Kendi Duvarının Mimarı Olmak

Kendi Duvarının Mimarı Olmak

Tarih savaşla, zulümle, ölümle dolu koca bir mezarlıktır. Zaten böyle olmasaydı toprak, toplum, kelâm dahi kan kokmazdı. Üstelik insanlık bunlardan utanacağı ve bunlar yüzünden üzüleceği yerde bunları mitleştirip gurur duyuyor. İşte asıl hastalık budur.

“maceraya Xızr û dîwarê yetîmân bû selef
vî zemanî her kesek mîmarê dîwarê xwe ye…”
(Hızır ile Yetimlerin Duvarının hikayesi önce geldi/geride kaldı,
Bu zamanda herkes kendi duvarının mimarıdır…)
ehmedê xanê / mem û zîn

Ahmet Ferhat Öksüz

Efsaneleri, mitleri, hikayeleri bol olan toplumlar, bunların bolluğu oranında savaşa yatkın ve istekli olurlar. Paranoya katsayıları da yine o oran üzerinden artar yahut azalır. Bu tip toplumlarda kurtarıcı, kahraman, mehdî bekleme gibi efsanevi arzular da mevcuttur. Çünkü kendine yetemeyen, herhangi bir ilerleme gösteremeyen toplumlarda toplumsal zihin bu gibi kavramlarla kendini kandırmaya ve bu şekilde teskin olmaya başlar. Ayrıca bütün sorumluluk duygusu da bu şekilde, geleceği meçhul bir şeye yüklenilerek bertaraf edilmiş sayılır. Kısaca toplum kendi afyonunu kendi belirlemiş olur. Bugün yaşadığımız dünyada kendini kandırma işlemi neredeyse üstün bir sanat işlevi kazanmıştır. Kim ne kadar çok kendini kandırırsa o kadar mutlu ve huzurlu hissediyor. Aynı zamanda bu kandırma işlemi sadece kişinin kendini kandırmasıyla da bitmiyor. Bilâkis durum, toplumsal bir hâl kazanıyor. Ve böylece herkes birbirini kandırmaya başlıyor. Son tahlilde bütün gerçeğini yitirmiş ve kendini saçma sapan bir hayal içinde uyuşturmuş bu toplum bir süre sonra giderek yok olmaya başlıyor. Tabi bu yok oluş süreci çok sancılı bir şekilde yavaş yavaş işliyor. 

Bu kandırma durumu başka bir yönüyle özgürlük kavramına da çok büyük darbeler vuruyor. Kavramın bizatihi kendisi bulanıklaşıp ortadan kaybolabiliyor. Özgürlüğün bulanıklaşması “herkese göre bir özgürlük” durumunu ortaya çıkarıyor ki bu “herkese göre özgürlük” aslında özgürlük kavramı üzerinde nihai bir uzlaşma şansını da ortadan kaldırıyor. Subjektif bir özgürlük, zaten özgürlük değildir. Olsa olsa bir kendini kandırma işlemidir. Çünkü bana göre özgürlük sayılan bir şey bir başkasına göre esaret olabilir. Bu da bencil bir özgürlük anlayışının tezahürüdür. Oysa bencilliğin olduğu bir yerde özgürlüğün zerre kadar yeri yoktur. Orada narsisistik psikozlar ya da faşizmle perçinleşmiş bir ego hakimdir. Burada Victor E. Frankl’ın güzel bir cümlesi geliyor aklıma. Frankl; “Aslına bakılacak olursa, sorumluluk bilinciyle yaşanmadığı sürece, özgürlük yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıyadır.” diyor. Burada birbirine bağlı süreçleri müşahede edebiliyoruz. Bir takım kavramlarla kendini kandıran toplumların aslında üzerlerinde taşıdıkları sorumluluklardan kaçtıklarını ve bunun bir diğer yönden özgürlük ortamının yozlaşmasını da tetiklediğini görebiliyoruz. 

Bütün bu kandırma işleminin günlük hayatımıza çok ağır bir şekilde yansıtıldığına da şahit oluyoruz şüphesiz. Hatta bunların bayağı politikalar halinde insanları uyuşturma işlevi gördüğünü de söyleyebiliriz. Dünyanın birçok yerinde geride kalmış ülkelerin hükümetleri bu şekilde toplumları konsolide edebiliyorlar. Bugününü ve geleceğini neredeyse kaybetmiş toplumlar, eğer geçmişleri -özellikle savaş hususunda- şaşalıysa, bütün bir şevkle geçmişlerine sarılıyorlar. Geçmişi kutsama, bir sene içerisinde geçmişte yaşanmış “büyük zaferlerin ya da başarıların” vuku bulduğu tarihin yıldönümünde büyük şölenlerle ya da bayram ritüelleriyle kutlanması ve yüceltilmesiyle ortaya çıkıyor. Bugün, içerisinde herhangi bir varlık gösteremeyen ve aynı zamanda gelecek için de herhangi mühim bir vizyona sahip olmayan insan kalabalıklarının içlerinde taşıdıkları büyük öfke, geçmişi olabildiğince kutsamayla bir nevi ortaya saçılmış oluyor. Tabi bu ortaya saçılma durumu büyük tarihsel olayların yaşanmasına da yol açmış ve çok büyük acıların, yıkımların, katliamların yaşanmasına da sebep olmuştur diyebiliriz. Özellikle Nazi Almanyası’nda yaşanan sarhoşluğun aslında geçmişin kutsanmasıyla o seviyeye geldiğini çok rahat söyleyebiliriz. Şu an için herhangi bir varlık gösteremeyen toplumlar için geçmişi yüceltip sürekli dile getirmek rahatlatıcı bir hâl alıyor. Bunun yanında dünyanın kimi ülkelerinde yalancı bir geçmiş uydurma da mevcut. Kendi resmî tarihlerini aslında hiç yaşanmamış kurgusal olaylarla dolduran trajikomik ülkeler de ne yazık ki fazlasıyla var. Aslında buradaki bir diğer şeytanî gaye de hükümetlerin ayakta kalabilmek adına sürekli bir düşmana ihtiyaç duymasında yatıyor. Sürekli bir düşmana ihtiyaç durumu, bir toplumu bir arada tutma adına başvurulan çok bilindik ve işe yarar yöntem olarak birçok ülke hükümetleri tarafından kullanılabiliyor ne yazık ki.

Bu kandırma olayının çok acı tezahürleri birçok yerde varlığını hissettiriyor. Mesela gerçek bir toplumsal olay, çok sıradan bir olay ya da sûnî bir olay ile görünmez kılınabiliyor. Bugün dünyaya bakalım. Açlık, sefalet, geçimsizlik, adaletsizlik, vs. bütün dünyanın asıl ve gerçek sorunları olarak yüzyıllardır öylece duruyor. Oysa bugün özellikle siyaset ve medyanın eliyle bu olaylar yerine birçok sûnî ve sıradan olay sanki bizim asıl ve gerçek sorunlarımızmış gibi sunuluyor. Özellikle uluslararası medya organları büyük bir şeytanî oluşumun sözcülüğünü yapıyor durumdalar. Mazlumu zalim, zalimi mazlum göstermek en büyük maharetleri. Ayrıca asıl olay ve sorunların üstünü çok iyi bir şekilde örtebiliyorlar. Bazı şeyler sadece bununla da kalmıyor. Mit oluşturma, efsaneleştirme sadece tarihsel olayların çarpıtılmasıyla da oluşturulmuyor. Bugün meselâ birçok spor dalı özellikle de futbol tam bir uyuşturucu tesiri bırakıyor insanlarda. Aşırı tarafgirlik, holiganlık gibi sinir uçlarını sürekli tetikleyen aşırılıklar insanları asıl olayları fark etmekten alıkoyuyor. Bir tarafta yaşanan savaş, katliam ortamını diğer tarafta oynanan basit bir futbol müsabakası önemsiz kılabiliyor. Ya da önemli bir toplumsal olay için dolmayan meydanlar sıradan bir futbol maçı için hıncahınç dolabiliyor. İşte yaşanan tüm bu durumlar insanların nasıl bir uyuşturucunun tesiri altında olduklarını gözler önüne sermiş oluyor. 

Tarih savaşla, zulümle, ölümle dolu koca bir mezarlıktır. Zaten böyle olmasaydı toprak, toplum, kelâm dahi kan kokmazdı. Üstelik insanlık bunlardan utanacağı ve bunlar yüzünden üzüleceği yerde bunları mitleştirip gurur duyuyor. İşte asıl hastalık budur. Yüceltilen bir geçmiş çoğu zaman hastalıklarla dolu bir geçmiştir. Geçmişiyle hesaplaşıp onu bir kenara bırakmayan toplumlar da en nihayetinde hasta, hastalıklı toplumlardır. Oysa mitler, efsaneler kendilerinden ders çıkarılması gereken büyük anlatılar silsilesidir. Eğer bu anlatılar silsilesi bir ibret vesikası olmaktan çıkıp bayağı bir tapınağa dönüşüyorsa bunun sonucu hiç şüphesiz amansız bir hastalıktır. Ve bundan kurtuluş çok ama çok zordur. Çünkü bu zehir bir kere insanlığın kalbine enjekte olduysa onu oradan def etmek neredeyse imkansız bir hâl alacaktır.

İnsanoğlu uzun zamanlar aradığı birçok sorunun cevabı olarak mitlere başvurdu. En umutsuz anlarında sarıldıkları şeyler mitler oldu. İşler yolunda gitmeyince ona sımsıkı tutundular ve onda bir umut aradılar. Bu şekilde de içsel bir rahatlama sağladılar denebilir. Bugüne baktığımız zaman da aslında pek bir değişiklik olmadığını görüyoruz. Aynı insanoğlu dara düştükçe yine mitsel güçlere ve efsanelere yöneliyor ve onlardan medet umuyorlar. Bir bakıma insanların kendilerinde anlam veremedikleri şeyler için bir mana aradığını ve bu manayı da mit ya da efsanelerin oluşturduğu anlatısal yoğunluktan sağlamaya çalıştıklarını anlayabiliyoruz. Ama işin en can alıcı noktasının farkında değil insanoğlu. O da içinde bulunduğumuz çağın anlatı çağı olmadığı. Hâli hazırda yaşadığımız çağ bütün anlatıların üzerinden buldozer gibi geçmiştir. Her şeyi bir manasızlık çukurunda boğmuştur. Salt kuru, içi boş bir episteme hakim şu anda çağımıza. İşbu hâkim episteme ise anlatısallığın kökünü kurutmuştur. Bugün bu nedenle ruh ölmüştür ya da ölmesine ramak kalmıştır. Oysa ruhu olmayan bir bilginin anlatısal yönü olamaz. Tam da burada her şeyin az ya da çok robotlaştığının farkındayız. İşte bu robotlaşmış, salt mekaniğe boğulmuş metalsi ortamda efsanelerin ya da mitlerin çok büyük bir ağırlığının olmayacağının da farkında olunmalıdır. 

Evet; efsaneleri, mitleri, hikayeleri bol olan toplumlar kıyıma, savaşa, kargaşaya en açık en yatkın, paranoyak toplumlardır. Bugün bu durumu dünyanın birçok yerinde görebiliyoruz. Ve bu toplumların bu şekilde kendilerini kandırdıklarını, bununla birlikte başkalarını da bu ölçüde kandırmaya çalıştıklarını da biliyoruz. Ama gelgelelim ki bu durum, içinde bulunduğumuz çağın yabancısı, ötekisi bir durumdur. Bu şekilde hareket ederek, ilerlemek şöyle dursun gerisin geri giderek eninde sonunda yok olmaya yüz tutmak kaçınılmaz son olacaktır. Kısacası toplumlar artık bazı şeylerin farkında olmalı ve aynı zamanda bu şekilde kendilerini bir şeylerin hegemonyasından/tesirinden de alıkoymalıdırlar. Aksi takdirde bütün bir zaman boyunca ancak kendilerini kandırırlar. Ve bu şekilde de eninde sonunda yok olup tarihin tozlu sayfalarından kendilerine köhnemiş bir yer ararlar. Diyalektik basittir; gerçeği aramayan ve gerçeğin farkında olmayan toplumlar, kendi kurdukları saçma sapan hayal tuzaklarının kurbanı olurlar. Peki, şimdi o can alıcı soruyu da sormuş olalım; 

“Kim kendi cehaletinin kurbanı olmak ister?”

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

1 Comment

  • İsmet Benli
    4 Nisan 2021, 17:12

    Mitleri efsanesi bol olan toplumlar en paranoyak toplumlar ise bugün Amerika’yı nereye koyabiliriz? Kızılderili yahut aborjinler çok fazla mite ve hikayeye sahip toplumlardan biridir. Ama en çok zulme uğrayan bir toplumlardır da ve insancıl bir toplumlardır da. Amerika’nın miti ya da hikayeleri diye baskın anlamda bir şey duymadım. Belki benim okumalarıma denk gelmemiş de olabilir. Öyleyse miti, hikayesi bol olan toplumları hangi kritere göre paranoyak olarak değerlendirdiniz? Ya da beni mazur görün lütfen birilerinin düşünmemizi istediği bir şeyin farkında olmadan zihin taşıyıcılığını mı yapmaktasınız?

    REPLY