Boğaziçi dünyasının kültürel krizi

Boğaziçi dünyasının kültürel krizi

Melih Bulu’nun rektörlüğüne itiraz, Boğaziçi Üniversitesi dışından olmasının ötesinde, Boğaziçi ideolojisi dışından olmasından kaynaklanıyordu.

Prof. Dr. Bedri Gencer / AA

Türkiye Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne tayini kriziyle 2021’e girdi. İlk bakışta herkes, diğer üniversitelere de yapılan rutin rektörlük tayinlerinden farklı olarak bu tayin etrafında niçin bu kadar fırtına koparıldığını anlamakta zorlandı. Aslında bu, Türkiye’de yaşanan derin kültürel çatışmanın, kulturkampfın göstergesiydi. Mesele, şekil (sistem) ve öz (ideoloji) olarak iki boyutta ele alınarak daha iyi anlaşılacaktır.

Yasal ama teamüle aykırı

Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne tayiniyle ilgili yapılan makul eleştiri, üniversiteye dışarıdan atama yapılmasının mahzurlarına dairdir. Fikret Adaman gibi Boğaziçili akademisyenlere göre, dışarıdan atanan, üniversitenin yapısını ve mekanizmasını bilmeyen bir rektör, üniversiteye verimsiz, hatta zararlı olacaktır. Rektörlük tayininde iki kriter savunulabilir: Birincisi, üniversitenin içinden azamî teveccühü kazanan, üniversiteyi tanıyan bir akademisyenin rektör olarak atanmasıdır. İkincisi, üniversite içinden-dışından ayırımı yerine, liyakatin esas alınmasıdır.

Ancak problem, meseleyi genel ele almak, bütün üniversitelere şamil olarak rektörlük tayini sistemini eleştirmek veya demokratik tayin sistemini savunmak yerine, istisnaî, imtiyazlı bir mevkie yerleştirilmiş gibi, Boğaziçi Üniversitesi özelinde ele almaktır.

Objektif olarak bakıldığında Melih Bulu akademik ve idarî olarak başarılı, liyakat sahibi bir rektördür; mevcut sisteme göre tamamen usulüne uygun, yasal olarak atanmıştır.

Bu durumda, “Evet, bu atama yasal ama Boğaziçi Üniversitesi’nin teamülüne aykırıdır” diye özel teamülü genel yasanın üstüne çıkarmak, dahası bu itirazı Melih Bulu’ya karşı terör örgütlerinin katıldığı bir linç kampanyasına, hükümet karşıtı bir kalkışmaya dönüştürmek kabul edilemezdir. İslamofobik şebeke, tayinine itirazı bütün belden aşağı vuruş şıklarıyla acımasız bir linç kampanyasına dönüştürerek Melih Bulu’yu kamuoyu gözünde mağdur mevkiine düşürdü:

1- Dışarıdanlık: Bulu finans ve yönetim ve organizasyon alanlarında sekiz yıllık lisansüstü eğitim hayatını Boğaziçi Üniversitesi’nde geçirmiştir.

2- Partililik: Partili olmayan bir rektör, kamu görevlisi var mıdır? Israrla “AKP’li Rektör Melih Bulu” diye algı operasyonu yapanlar “CHP’li cumhurbaşkanı, HDP’li rektör” demişler mi, diyorlar mı?

3- Devlet görevi ve imza yetkisinin olmaması: Provokatif bir yalan

4- İntihal: Bulu’nun kaynağını göstermediği bir çalışmasını bulamayanlar, sadece iktibas tarzının intihal sayıldığı gibi hilelerle intihal ithamında bulunuyorlar.

5- Sosyal medya sahtekârlığı: Provokatif bir yalan

6- Türkçe kusuru: Daha düzgün bir Türkçe cümle kuramayan, “kayyum” ile “kayyım” kelimeleri arasındaki farkı bilmeyenlerin Bulu’yu Türkçe kusuruyla tenkitleri, “kayyum rektör” ithamında bulunmaları trajikomiktir.

7- Her gün “Melih Bulu’nun okul yıllığı, geçmiş konuşması ortaya çıktı” gibi sistematik bir provokasyonla üniversite yıllığındaki kopya ile ilgili esprilerinin bile aleyhine kullanılması, belden aşağı vuruşun varabileceği dereceyi gösteriyordu.

Yasal ama meşru değil

Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi rektörü olmasına itirazlar, şekil açısından gayr-i teamülî, öz açısından gayrimeşru olduğu yolundadır. İddiaya göre, Bulu’nun tayini yasal ama meşru değil. Neye göre? Boğaziçi ideolojisine göre. Boğaziçi gibi kurumlar için “zihniyet”, “ethos”, “değerler” gibi kavramlarla da anlatılacak bu kültür için “ideoloji” dememiz boşuna değil. Zira ABD dışında kurulan ilk Amerikan koleji olan Robert Kolej’e dayanan Boğaziçi Üniversitesi, yerli ile yabancı dünya ve ideoloji arasında köprüdür. Boğaziçi ideolojisi, “sekülerizm makyajlı elitizm-laisizm-kemalizmin halitası” olarak tanımlanabilir. Yaşanan rektörlük krizi, özünde Boğaziçi ideolojisinin beka krizidir.

Bulu dışarıdan atansa bile, aynı ideolojiden seküler bir kişi olsaydı bu kadar gürültü koparılmazdı. Rektör, ani bir darbeyle sersemletilen mağdur refleksiyle elitist müzik ve spor hobileri olduğu “ifşasıyla” “Durun; aslında sizden olmasam da size yabancı, karşıt değilim, pekâlâ anlaşabiliriz” mesajı verdi. Ancak karşısındaki kitle bu sefer de “beyazlığa özenen zenci”, “celladına âşık edilen mahkûm” diyerek, “kendin ol” gibi gaddar bir alaycılıkla onu daha da aşağılamaya kalktı. Linç kampanyasının, kötücülüğün zirvesi belki de buydu: Vurdukça vurmak, düştükçe düşürmek.

Boğaziçili akademisyenlerin Melih Bulu’nun tayinine itiraz sadedinde ileri dürdükleri “özgürlük, liberallik, özerklik, demokrasi, çok-kültürlülük” iddialarını, Mim Kemal Öke gibi üniversiteyi yakından tanıyan eski mensupları “Siz onu benim külahıma anlatın” diye tebessümle karşılayacaktı. Özgürlük, liberallik, özerklik, demokrasi başkaları için değil, ancak kendileri, Boğaziçi ideolojisinin bağlıları içindi. Örgüt demokrasisiyle ülke demokrasisi farklı şeylerdi. Evet, Boğaziçi içinde demokrasi, katılımcı yönetim olabilirdi ama bunu ülke için istedikleri kuşkuluydu.

Hep fazilet örneği gibi anlatılan Boğaziçi’nin 28 Şubat sürecinde başörtülü öğrencilere müsamahası empatik, insanî değil, Boğaziçi sosyoloji profesörünün “Neden bu kadar kısıtlanıyorsunuz anlamıyorum, sayınız çok olsa neyse” diye Hilal Kaplan’a itiraf ettiği gibi, çoğunluğun azınlığa, hâkimin mahkûma tahammülü kabilinden bir faşizan hoşgörüydü. Acaba bu Boğaziçili akademisyenler, başörtülü öğrencilerin “şimdilik risksiz” gördükleri öğrenim haklarını tolere ettikleri gibi, kendileriyle aynı çatı altında akademik kariyer taleplerini de tolere edebilecekler miydi? Batı’da hümanizm ile başlayan sekülerizm, otonomi ve tolerasyondan geçerek modus vivendi’ye vardı. Bu ötekinin varlığına katlanmak değil, kabullenmekti; zira katlanmanın bir sınırı vardı.

Orientalism (Türkiye-Osmanlı-İslâm) dışında seküler üniversitenin asıl alanı sayılan humanities [beşerî bilimler] alanında Boğaziçi’nin dünyada esamisi okunmazdı. Zira humanities alanında dünya çapında söz söyleyebilmek ya kadim hikmeti (hak), ya modern hikmeti (sekülerizm) içselleştirmeye bağlıydı ki Boğaziçili akademisyen ikisinden de mahrumdu; ne kadim ne modern, sadece içi boş bir çağdaşlık iddiası…

Boğaziçi’nde çalışmış Ian Almond Yeni Oryantalistler kitabında, Boğaziçi camiasının ülkelerinin kültürüne ne kadar yabancılaşmış olduklarını anlatır: “İstanbul’da seçkinci bir üniversitede birkaç yıl eğitim verdim ve bazen oradaki kimi profesörlerin dahi İslâm karşıtı bakış açısının gücünü görmek şaşırtıcıydı. Müslüman öğrenciler kampüs hayatına yabancılaşmış hissediyorlardı ve fakültedekilerin bir kısmının yaklaşımı bu sorunu çözmeye hiç de yardımcı olmuyordu. Binaya girerken başörtülerini çıkarmak zorunda oldukları için sınıfımdaki kız öğrencilerin ağladıklarını hatırlıyorum”.

Mim Kemal Öke Robert Kolej’den, çok iyi yetişmiş aristokrat bir ailenin çocuğuydu. Belki de Türkiye’de İngilizceyi en iyi bilen yirmi kişiden biriydi; engin yurt ve dünya bilgisi, hayat tecrübesi vardı. Buna rağmen, muhafazakâr olduğu için, Boğaziçi kadrosu sonunda “Seni aramızda istemiyoruz” diyebildi. Türkiye’de 35 yaşında en genç profesör unvanını alan Öke, kendisine namaz odası tahsis edilen Cambridge Üniversitesi’nden sonra döndüğü Türkiye’de çalışmaya başladığı Boğaziçi Üniversitesi’nde namaz kıldığı için dışlandı; 1,5 sene işsiz kaldı.

Üstün Ergüder rektör (1992-2000) olmasına, çok istemesine ve uğraşmasına rağmen, parlak talebesi Ahmet Davutoğlu’nu 1994’te, “Her can, ölümün tadıcısıdır” ayetini belediye sözü sanacak kadar kültürüne vakıf(!) akademisyenlerin direnişiyle, Boğaziçi Siyaset Bilimi Bölümü’ne kabul ettiremedi. Dahası Şerif Mardin ile Nilüfer Göle gibi parlak akademisyenler, seküler oldukları halde, İslâm ve Müslümanlar hakkında Binnaz Toprak gibi yargılayıcı değil empatik çalışmalar yaptıkları, yargılama yerine anlamaya çalıştıkları için Boğaziçi Üniversitesi’nden dışlandılar; Mardin Amerika’ya, Göle Fransa’ya gitmek zorunda kaldı ve ikisi de uluslararası kabul gören çalışmalar yaptılar.

Buna karşılık Suna Kili’nin Kemalizm ile ilgili İngilizce çalışmalarının dünyada bir karşılığı yoktu; bu yüzden ancak Türkiye’de basılabildi. Her ideoloji bir vaat edici iddia, teori ve teorisyenle ayakta dururdu. “Post-ideoloji”, “tarihin sonu” devrinin başladığı 1989 sonrasında Kemalizm, iktidar ümidi ve yaşatacak teorisyeni kalmayan, dış destekli, (formel-sosyal) medya inisiyatifli kalkışmalar ve linç kampanyalarıyla iktidara karşı işleyen bir muhalefet ideolojisi haline geldi. Bu yeni tepki ideolojisi “gezizm” (gezicilik) olarak adlandırılabilirdi.

Bu yeni ideolojiye uyarlanan Boğaziçi ideolojisine bağlı akademisyenler, İngilizce akademik çalışmalarında derin teorik analizler yaparlarken, günlük siyasî olaylarda tamamen (Çölaşan-Özdil tarzı) fanatik laisist refleksle davranırlar; “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” gibi boş sloganlarla ömürlerini geçirirlerdi. Sağduyulu insanlarca yapılan, genç evlilik mağdurlarına af çağrılarının, Boğaziçili akademisyenlerce bile “çocuk evliliği” diye ahlaksızca çarpıtılması gezizmin tezahürüydü. Türkiye’de yaşanan, Batı’daki kulturkampfın seviyesinden çok uzak, bir belden aşağı vuruş seansıydı, Melih Bulu’ya yapıldığı gibi.

Haklıyken haksız mevkie düşmek

Üzüm yeme niyetiyle girilen bir bağda niyeti bozarak bağcıyı dövmeye kalkmak, insanı haklıyken haksız mevkie düşürür. Melih Bulu’nun tayinine itiraz sürecinin seyri bu yöndedir. Bazı Boğaziçili akademisyenlerin cübbeleriyle rektörlüğe sırtlarını dönmeleri gibi medyatik şovlara teşebbüsleri, -sosyal medyada itiraf edildiği gibi- öğrencileri tahrikleri ne Boğaziçi’nin ne ülkenin hayrına olacaktır. Gezi kalkışmasında olduğu gibi, üzüm yemek yerine bağcıyı dövmeye kalkanların sonu daima hüsrandır.

[Prof. Dr. Bedri Gencer Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyesidir]

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *