Ahmet Murat’ın “Sanat” şiiri

Ahmet Murat’ın “Sanat” şiiri

“Sanat” şiiri şiirsel özelliklerinin yanı sıra,  bol okumalara fırsat tanıyan bir şiir. Özellikle teması bağlamında İslam tarihindeki farklı konulara atıflar yapılabilir bu şiirle.

AYIN ŞİİRİ

Tisfun’daki Sasani sarayında
Bir yaz halısı vardı gonca köpüğü, gül mezatı
Narin ağaçlarında heyhey, dallarında rüzgâr dişleri
Serpil ve dölek bir akılla bezeli

Yanık ten kınalı sakal sahabilirdi bir vakit
Taşkın olup doldulardı saraya
Çıkıp giderlerken üleşmeden önce
Zarif kılıçlarıyla biçtilerdi
Cennet bahçesine öykünen halıyı

La galibe illallah
(Ahmet Murat, Muhit Dergisi, S. 13 [Ocak 2021], s. 9)

Cevat Akkanat

Ahmet Murat [Özel], 1971 Karaman doğumlu. Şairliğinin yanı sıra, çevirmenlik, editörlük, radyo ve TV program sunuculuğu gibi önemli işlerin üstesinden geliyor. Fakat bütün bunlardan önce onun bir ilahiyat akademisyeni olduğunu da belirtelim.

Şiir, deneme, araştırma, biyografi, çeviri alanlarında eserlere imza atan Ahmet Murat’ın yayımlanmış şiir kitapları Kaf ve Rengi, Kış Bilgisi, Kalbin Kararı & İlahiler ve Neşideler, Bir Şair Bisikletle, Kalbin Kararı şeklinde sıralanmaktadır. 

Muhit Dergisinin Ocak 2021 sayısında yayımlanan “Sanat” şiiri, ilki dört, ikincisi beş, sonuncusu tek dizeden olmak üzere üç birimlik kısa bir metin. Bununla birlikte yoğun okumalar sunuyor okura. Bu sunumda, şiirsel söylemin yanında öyküleyici ve betimleyici anlatımlar da dikkat çekiyor. Böylece, bir yandan olayı, kahramanları, yer ve zamanı sınırlandırılmış tarihsel bir öykü okurken, öte yandan imgelerle örülü şiirsel bir edayla hemhal oluyor okur.  

Şiirin öyküsel yanı temasında tezahür ediyor. Diğer bir ifade ile, kültürel bir arka plana, daha doğrusu tarihî bir olaya yaslanıyor “Sanat”. Sözgelimi, şiirinin ikinci biriminde yer alan şu dizelere bakalım: 

“Yanık ten kınalı sakal sahabilirdi bir vakit
Taşkın olup doldulardı saraya”

Şairin övgüyle bahsettiği “taşkın” süreç, İslam tarihinin önemli bir dönemine tekabül ediyor. Şöyle ki, dört halifeden Ömer bin Hattab’ın hüküm sürdüğü yıllarda, önce 637’de, ardından 642’de Sâsânî topraklarına taarruzda bulunan Arap orduları, daha önce Göktürk, Hazar ve Bizanslılarla yaptıkları savaşlarla iyice güç yitiren rakiplerini kolaylıkla yenmişlerdir.  Tisfun (Tîsfûn, Tizfun, Medâin, Ktesifon, Selmân-ı Pâk) yakınlarındaki Kadisiye’deki ilk savaşta,  Sâsânî ordusu hezimete uğramıştır. 642’deki karşılaşma ise Nihâvend’de vuku bulmuş, Araplar Tisfun’u tümüyle ele geçirmiştir. Bu arada Sâsânî imparatoru III. Yezdicürd Belh’e kaçmış; böylece Sâsânî İmparatorluğu yıkılmıştır.

“Tisfun’daki Sasani sarayında” şeklinde, şiirin ilk dizesinde adı geçen Tisfun, Bağdat’ın 35 km. güneyinde, Dicle nehri kenarında olup Sâsânîlere başkentlik yapmıştır. Jeopolitik konumundan ötürü tarih boyunca güçlü imparatorluklar arasında el değiştirmiştir. Bu durum, şehrin çok uluslu bir demografik yapı ile ekonomik, sosyal ve kültürel zenginlikler kazanmasını sağlamıştır.

Söz konusu kültürel zenginliklerin başında ikinci Sâsânî şahı I. Şâpur zamanında (241-272) yaptırılan meşhur Tâk-ı Kisrâ’nın (Tâk-ı Hüsrev, Eyvân-ı Kisrâ, Selmân-ı Pâk’ın Büyük Kemeri adlarıyla da anılan Kisrâ sarayının ve kemerinin) bulunduğu bu şehir,  döneminin en büyük yerleşim birimlerinden birisidir. Bu arada, Arapların, Beytü’l-Ebyaz” (Beyaz Saray) olarak adlandırdıkları Sâsânî şahlarının hükümdarlık sarayı da Tisfun’dadır. Tak-ı Kisrâ, Hüsrev Anûşirvân (I. Hüsrev) zamanında (531-579) restore edilmeden önce,  Sâsânî hükümdarları Tisfun’da bulunan Beytü’l-Ebyaz’ı yönetim merkezi olarak kullanıyordu. Araplar Tisfun’u ele geçirdikleri zaman bu saray hâlâ ayaktaydı. Ahmet Murat’ın “Sanat” şiirinin ilk dizesinde bahsettiği Sâsânî sarayı Dicle kenarında bulunan bu saray mıdır, yoksa Tâk-ı Kisrâ mıdır, bilmiyoruz! Fakat şunu biliyoruz, Araplar, Pers uygarlığının ihtişamına ilk kez 7. yüzyıldaki bahsettiğimiz silahlı karşılaşmalar sırasında tanık olmuştur. 

Ahmet Murat, şiirinde bu tanıklığı tekrar tebarüz ettiriyor. Şimdi başa dönelim ve metnin betimleyici anlatımla örülü ilk birimini tekrar okuyalım: 

“Tisfun’daki Sasani sarayında
Bir yaz halısı vardı gonca köpüğü, gül mezatı
Narin ağaçlarında heyhey, dallarında rüzgâr dişleri
Serpil ve dölek bir akılla bezeli”

“Gonca” ve “gül” gibi klasik mazmunları yeni ve nispeten alışılmamış bağdaştırmalarla “halı”ya (yaz halısı”; “bahar-ı kisra” olmalı!) sıfat kılan şair, aynı halıya, müşahhas (narin ve “heyhey”li) ağaçlar, ve yine alışılmamış bağdaştırmalı (“rüzgâr dişleri”ne maruz) dallar nakşettirmiştir. Bu nakış gizemli, hassas bir usun maharetidir.  

Şairin Sâsânî sarayından bir halıyı alıp şiirine işlemesi boşuna değildir. Araplarla Sâsânîler arasında geçen söz konusu savaşlar bağlamında, adeta halı metaforuna temas etmeye kalemi mahkûmdur. Çünkü bu bağlam içre halının iki tarihî konumu vardır. Bunlardan ilki, Sâsânî imparatorluğunun son dönemlerinde Tisfun’da halı dokumacılığının büyük bir gelişme göstermiş olmasıdır. İkincisi ise, birkaç tarihî olaydaki tezahürdür. Sözgelimi, 610-641 yılları arasında Doğu Roma imparatoru olan Herakleios, 628’de yaptığı Tisfun seferini müteakip pek çok değerli halıyı İstanbul’a götürmüştür. Aynı şekilde, 642’deki Arap zaptından sonra da Tisfun’da elde edilen mücevherlerle süslü büyük halılar yerlerinden edilmiştir. Tarihi kaynaklar bu süreci şöyle anlatmaktadır: “İran’ın fethi esnasında Sâsânî hükümdarı Hüsrev Anûşirvan’ın “Bahar-ı Kisra” adı verilen meşhur halısı parçalara ayrılarak Medinelilere dağıtılmıştır. Bu parçalardan her birinin kıymeti 10.000 dirhem tutmaktaydı. Hz. Ali’nin payına düşen halı parçasının 20.000 dirheme satıldığı rivayet edilir. Tisfun’un ele geçirilmesinden sonra Arapların eline geçen diğer kıymetli kumaşlardan bir tanesi Fars ırkının milli bayrağı olan Direfş-i Kabiyan’dır. Bu bayrağın Sâsânîler için önemli bir anlamı vardı ve genellikle ölüm kalım mücadelesi verilen savaşlarda Sâsânîler bu bayrağı açarak insanların milli duygularını galeyana getirmeye çalışırlardı. Tisfun kentinde muhafaza edilen bu bayrak şehrin düşmesi ile beraber Arapların eline geçmiş ve bayrak üzerindeki değerli mücevherler alınarak yırtılmıştır.”

Ahmet Murat’ın şiirinin ikinci biriminde bahsettiği olay üstte aktarımını yaptığımız süreçle ilgili olmalıdır:

“Çıkıp giderlerken üleşmeden önce
Zarif kılıçlarıyla biçtilerdi
Cennet bahçesine öykünen halıyı”

Bir şiiri somutlaştırmak her zaman tehlikeler taşır. Fakat “Sanat” şiiri bizi bu tehlikelerden koruyor. Üstelik “La gâlibe illallah” (Yusuf Suresi, 21. ayetine atıfla: “Allah’tan başka galip yoktur.”) şeklindeki şiirin son birimiyle bunu perçinliyor. Peki bu perçini nasıl yorumlamalıyız? Bunu da iki şık üzere okuyabiliriz: İlk olarak “İslam’ı temsil eden ordu galip gelmiştir.” hükmünü vermiş olabilir şair. Fakat bu, ibarenin olağan anlamıdır. Bununla birlikte, “cennet bahçesine öykünen bir halı”nın yok edilmesi bağlamında da okuyabiliriz. Öyle ya, nasıl olur da böyle bir öykünme hâsıl olabilir? Zaten biçilmiş olması da bu boy ölçüşme fiilinden ötürü değil midir?!. Hem de, “cennet bahçesine öykünen bir halı”ya göre “zarif”liği öne çıkarılan kılıçlarla! Bu ikinci okuma, bizi geleneksel algılardaki kısır döngüden oluşan tartışmaya götürür: Tasvir yasağına! Akademisyen ve şair olarak Ahmet Murat’ın bu yasağa prim vereceğini ise hiç sanmam!

Toparlarsak: “Sanat” şiiri şiirsel özelliklerinin yanı sıra,  bol okumalara fırsat tanıyan bir şiir. Özellikle teması bağlamında İslam tarihindeki farklı konulara atıflar yapılabilir bu şiirle. Bir kısmına değindik bunların; haydi birisine daha temas edelim: Savaşta elde edilen ganimetlerin kullanımı hususuna! 

Her biri ayrı ayrı bilimsel çalışmalara kapı aralayan bu “atıf”lar bir tarafa, Ahmet Murat bu metni ile bize şiirde bilginin kullanımı hususunda ipuçları sunmuştur. Fakat benim kanaatim şairin buradaki performansı negatif yöndedir. Nitekim savaş sonrasının kazanımı olarak takdim edilen süreçler ve şair tarafından bunlara yapılan övgüsel yaklaşımlar farklı bakış açıları ile tam tersi istikametlerde değerlendirilebilir.

Bununla birlikte bu şiiriyle Ahmet Murat, 7. yüzyılda yaşanmış tarihî bir macerayı günümüze taşıyarak, çağımıza ve gelecek çağlara yönelik birkaç kelam etme fırsatı sunmuştur: Şu veya bu şekilde, saray mukimi olabilmişlerin, vakit erip de, devridaime -kadere (!) mi diyelim ya da- tabii olduklarında, geride ne bıraktıkları… Kalemleri mi zarifti, kılıçları mı? Yaptılar mı, yıktılar mı? Cennete mi öykündüler, cehenneme mi? 

Madem “saray mukimlerinden” bahsettik, yine Sâsânî şahı I. Hüsrev’den tarihî bir duruş arz edelim: “Ülkesini adaletle yönetmiş ve bu yönüyle tarih ve edebiyat kaynaklarında yer almış olan I. Hüsrev rivayete göre halkını ve ziyaretçilerini, sarayın büyük kemerlere sahip geniş avlusundaki eyvanın tonozuna kadar yükselen tahtında otururken kabul ederdi. Buradaki yüksek kemerlerden birinin üstüne ucunda çan bulunan bir zincir astırmıştı (zencîr-i adl). Bu zincirin ucu çocukların bile yetişeceği bir yükseklikte olup şikâyeti olan halk buraya gelerek zinciri çekince ucundaki çanın sesini duyan kisrâ halkının şikâyetini bizzat dinlemek için sarayından çıkar, tahtına otururdu.”

Ahmet Murat’ın “Sanat” şiiri bol okumalar sunuyor demiştik ya, bakın bizi “adalet zinciri”ne kadar getirip bıraktı. Şimdi bu zincirin şiirini bekliyoruz.

KAYNAKÇA: 

Abdülhakim Koçin, “Devlet Yönetiminde Adaletin Yeri ve Klâsik Türk Şiirine Yansıması”, Millî Eğitim Dergisi, S. 171 (2006), s. 15-29.

Ahmet Murat, Muhit Dergisi, S. 13 [Ocak 2021], s. 9.

Ahmet Talât Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı (Haz. Cemâl Kurnaz), Ank., 2000, s. 432.

https://docplayer.biz.tr/31431807-Belleten-dort-ayda-bir-cikar-cilt-lxxviii-sa-nisan-2014-erken-ortacaglarin-sehirler-toplulugu-meda-in-adulhalik-bakir-ahmet-altungok.html [Erişim Tarihi: 24.01.2021]

https://islamansiklopedisi.org.tr/tak-i-kisra [Erişim Tarihi: 24.01.2021]

https://tr.wikipedia.org/wiki/Sasani_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu [Erişim Tarihi: 24.01.2021]

https://www.biyografya.com/biyografi/913 [Erişim Tarihi: 24.01.2021]

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *