yarısıdır. Bunun yanı sıra, ebeveynler, çocuklar, uzak akrabalar, hatta torunlar o kadar farklı şekillerde bileşimlerde sunulmuştur ki kız çocuğu için erkeğin yarısı kadar pay şeklindeki paylaştırmanın servetin tek bölüşüm tarzı olmadığı, aksine varolan paylaşım şekillerinden yalnızca birisi olduğunu söylemektedir. Bu konunun zamanın ve zeminin şartlarına göre yorumlanabilecek bir konu olduğunu ileri sürer.

Kur’an’da erkeklerin doğal lider olduğunu destekleyen herhangi bir işaretin olmadığını belirten Vedud, ne var ki her cins her işe eşit derecede uygun olmayabilir ifadesinde bulunur. Bu geçmiş toplumlar için de çağdaş toplumlar için de aynıdır, mesela çocuk bakımı konusunda toplumun yüklediği anlam örgüsü içinde kadının daha iyi olduğu fikri gelişmiştir der. Oysa Kur’an’ın “hiç bir anne çocuğu sebebiyle, hiç bir baba da çocuğu sebebiyle zarara uğratılmasın” (2/233) gibi başkaca ayetlerle de çok küçük yaşta çocukların temel beslenme ve bakımı ile ilgili bir takım seçeneklerin varolduğunu belirtir. Babanın dışarıda çalışıp eve ekmek getirmesi neticesinde annenin evde kalıp çocuklara bakması uygun olsa da bu Kur’an’ın yüklediği bir sorumluluk olmayıp eşler arasında çözüm yollarından birisi olduğunu söyler. Kadın ve erkeğin maişetlerini birlikte çalışıp kazanmaları durumunda ev işlerinin ve çocukların bakımının kadına yıkılması adaletsizliktir der.

Amine Vedud, kendi ifadesiyle feminist bir bakış açısına karşın Kur’an’ı kendince yorumlayarak tartışmalı konulara bir açıklık getirmeye gayret etmiştir. Bu yorumlamayı mutlak addetmemiş sadece bir yorum diye ifadelendirmiş olması dikkat çekicidir.

Kadın tartışmalarına parelel olarak Amina Vedud önderliğinde 1994 yılında Güney Afrika’da, 2004 yılında ABD’de Virginia’da ve 2005 yılında New York’ta camide kadın ve erkeklerin birlikte namaz kılarak yaptıkları eylemler Kur’an’ın kadın perspektifinden okunması çabalarına ve buna bağlı olarak gelişen eylemliliğe hız kazandırmıştır.

Amina Vedud ve diğer “İslamcı Feminist” söylemlere baktığımızda temelde İslam eleştirisinden çok Kur’an’ın erkek bakış açısıyla yorumunu eleştirdikleri iddiası vardır. Bu düşüncenin altını biraz kazıdığımızda aslında hepsinin modern düşünme biçimine bağlığını ve laiklik ilkesiyle uyumluluğunu tespit ederiz. Hatta bu söylediğimiz düşünceyi Hidayet Şefkatli Tuksal açıkça bir yazısında itiraf da eder. Feminizm konusunu İslam’ın bir sorunu olarak görmenin bile bir hata olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar İslami olduğu iddia edilecek kaynaklara dönüş yapıldığında kadını aşağılayan birçok rivayete ulaşılsa da Kur’an çerçevesinden bakıldığında durumun böyle olmadığını görürüz. Aynı zamanda Kur’an’ın modernite ve laiklik ilkesiyle de uyumlu olmadığını görürüz. Öyleyse bir taraftan aydınlanmacı düşüncenin inşa ettiği pozitivist temelli modernite ve laikliğe bağlı kalınarak diğer yandan İslami bir söylevle inşa edilecek bir kadın sorunu varolamaz. Her düşünce ve inanç biçimi kendi temel değerleri üzerinden bir sorunu alır, inceler ve çözümleme yoluna gider. İslam’ın bütün temel değerleriyle inşa ettiği bir toplumun sorununu ancak İslami bir çözümle, bakışla çözebiliriz. Batı’nın ürettiği sorunu yine Batı’nın değerlerine yaslanarak İslam sosuyla çözemeyiz. Zira mahallelerimiz aynı değildir de ondan. 

Değerlendirme

Kuşkusuz her düşünce içinden çıktığı toplumun tarihini, külürünü, ideolojisini, bakış açısını üzerinde taşır. Feminizm de bunlardan farklı değildir. Feminizmin doğduğu yıllara baktığımızda gerek Avrupa’da gerekse Amerika’da kadının insan sınıfına ait bir tür mü yoksa hayvan sınıfına ait bir tür mü olduğu, tartışmalardan uzak değildi. Ayrıca şeytan çıkarma ayinlerinde binlerce kadın, içlerine şeytan kaçmış denilerek bizzat kilisede papazlar tarafından öldürülmekteydi. Yahudiler her sabah dua ederlerken “Rabbim beni kadın olarak dünyaya getirmediğin için sana şükürler olsun” diye yakarmaktadırlar. Elbette İslam dini müntesipleri de hem geçmişte hem de hali hazırda kadın konusunda tertemiz sayılamayacağı malumdur. Bizim kendi geleneğimize de dönüp baktığımızda kadınların aşağılandığı, neredeyse insan yerine bile konulmadığı durumlar ve anlayışlar görmek mümkündür. 

Elbette bir fikri tartışırken, sonuçlar üzerinden bir okuma yapılamaz. O fikir, içeriği ile birlikte ele alınıp kendi dinamikleri içinde eleştiriye tâbi tutulmalıdır. Feminist söylem ilk dile getirildiği günden bugüne kadar yukarıda da ifade edildiği gibi birçok değişimler geçirmiştir. Başlangıçta kadının erkekler karşısındaki konumunu iyileştirme ve erkeklerle aynı haklara sahip olma çabası iken, sonraları, kadını da aşan bir dille, İslam’da olduğu gibi diğer dinlerde de sapkın kabul edilen eşcinsellik ve daha birçok cinsiyetsiz kimlikleri de kapsar bir konuma sokulmuştur.

Eğer mesele en başında kadınların eğitimde, sanatta, kamusal alanda daha fazla görünür olmaları ve bu anlamda bir ‘fırsat eşitliği’ istemeleri noktasında kalabilseydi elbette daha anlaşılır, kendilerine hak verilir bir konumda kalmış olurdu. Lakin mesela çocuğa annenin süt vermesini süt verme köleliği olarak tanımlamaları, evliliği gayri meşru ilişki ile aynı tutmaları, hazların tatmini için illa evlilik kurumuna gerek olmadan adına “serbest aşk” dedikleri bir yaşam tarzıyla isteyen istediği cinsle, istediği şekilde, istediği süre yaşabilir olması kabul edilebilir bir durum değildir. Evlilik kurumu toplumun sağlıklı bir şekilde çoğalabilmesi ve aile kurumunun sağlıklı işlemesi için gerekli bir kurumdur. Aynı zamanda, kadın ve erkeğin birbirlerinde huzur bulacağı bir kurumdur. Kadının ve erkeğin kendilerini güvenli bir liman olarak gördükleri yerdir aile. Çocuğun anne ve babası tarafından yalnızca maddi durumunu destekleyerek değil aynı zamanda çocukların sevgiyle kucaklanarak büyümeleri için elzem bir kurumdur. Aile içerisinde her cinsin sahip olduğu bir fonksiyonu vardır ve herkes kendi üzerine düşeni düzgün yapmaya gayret ettiği zaman aile içinde huzur ve ve güven daimi olacaktır.

Feminist düşünceye göre bir kadın anne olmak için illa bir erkeğe ihtiyaç duymadığı gibi taşıyıcı anne kullanarak çocuğu kendisi de doğurmak zorunda kalmaz. Bu düşünceyi daha ileri bir boyuta taşıyarak eşcinsel grupların çocuk edinme arzularında bu yöntemi kullanmış olmaları da ayrı bir garabettir. 

Sünnetullah gereği tarih boyunca tüm toplumlarda aile kurumunun kurulmuş olması, anne ve babadan oluşan ebeveyn çiftini esas alması ve çocuklar ile ebeveyn arasında hukuki bağlar kurması tesadüfi bir durum değildir. Bu bağlar, tamamen keyfi kararlarla değil, gerçek anlamda çocuğu dünyaya getiren bir çiftin olmasına ve gerçekten bir doğumun gerçekleşmesine dayanır. Bunun dışında yaşanan arızi durumlar batı dünyası içinde başlamış ve dünyaya yayılmış, kendisine feminizm gibi teoriler vasıtasıyla da meşruiyet sağlamaya çalışmıştır. Bir çocuğa iki erkeğin yahut iki kadının oğlu veya kızı olduğunu söyleyerek, çocukları bir takım farklı yöntemlerle doğumunu sağlamak sonra da evlat edinip bunun adını da aile koymak yine batı dünyasının arızalı kafasının sonuçlarıdır.

İslam, bedeni de tıpkı diğer şeyler gibi emanet olarak görür. Batı ise her şeyi sahiplendiği gibi bedeni de sahiplenir. “Benim bedenim benim kararım” mottosunu öne çıkarır. Özellikle tıbbın gelişmesiyle birlikte kadının kısırlaştırılması, kürtaj, cinsiyet değişim ameliyatları ile batı insanı kendi bedeni üzerinde dilediği gibi tasarruf etme hakkını da kendinde görmektedir. Sıkça duymaya başladığımız, cinsiyetsiz bir toplum çabalarının arka planına baktığımızda ise yine Avrupa ve Amerika tarafından fonlanan bir takım gayri meşru yapılanmaların olduğu görülüyor.

Allah insanı iki cins olarak yaratmış ve Allah’a karşı eşit uzaklıkta kılmıştır. Her iki cins de takvayı kuşandığı ölçüde Rabbine yakınlaşacaktır. Bu noktada kadının erkeğe, erkeğin kadına bir üstünlüğü söz konusu değildir. Ne var ki iş bölümü açısından kadın ve erkeğin fonksiyonları elbette ki ayrı ayrıdır. Aliya’nın ifadesiyle, kalp mi daha değerlidir karaciğer mi gibi bir soruyu sormak nasıl saçma ise, kadın mı üstündür erkek mi sorusu da öyle saçma görünmektedir. Zira fonksiyon olarak eşit olanlar arasında bu soru sorulabilir. Oysa ki kadın ve erkek, fonksiyon olarak aynı şeyi ifade etmezler. Yerine göre bir kadının yapabildiğini erkek yapamaz, erkeğin yapabildiğini kadın yapamaz. Sadece toplumsal değil, Allah’ın yarattığı fıtrat üzere sahip olunan fonksiyonlar söz konusudur. Ve Allah’ın her iki cins için de önerdiği şey hayırlarda yarışmaktır.

Elbette her vicdan sahibi insan, kadın olsun erkek olsun herhangi bir kişinin aşağılanmasına ve bu aşağılanmayı onun yazgısıymış gibi normal karşılanmasına müsaade edemez. Ama batının her hak arayışında bu hakkı temsil eden kavramın alt yapısını, tarihini, metodunu iyice görmeden hemen sahiplenmek de kendi inancına uzaklaşmayı ya da gayri İslami bir düşünceyle uzlaşmayı beraberinde getirebildiğine dikkat edilmelidir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *