Birr kavramı, soyut ya da hayali bir söylemden ibaret değil, günlük hayatımızın bir parçası olarak açık-seçik bilinen ameller, iş ve davranışlardan ibarettir. Birrin bütün tonları, nebilerin sonuncusu Muhammed (sav)’in örnek hayatında mevcuttur.
Mehmed Durmuş
Kur’an’ın hayata hayır, iyilik, itaat anlamı katan kurucu kavramlarından biri de ‘birr’dir. ‘Berra’ (be-ra-ra) fiilinden türeyen birr kelimesi cennet, hayır, alabildiğine iyilik, yeminine sadık olmak, doğru olmak, ana-babasına itaat edip, iyilikte bulunmak anlamlarına gelmektedir. Birrin zıddı ‘asi olmak’tır. Berra ‘amel’ kelimesiyle kullanıldığında (berra ameluhu), yapılan işin salih olmasını ifade etmektedir. Haccın makbul (mebrur) olması temennisi için yine berra fiiline müracaat edilmektedir. Fiilin ‘itaat’ anlamına işaret etmiştik. Evladın babasına, iyilik eşliğinde itaat etmesini anlatmak için berre fiili gerekmektedir. (Berirtü vâlidî: babama itaat ettim). Anne ise evladına ‘berre’ yani adeta iyilik meleği olur. Kolayca anlaşılacağı üzere berre fiili Allah ismine atfen kullanılınca Allah’a itaat etmek kastedilmiş olur. el-Berru Allah’ın esmâ-i hüsnâsından biridir.
Kur’an’da birr kelimesi iki yerde (Mümtehine, 8; Bakara, 224) fiil halinde, diğerlerinde ise isim olarak kullanılmıştır. Berr ve bârr kelimelerinin çoğulu olan ebrâr ‘iyi, itaatkâr ve çok iyilik yapanlar’ demektir. Müminlerin Rablerine, “canımızı ebrârla birlikte al!” (Âl-i İmran, 193) diye yakarmaları, ebrârın iyilik ve itaatteki derecelerini anlatmak için yeterlidir. Ebrârla birlikte vefat ettirilme arzusu, bu insanların, ebedi yurt olan ahirette kendilerine yoldaş olunmaya değer kimseler olduklarının vurgulanmasıdır. Bu dua aynı zamanda, “Bizi cehennemliklerden eyleme!” mesajı içermektedir. Nitekim Rableri bu kulların dualarını kabul etmiştir: İçinden ırmakların geçtiği cennet bahçeleri onları beklemektedir. Allah katındaki nimetler, aynı zamanda takvalılar olan ebrâr için çok hayırlıdır. (Âl-i İmran, 198). Ebrâr ile füccâr, birbirine tamamen yabancı iki ayrı mahallenin insanlarıdır. Bunların kayıtları da ayrı tutulur. Füccârın kayıtları siccînde (Mutaffifîn, 7), ebrâr’ınki ise illiyyûn’dadır. (Mutaffifîn, 18-20). Çok fücûr işleyen (füccâr) dünyada iken kendilerini cehenneme ‘yazdıranlar’, ebrâr ise Allah’ın lütfu olarak nimetler cennetlerini hak eden iyilik/itaat insanlarıdır. (İnfitar, 13-14; Mutaffifîn, 22). Ebedi yurtlarındaki ikram listesinde kâfûr kokulu güzel içecekler dahi bulunmaktadır. (İnsan, 5).
Kur’an’ın Allah’tan beşer elçiye ulaştırılması sürecindeki korunmuşluğuna, kâfir şeytanların vb. (tıpkı beşer kâfirlerin de yapamayacağı gibi), ona herhangi bir zarar vermelerinin imkân ve ihtimal dışı olduğunu anlatmak için berre kelimesi kullanılmıştır. Hayır! Bilinmesi gerekir ki Kur’an, kıymetli, güvenilir, takva sahibi (berere) elçilerin elleriyle (yazılmışlar), o çok şerefli, kadri yüce tertemiz sahifelerde bulunan bir öğüttür; dileyen öğüt alır. (Abese, 11-16). Sefere kelimesinin sâfir’in çoğulu olması gibi, berere de bârr’in çoğuludur, meleklerin Allah’a mutlak itaat eden varlıklar olduklarına, Kur’an’a hiçbir şey karıştıramayacaklarına dair bir telmih söz konusudur.
Birr kelimesi bir türeviyle Kur’an’da sadece bir yerde Allah’a izafeten kullanılır: el-Berru Allah’ın isimlerinden biridir. (Tur, 28). Rivayete göre İbni Abbas Allah’ın el-Berru ismine, “vaadinde durur” anlamını vermiştir. Melekler ve Allah için kullanılanım dışında birr ve türevleri insanın ahlaki yapısını tanıtmak maksadıyla kullanılmıştır.
Kur’an, evladı ana-babasına iyi davranmaya yöneltmek için ihsan, itaat, şükür, maruf gibi kelimeleri kullanmıştır. Allah’tan başka ilah olmadığı ve şükredilmesi gereken yegâne merci olduğu nasıl mutlak bir hakikatse, insanın ana-babasına iyilikle (ihsan) muamele etmesi de öyle kesin bir gerekliliktir. Öyle ki evlat ana-babasına ‘öf!’ bile dememelidir. (İsra, 23). Onlara merhamet etmeli, tevazu ile kanat germelidir. (İsra, 24). İnsan ana-babasına şükran borçludur. (Lokman, 14). Ana-babası ona kâfirce bir yaşamı dayatsa bile -ki bu zinhar kabul edilemez bir dayatmadır- evladın görevi, bu dayatmaya itaat etmemek ama yine de onlarla dünyada maruf bir ‘sohbet/dostluk’ ölçüsünü sürdürmektir. (Lokman, 15). İbrahim’in “babacığım!” hitabı (Meryem, 42) bu hususta bir ölçüdür. Ana-babaya itaat ve iyilikle muamele etmenin zirvesine birr kelimesiyle işaret edilmiştir. Birr ile ana-babaya iyi davranmak, hiç asi olmadan itaat etmek, iyilik ve ihsanda bulunmak kastedilir. Örnek Yahya’dır. Yahya tam bir takva timsali idi; ana-babasına çok iyi davranırdı, asla bir asi-zorba değildi. (Meryem, 13-14). Bu bölümde birr kelimesinin takva ile uyumuna dikkat edilmelidir. Takva kavramının içeriğini mistik hezeyanlarla doldurmak isteyenlere, Yahya’nın takvası hatırlatılmalıdır.
Takvanın kusursuz bir kadın timsali de Meryem’dir. Kur’an’ın Yahudilerin tefriti ve Hristiyanların ifratından arındırdığı Meryem “ana-babasına” değil, sadece anasına olan terbiyesini öne çıkartıyor; Rabbinin onu annesine saygılı kıldığını (berran bi-vâlidetî), bir zorba ve isyankâr (cebbar-şakî) yapmadığını ifade ediyor. (Meryem, 32). Meryem’in annesine olan, insanın içine huzur veren bu güzel davranışına takaddüm eden diğer hasletleri ise mübarek olması, namazı ve zekâtıdır. (Meryem, 31). Meryem’in kariyeriydi bunlar.
Gerek bir ana-babaya evlat, gerekse evlatların babası olarak iyilik ve ihsanın mükemmel örneğinin İbrahim Nebî (sav) olduğunu kim inkar edebilir? Kur’an İbrahim (as)’ın -babası da içlerinde olmak üzere- kâfir kavminden ayrışmasını bir norm olarak önümüze koymakta, bizi de kendi kâfir kavimlerimizden akide ve siyaset bağlamında tam bir beraetle teberri edip, ayrışmaya davet etmektedir. (Mümtehine, 4). Bununla beraber Rabbimiz Allah adildir; bizimle din uğrunda savaşmayan, bizi yurdumuzdan çıkarmayan kavmimize iyilik yapmaktan da men etmemektedir. (Mümtehine, 8). Çünkü düşmanlık zalimlerden başkasına değildir. (Bakara, 193).
Allah müminlerden insanlara iyilik yapmalarını (en-teberrû) istemektedir. Bir müminin iyilik yapmasını engelleyecek bir mania yoktur. Bununla beraber insan bazen nefsinin arzularına ve şeytanın fısıltılarına yenik düşerek, “yeminliyim” gibi bahaneler üretebilmektedir. İnsanı kendisinden daha iyi tanıyan Rabbi olarak Allah müminleri uyarmakta, bir nevi mümine, yaptığı şeyin çocuksu olduğunu hatırlatarak, yaşı ve imanıyla münasip işler yapmasını telkin etmektedir. Hayır işlememek için Allah’ın adını istismar etmemeyi emreden ayeti kerimede, böyle bir yanlışa düşen mümini vazgeçirmek için üç fiil zikredilmiştir: teberru, tetteqû ve tuslıhû. Yani birr, takva ve ıslah kavramları. (Bakara, 224). Bu ayetin bildirimine imanı tam olan bir müminin herhangi bir insana iyilik yapmayacağına dair Allah adına yemin etmesi asla beklenemez.
Kur’an’da birr soyut ya da hayali bir söylemden ibaret değil, günlük hayatımızın bir parçası olarak açık-seçik bilinen ameller, iş ve davranışlardan ibarettir. Allah’a iman eden ve Allah’ın belirlediği bu amelleri işleyenler birri elde ederler. Bunlardan biri infaktır. İnfak, birri elde etmek için belirlenmiş en yüksek çıtalardan biridir. Allah’a iman ve itaat ettiğimizi göstermenin en somut ölçülerinden biri, sevdiğimiz mallardan infak etmemizdir. (Âl-i İmran, 92). İslam’da imandan hemen sonra salih amel gelir; infak da salih amelin başında gelir. İnfak sarp yokuştur (Beled, 11-13), birr düzlüğüne inmek için bu sarp yokuşu aşmamız icap eder. Her Müslüman şahıs, kendisinin berre veya ebrardan olup olmadığını, sevdiği mallardan infak edip etmediğini gözden geçirerek teşhis edebilir.
Kur’an, iman kalbe yerleşmediği için yüzeysel ve şekilden ibaret kalan kabuksal dindarlıklarla, insanın bütün uzuvları ve duygularıyla teslim olup, bütün benliği ile kendisini Allah’a itaate adaması şeklindeki teslimiyet arasında ayrım yapar. Bu ayrımı yaparken söze, “Birr yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir…” (Bakara, 177) diyerek başlar. Yüzünü doğu ya da batı tarafına çevirmek, namazda kıbleye dönmekten kinayedir. Kur’an’ın bu göndermesi Yahudi ve Hristiyanlaraydı. Medine’de Rasulullah’ın Rabbinden aldığı emir gereği kıbleyi Beyt-i Makdis’ten Mekke’ye, Mescid-i Haram’a çevirmesi Yahudileri adeta çılgına çevirmişti. Çünkü kıble evet namazın özü değildi fakat kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmesi, o günün ve kıyamete kadar sürecek zamanın en önemli hadiselerinden biridir. Kıblenin tahvili, Yahudilerin (ve Hristiyanların) ayaklarının altındaki, çirkefe çevirdikleri halıyı çekip almak anlamına geliyordu. Din’i istedikleri gibi eğip-büken, nezih İslam’ı Yahudilik ve Hristiyanlık adı altında putperestliğe döndüren kurulu düzen büyük bir inkılapla devriliyor, onun yerine, İslam’ı tertemiz aslına rücu ettiren Kur’an tebliği ikame ediliyordu. Artık İslam Kur’an’dan okunacaktı. Kur’an, Din’in Yahudi-Hristiyanlaştırılma sürecini tasfiye ederek, Muhammed (as)’la İbrahim (as) arasında kesintisiz bir bağ kurması İsrail oğulları kibrine indirilen son darbeydi. İsrail oğullarının kıblenin değiştirilmesine olan tepkileri, can çekişen iktidarlarının son demleriydi. Artık tarihin yeni öznesi Muhammed ümmetiydi. Kitaplarını tahrif eden, nebileri öldüren, Meryem’i -haşa- ahlaksız bir kadın seviyesine düşüren İsrail oğulları tarih sahnesinde çok bile kalmışlardı.
İşte ayet, “yüzünüzü doğu ya da batı tarafına çevirmeniz birr değildir” diye başlayan cümleyle ehli kitaba, Hicaz müşriklerine ve bütün dünyaya çok ağır bir ders veriyordu. Peki, yüzlerimizi doğu ya da batı tarafına çevirmemiz iyilik değilse iyilik (birr) neydi?
Kur’an asıl iyiliği (birr) anlatmak için söze imandan başlamaktadır. Asıl birrin doğu ya da batıya yönelmek olmadığını söylemekle İslam binasının zemini hazırlanmış, binanın temeli ise imanla atılmıştı. Birr öncelikle Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, nebîlere iman etmektir. İsrail oğulları ilk dördünü geçse bile, nebilere iman şartında kesin olarak sınıfta kalmaktadırlar. Çünkü nebilerin bir kısmını öldürmüşler, diğerlerine de her türlü eziyeti reva görmüşlerdi. Musa (as)’ı, “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturuyoruz” diyecek kadar bunaltmışlar, İsa’yı ise putperest bir imparatorluğun ellerine teslim etmişlerdi, çarmıha gersin diye. Allah ise şerefli elçisini ne onlar gibi putperest işbirlikçilerine ne de putperest egemenlere bırakmış, bilakis elçisini zalimlerin ellerinden kurtarmıştı. Buna göre birri namazda doğuya ya da batıya yönelmekte mi yoksa bu günahlarından tevbe edip, Allah’a gerçekten iman etmekte mi aramaları gerektiği mesajı hiçbir karışıklık ihtiva etmeksizin, net olarak İsrail oğullarının kulaklarına ulaştırılmıştı.
Ayetin arka planındaki olaylara işaret etmemiz, ayetin hükmünün ehli kitapla mukayyet olduğu anlamına gelmemelidir. Bakara suresinin 177. ayeti, sözde Muhammed ümmetinden olup, özde İsrail oğullarından farkı kalmamış ‘Müslüman’ toplulukları da bağlayıcıdır. Kıble değişikliği ile birlikte insanlığa şahit oma misyonu Allah tarafından Yahudilerden alınıp kendisine verilen bu ümmetin, sözünü ettiğimiz ayetin uyarısını da kendi üzerine alması gerekmektedir.
Bakara suresinin 177. ayeti birrin ikinci adımı olarak maddi zenginliklerimizi işaret etmekte, gün görmeyen servetlerimizi gün yüzüne çıkarmaktadır. Allah’ın buyruğu şudur: Asıl birri elde etmek için sevdiğimiz mallardan akrabalarımıza, yetimlere, fakirlere, yolda kalmışlara (gurbetçi, mülteci vb.), açıkça yardım talep edenlere ve kölelere vereceğiz. İnsanın en fazla zorlandığı, kimileri için canını vermekten daha zor gelen bir sınavdır bu. İnsanın hiç sıkılmadan ‘benim’ dediği, ilimden nasip almış müminlerin ise Allah’a ait olduğunu teslim ettiği mal ve mülkü Allah’ın işaret ettiği kimselere infak edersek, birri ve takvayı elde etmiş oluruz.
Birrin üçüncü adımı ise namaz, zekât, verdiğimiz sözlere, yaptığımız akitlere bağlı kalmamız, zorluk, darlık ve savaş günlerinde sabretmemizi kapsamaktadır. Sâdık ve takvalı diye bu kimselere denmektedir. Ayetin bütününde akide ve amelleri tanıtılan insanlar ise birri elde etmiş (ebrâr) kimselerdir. (Bakara, 177).
Görüldüğü üzere İslam nazarında iyilik, takva, doğruluk şekilcilikten öte, öze yönelik, hayatın tam içinde, ayakları yere basan bir yaşamın tezahürleridir. Kıbleye dönmek önemlidir, namazın şartıdır fakat namaza kıyasla kıble şekilden ibarettir. Örtü (tesettür) mümin erkek ve kadının olmazsa olmazıdır. Elbiselerimiz ayıplarımızı örter. Fakat çaputtan imal edilmiş elbiselerimiz, takvadan imal edilmiş elbiselerimize nazaran şekilden ibarettir. Elbise olmadan takvalı olunamaz fakat takvalı olmadan da elbise insanı ahlaklı ve namuslu yapmaz. Müminlerin Allah için kurban kesmeleri ibadettir fakat Allah’ı razı edecek olan, kurbanlarımızın ne etleri ne de kanlarıdır, Allah’ı razı edecek olan takvamızdır. Kurbanımızın endamı, takvaya nazaran şekilden ibarettir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Yukarıda üzerinde durduğumuz (Bakara, 177) ayetle Kur’an, Allah’ın talimine dayanmayan, başka vasatlarda üretilmiş ‘iyi’ anlayışını neshetmiş, onun yerine, Allah’ın ‘iyi’sini ikame etmiştir. İyi, Allah’ın iyi dediğidir, kötü de Allah’ın kötü dediğidir. Haram-helal, sevap-günah da böyledir. Allah İslam öncesi cahiliye toplumunun tamamen akıl-iz’an dışı âdet, gelenek, töre ve batıl inançlarını lağvetmiş, bunların yerine İslam’ın maruf örflerini yerleştirmiştir. Mesela evlere arka taraflarından girmek adeti bunlardan biriydi. Kur’an yukarıdaki ayete benzer bir üslupla “iyilik evlere arka taraflarından gelmek değildir” diye söze girerek, asıl iyiliğin (birr) takva olduğunu hükme bağlamıştır. (Bakara, 189). “Evlere arkalarından girmek” sözüyle bazı beşerî münasebetlerin ima edildiği de ileri sürülmüşse de, isabetli olmadığını düşünüyoruz.
İslam ümmetini bir çadıra benzetirsek, çadırın orta direği tartışmasız, kelime-i tevhiddir. Çadırı direk ve kazıklara bağlı tutan ise velayettir. Velayet, hayır üzere gerçek bir yardımlaşma, dayanışma ve kardeşlikle zuhura çıkar. İslam ümmetinin binası yardımlaşma (velayet) ile ayakta durur; bu, birr ve takva üzere bir yardımlaşmadır, günah ve düşmanlık üzerine bir yardımlaşma değildir. (Maide, 2). Birr ve takva asıldır, günah ve düşmanlık (ism ve udvân) ise onların muhalifidir. Keza müminlerden birkaç kişinin kendi arasında gizli-kapaklı konuşmalar yapması (kulis faaliyeti) da yanlıştır. (Mücadele, 8). Hadi bu gizli görüşmeler birr ve takva üzere olsa neyse (Mücadele, 9), ki buna da gerek yoktur çünkü şaibe doğurur. Müslümanlar birr ve takva eksenli çalışmalarını neden ‘gizli’ yapsınlar?
Birrden bahsetmek kolay, yapmak zordur. Birri başkalarına tavsiye etmek cazip, insanın öncelikle kendi hayatını birr üzere kurması tekellüflüdür. Fakat hiç tartışmasız, Müslümanlık budur. Bunun dışındakiler ikiyüzlülüktür, riyadır ve insanın kendisini kandırmasıdır. Kur’an bir kez daha İsrail oğulları özelinde bütün müminlere uyarıda bulunmaktadır: “Siz insanlara birri emredip, kendinizi unutur musunuz?” (Bakara, 44). Ayetin söz dizimi cevabı da içermektedir. Her kim insanlara birri emir/tavsiye ediyorsa, öncelikle birri kendi nefsine kabul ettirmeli, birr üzere yaşamalıdır. Başkalarına hayrı öğütleyip de kendisini muaf tutması, imandan ziyade fıska ve nifaka yakın olması demektir
Allah’ın şerefli nebilerini bizden farklı kılan işte bu husustu. Onlar, emrettikleri bütün marufları önce kendi nefislerinde tatbik ediyorlar, nehyettikleri bütün münkerleri de hayatlarından tamamen uzaklaştırıyorlardı. Birrin bütün tonları, nebilerin sonuncusu Muhammed (sav)’in örnek hayatında mevcuttur.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *