İLKELİ OLMAK

İLKELİ OLMAK

Hz. Peygamber’in daha nübüvvetten önce isminin önüne “el-Emîn” sıfatını ekletmiş olması, ilke deyince ne anlamamız gerektiğini yeterince anlatmaktadır.

İlkeli olmak, kısaca, ilkeye bağlı olarak hareket etmek, davranış biçimlerini bir ilkeye göre yapmak demektir. Öyleyse ilke nedir? İlke sözcüğü, bir şeyin temeli, ilk sebep (arkhe), kök, kaynak, temel neden, temel inanç, düşünce, davranış ve ahlak kuralı gibi anlamlara gelmektedir. Prensip (İngilizce principle) Batı dillerindeki karşılığıdır.

İnsanın doğasında, her şeyin ilk’ini, mebde’ini, başlangıç noktasını öğrenme merakı vardır. Yunan filozofları da, arkhe adını verdikleri, varlığın bu ilk nedenini arama faaliyetine koyulmuşlar ve sonunda kimisi bunun “su” olduğunu, kimisi “hava”, kimisi “ateş” olduğunu keşfederken; kimisi de “toprak”tır demiştir.

Kur’an’da, canlı olan her şeyin sudan yaratıldığı (21/30) bildirilir. Ama bütün varlığın yaratanı olan, eşsiz ve benzersiz olan, bütün insan tasavvurlarının ötesinde müteal bir gerçeklik var ki o da Allah’tır. Her şeyi yaratan O’dur, her şeyin akıbeti de O’na aittir.

Tanrılar panteonunda akılları karışan Yunan filozoflarının talihsiz çabalarının aksine İslam’ın, varlığın merkezinde Allah’ı gören tevhid inancı, her türlü ilkesizlik kaosuna, ya da ilke(sizlik)ler anarşisine son verecek bir özelliktedir. İslamî düşüncenin her türlü ilkesi tevhidden neşet etmek, nihayetinde Allah’ın birliği esasına dayanmak zorundadır. Ama bu zorunda oluş, Yunanlı bir filozofun, bütün varlığı ateş ile açıklamasını yahut birilerinin bütün varlığı Allah ile açıklamasını, yani “Allah’tan başka mevut yoktur” demesini asla gerektirici değildir.

Alemlerin Rabbi Allah, gerek ontolojik anlamda olsun, gerekse ahlakî, siyasî, sosyal ve haram-helal düzleminde olsun, her türlü temel ilkeyi koyandır. Aslında bütün hayat, bütün bir varlık (kâinât) isteyerek (41 /12) Allah’ın koymuş olduğu ilkelere boyun eğmiş vaziyette hareket etmektedir. Varlıktaki oluş ve akış O’nun iradesine göre cereyân etmektedir. Her iş Allah’ın emri ve izni doğrultusunda vuku bulmaktadır.

İnsan da, inananıyla inanmayanıyla; Tanrı yoktur diyen ateisti ile -isteyerek veya istemeyerek- O’nun yasalarına boyun eğmiş vaziyettedir. Tanrı’yı inkar ettiğini söyleyen bir budala, bilmiyor ki o anda, Tanrı’nın koyduğu bir fizik yasa gereği, O’nun yarattığı yerküre içinde jet hızıyla dönmektedir. Doğmak ve ölmek, Tanrı’yı inkar eden bir insanın, inkar edemediği çok önemli bir realitedir.

Allah’ın koyduğu düzene “isteyerek veya istemeyerek” boyun eğen insanın, bütün bir yaşamında da O’nun düzenine uymak gibi bir erdeme ulaşması ne kadar övülesi bir şeydir! İşte bu övülecek şeyin adı iman etmek ve teslim olmaktır. Yani Allah’ın ilkelerini en yüce bilmektir bunun adı. Allah’ın koyduğu ilkeler insanı felaha erdirir.

Kur’an adeta bir ilkeler kitabıdır desek pek de yanlış bir şey söylemiş olmayız diye düşünüyoruz. Evet Kur’an, itikadda, ibadette, siyasette, ticarette, ahlakta, fertlerle ve toplumlarla münasebette ilkeler koymuştur. Müslüman bu ilkelere bağlı kalarak ancak müslüman olabilir. Bu saydığımız alanların hepsinde, yani inançta ve davranışta, ilkeli olmak, ilkelerimize sadık kalmak zorundayız.

Bu açıdan baktığımızda Kur’an’ın kullandığı “sünnetullah” kavramı sosyal hayattaki ilkeliliği açıklayan bir kavramdır. İnsan toplumlarının davranışlarıyla ilgili Allah’ın sünnetinde (davranış biçiminde) bir değişiklik bulunmayacağını Kur’an bir ilke olarak vaz’etmektedir. (48/23; 33/62; 17/77) Allah’ın bu değişmesiz sünneti gereği, azab-ı ilahîye uğramamak için bizim de değişmez ilkelerimizin olması, bu ilkelerimizin murad-ı ilahîye muvafık olması kaçınılmazdır.

Özellikle İslâm’ın bir hayat nizamı olarak iktidar olmasını talep eden müslümanların, bu uğurda takip edilmesi gereken yolda ilkelerine, ölümleri pahasına sadık kalmaları, davanın başarıya ulaşması için zaruridir. İlkeli olmak derken, bir din olarak İslam’ı yaşamanın yanında, bilhassa bu son alanı kastetmekteyiz. İlk olarak Kur’an’ın bazı temel ilkelerine dikkat çekmek istiyoruz.

Müslümanın akidesinin esasını Allah’ın birliği oluşturur. O’ndan başka ilah yoktur. Allah’ın yegane ilah olduğu gerçeği bütün İslamî ilkelerin esasıdır. Hepsi rengini bu temel ilkeden alır. Allah’tan başka bir ilah, soyut veya somut bir tanrı edinmek, Allah’tan başkasını hüküm koyucu kabul etmek, bu ilkeyi ihlal etmek demektir.

Allah’ın yegane ilah olduğu gerçeğidir ki, ibadet de yalnızca O’na yapılır. İnsanlar Allah’a kul olmalıdırlar. Allah’tan başka bir varlığa prestij, insan onuruna aykırıdır ve şirkin ta kendisidir. Ancak şu var ki, inançta en ufacık bir ihtiraz kaydı bile imanı bozup kişiyi dinden çıkartırken, kişinin tevhide inanmayacağı yer ve zaman -ölüm tehdidi dışında- bulunmazken; ibadette bu o kadar katı değildir. İbadette bir takım mazeretler geçerlidir. Bunun içindir ki orucun kazası yapılabilmekte, namazlar cem edilerek kılınabilmektedir v.s. Yani ibadette Allah’ın bazı ruhsatlar tanıması, kolaylıklar getirmesi, bazı ihmalleri bağışlaması söz konusudur. İnançta ise böyle bir durum geçerli değildir.

Müslüman haram-helalde, yiyecek içecekte, muamelât konularında ve beşerî münasebetlerinde de Allah’ın hükümlerine tâbi olmak zorundadır. Allah’ın hükümlerini aynı zamanda doğru anlamalı, doğru tatbik etmelidir. Allah’ın koyduğu haram ve helalleri beğenmeyerek, eksik ve fazla bularak yeni haramlar ve helaller ihdas etmek insanı küfre sokar. Dolayısıyla Allah’ın koyduğu hudutlarla yetinmek müslüman olmanın gereğidir.

Müslümanın ahlâkını, siyasetini, diğer din ve ideoloji mensuplarıyla ilişkilerini de Kur’an’ın ilkeleri tayin etmek zorundadır.

Müslümanın, hayatında bağlı olacağı bütün ilkeleri özetleyen tek bir Kur’an ayeti var ki o da: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (11/112) emri ilâhisidir. Emreden Allah’tır. Emredilen şey, hayatın her alanında dosdoğru olmak, tek kelimeyle dürüst olmaktır. Emrin muhatabı ise Peygamber ve bütün müslümanlardır.

Hiç şüphe yok ki müslümanlar için ilkeli davranmanın kaçınılmaz olduğu en ciddi alan, din-i mübin-i İslam’ın tebliği ve İslam’ın siyasi bir nizam olarak iktidar edilmesi mücadelesidir.

İslami tebliğ öyle sıradan, kolaylıkla yapılabilecek bir faaliyet değildir. Bu faaliyet bütün peygamberlerin çok çetin bir mücadele ile, canları pahasına yaptıkları bir cihad eylemidir.

Peygamberler örneğine baktığımızda, Allah’ın koyduğu ölçüler, sınırlar çerçevesinde, sadece O’nun rızasını umarak, sırf Allah buyurduğu için vahyi ilkelerden hiç taviz vermeksizin yapılan bir İslamî tebliğ, sonunda ister yığınlar tarafından kabul edilsin, isterse hiç kimse tarafından kabul edilmesin, başarılıdır, istenen sonuç elde edilmiştir. Zira Allah’ın, elçilerinden istediği ancak budur. Peygamberler (ve tabii mü’minler) sadece mübelliğdirler. Sonucun ne olacağını tayin etmek tamamen Allah’a ait bir keyfiyettir.

İşte buradan anlaşılıyor ki mü’minler, Peygamberlerin bağlı kaldıkları temel ilkelere mutlak surette bağlı kalmak zorundadırlar. Yani bu mücadelenin bir nebevî metod çerçevesinde yürütülmesi esastır.

Bilindiği üzere Rabbimiz, toplumların değişimi ile ilgili, toplumun iradesini önceleyen bir ilke vaz’etmiştir: “Bir toplum kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirici değildir.” (13/11) Öyleyse bir kavim, nefislerinde olanı nasıl değiştirirse, bunun yolu yordamı neyse, sosyolojik izahı neyse, o yolu takip etmek gereklidir. İşte bu yol ve yordamı, bu sosyal kanunu biz Peygamberlerin örnekliğinde buluyoruz. Bu bağlamda başka yöntemler önerenler bulunabilirse de itibar edilmemesi gerektiği, bâtıl olduğu inancındayız.

Bu (nebevî) örneklikte bulduğumuz ilk ilke, İslamî tebliğde, Allah’a mutlak bir teslimiyetle teslim olmak ve Allah’ın rızasından başka hiçbir amaç gözetmemek ilkesidir. İslam, Allah’ın buyruklarına mutlak teslimiyettir. Müslüman, bir toplumun değişimini sırf Allah rızası için istemeli ve bunu gerekli görmelidir. Bu, belki en önemli ilkedir. Daha başlangıçta bu ilkeden sapanlar, şaşıranlar, ödün verenler, İslamî tebliğden bahsetmemelidirler.

Allah’ın rızasından başka bir takım maslahatlar için tebliğe koyulanlar, sonuçta o maslahatların çizdiği koşullarla koşullanıp, tevhidin dışında kalırlar. Bu ilkenin devamı olarak müslümanlar, Allah’tan başka hiçbir iradeyi O’nun iradesi önüne geçirmemeli, O’ndan başka makam, mevki ve otoritelere kulluk etmemelidirler. Dünün sarayları; bugünün köşk ve konutlarının ihtişamı, müslümanın gözünde Allah rızasından öne geçmemelidir.

İslamî tebliğde bu ilkeler hiçbir surette ihlal edilemezler. Zira tebliğin başarısı buradan geçmektedir. Çok çetrefil bir matematik probleminin çözümünde daha ilk başta en sıradan bir işaretin bile yanlış kullanılması nasıl sonucun kesinlikle yanlış çıkmasını gerektirirse, tebliğdeki daha baştan yapılacak bir yanlış da mutlaka sonucu saptıracaktır.

Müslümanlar “refaha ulaşmak” gibi bir maslahatla, yahut ırkî ve salt coğrafî kaygılarla İslamî mücadele veremezler. Nedenine gelince, örneğin, gerek tarihte gerekse günümüzde, müslüman olmadıkları halde refah toplumu gerçekleştirmiş toplum örnekleri vardır. Mesela Singapur, belki daha az sorunlu ve daha müreffeh bir ülkedir. Ama Singapur örneği müslümanlar için nihaî hedef değildir. Dolayısıyla mü’minler insanlara refah değil, felah vaad etmek durumundadırlar. Kendileri de aynı şekilde, İslamî tebliğden herhangi bir çıkar beklememek zorundadırlar. Çıkar peşinde olanlar, İslam üzere değil, peşinde oldukları o çıkar üzeredirler.

İslamî tebliğde önemli bir ilke de şüphesiz amaç ve araç birlikteliğidir. Bir başka ifadeyle, müslümanın amacı ne kadar İslamî ise aracı da o kadar İslamî olmak zorundadır. Müslüman, amaca ulaşmak için her türlü aracı meşru göremez. Onun araçları, dinî yaşantısının bir parçasıdır. Machiavelli’nin, devlet için her türlü aracı kullanmayı meşru görmesi gibi, müslüman da iktidar uğruna her tür yolu kullanmayı meşru göremez.

Sahih bir amaca ancak sahih bir araçla gidilebilir. Ödünç araçlarla, ithal, sağlıksız, Allah’ın onay vermediği yöntemlerle Allah’ın dini İslam iktidar edilemez. Birilerinin İslam anlayışı ile İslam’ı birbirine karıştırmamak gerekir. Bu anlamda Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’in (a.s.) İslam’ın tebliğinde ve iktidara gidişinde Makyavelist, pragmatist ve oportünist herhangi bir araç kullandığına, hatta böyle bir teşebbüste bulunduğuna dair en ufak bir kanıt göstermek mümkün değildir.

Aynı şekilde fırsatçı, faydacı, takiyyeci, kaleyi içten fethetmeci, düşmanın silahıyla silahlanmacı anlayışların hiçbirinin İslamî olmadığını belirtmek zorundayız. Bu tabirlerin telaffuzu bile müslümanı iğrendirmelidir. Bir insanın karnında bir niyet, yüzünde ve dilinde başka bir niyet taşıması kadar utanç verici bir şey olamaz. Müslüman, İslamî kimliğini çok net bir biçimde ortaya koymalı ki, insanları çağıracağı sabit bir davanın sahibi olsun; insanların esas alacakları esaslı bir kişiliği olsun. Yoksa muhatapları, hangi kişiliği ve kimliği esas alacaklarını -haklı olarak- bilemeyeceklerdir.

Müslümanlar hangi kaleyi içten fethettiler bilemiyoruz, ama dıştan fethettikleri kalelerin örneği bir hayli çoktur. Bunun ilk örneği, Allah Rasulü’nün Mekke kalesini teslim almasıdır. Zaten “içerden” fethedilen (!) kalenin kısa sürede yine “içerden” kaybedilmesi artık tabî bir sonuçtur. Kaldı ki müslüman, kale fethetmek değil, her ne şartta bulunursa bulunsun dinini yaşamak, Allah’ı razı etmek mükellefiyetindedir.

Müslüman takiyye yapmamalı ki muhataplar onun ne dediğini iyi anlamalıdırlar. O zaman inanan iyice/gerçekten inanacak; küfreden iyice/gerçekten kafir olacaktır. Bu da İslamî tebliği zorlaştıran değil, bilakis kolaylaştıran unsurdur.

Buna paralel olarak, müslümanlar güvenilir, emin insanlar olmak durumundadırlar, insanların mallarında, canlarında, ırzlarında gözleri olmadığını temin etmelidirler. Allah Rasulü’nün (a.s.) hicretinde, örümcek ağında keramet arayanlar, o büyük insanın, yatağına yatırdığı Hz. Ali’ye, müşriklerin emanetlerini verip, onları sahiplerine teslim etmesini tembih etmesinden fazlaca bir şey anlamıyorlar. Hz. Peygamber’in daha nübüvvetten önce isminin önüne “el-Emîn” sıfatını ekletmiş olması, ilke deyince ne anlamamız gerektiğini yeterince anlatmaktadır.

“Darül harp” gibi, tarihsel bağlamından koparılıp, içeriğini kendilerinin doldurduğu bir kavramla insanların (haram olan) mallarını yemeyi helalleştirmek müslümanlıkla izah edilemez. Kullandığı elektriğin parasını ödeyecek kadar bir davranış dürüstlüğüne sahip olmayan bir insan hangi hakla başkalarına dini tebliğ edecek?! O kişi, istediği düzeni kurduğunda başka boyutlu hırsızlıklarına devam edecektir. Kendi hizbinden olmayanların mallarını mübah gören haramcı zihniyeti Kur’an eleştirmektedir. (3/75) Bu eleştiriye kulak asmak zorundayız.

Çıkarcılık, fırsatçılık, Makyavelizm, pragmatizm gibi illetler modern ulusların maruz kaldığı şeytanca sapmalardır. İslam bizzat bu sapmaları düzeltmeyi hedeflerken, bu ilkesizliklerle nasıl bir İslamî hayat gerçekleştirilebilir, bu mümkün değildir.

Modern ulus devlet hiçbir sabit/değişmez değer taşımamaktadır. İnsanlar prensiplere göre değil, çıkarlara, parasal ağırlıklarına göre tasnif edilmektedirler. Modern insan Allah’a değil, devlete ya da ülkeye yönelmiş vaziyettedir. İşte tüm bu ilkesizlikler ortamında müslüman, tevhid, dürüstlük, açıklık gibi ilkelerle insanlığa bir kurtuluş muştusu verebilecektir…

Müslümanların İslamî bir hayat ve İslamî tebliğ için mutlak surette uymaları gereken bir diğer ilke de şirke, şirk düzeniyle, şirk içeren düşüncelerle asla uzlaşmamak; anlaşmamak, koalisyon yapmamak, onları övmemek, onlara yaranmamak, “bizimdir” diyerek şirke ait temel kurumlara ve değerlere sahip çıkmamak olmalıdır. Müslüman, imanında ve şirke karşı duruşunda tavizsiz olmalıdır. Tevhidin ve şirkin ölçülerini Allah koyduğu için, onu yumuşatmaya, daraltmaya veya genişletmeye insanların hakkı yoktur.

“Aslında sizinle bizim aramızda fazla fark yok, biz kardeşiz” gibi söylemlerle şirkin yandaşlarıyla flört eden insanlar, aradaki farkı gerçekten kaldırmış sayılırlar.

Çağımızın uzlaşmacı zihniyeti, öncekilerden çok daha vahim durumdadır. Tüm peygamberlere müşrikler bizzat gelip, kendileri uzlaşma teklifinde bulunurken; şimdilerde İslamî söylemler kullanan kimi grupların kendileri bizzat uzlaşma teklifinde bulunuyorlar. Halbuki bu işin doğal sürecine göre, müşrikler, İslam tebliğinde bulunan müslümanlara gelmeliler ve uzlaşma teklifinde bulunmalıdırlar, müslümanlar da elbette ki reddetmelidirler. Dereyi bile görmeden paçayı sıvayanlar, hiçbir sıkıntıya düşmedikleri halde ve sanki İslamî bir iktidar haline gelmişler de karşı tarafla masaya oturmaları gerekiyormuş gibi Hudeybiye Anlaşması örneğini veriyorlar. Bu kesinlikle yanlış, batıl amaç için kullanılan bir örnektir.

İslam düşmanı iktidarlarla barışık yaşayan, İslam’ı sözüm ona yumuşak söylemlerle hoş göstermeye çalışanlar, gerçekten, şirk düzeninin efendilerince hoş görülebilirler. Ama Allah her iki grubu da hoş görmeyecektir. Çünkü insanların ancak “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden Allah razı olabilir.

Hz. Peygamberin tebliğ ortamı belki günümüz şartlarından çok daha fazla olumsuz olmasına rağmen, bilhassa Mekke müşriklerinin uzlaşma taleplerine asla rağbet etmemiştir. Güneş’i ve ay’ı avuçlarının içine koymakla ölçülebilecek şekilde dünyanın bütün nimetlerini kendisine bağışlasalar bile, uzlaşma niyeti taşımadığını açıkça ortaya koymuştur. Bizim de ilkemiz bu olmalıdır.

Uzlaşma sadece siyasi iktidarla değil; laik, demokratik, hümanist ideolojilerle, vahdet-i vücut doktriniyle, Kemalist/kavmiyetçi, milliyetçi, muhafazakar düşüncelerle de olabilmektedir. İslâm bunların tamamından başka bir şeydir. “Allah ve Resulü müşriklerden uzaktır” (9/3). Bu anlamda müslümanlar parçacı değil bütüncü olmalı, “ya hep ya hiç”çi olmalıdırlar. İslâm’ın bir rüknüne değil, tamamına talip olmalıdırlar.

Müslümanlar elbette İslâmî tebliğde, inkârcıların tanrılarına, kutsallarına sövmemeye, hakaret etmemeye özen göstermelidirler. Bunu Allah yasaklamıştır. Ayrıca terör yoluyla İslâmi tebliğ yapmak da mümkün değildir. İslâmî tebliğin ilkesi hikmet, güzel öğüt ve en güzel mücadele yöntemi olmak durumundadır. İslamî hareketin İslamî iktidara yürüdüğü aşamada ise müslümanlar fiilî mücadeleye başvurmak zorunda kalabilirler.

İlkeli olmak, acele etmemeyi, günlük telaşlara kapılmamayı, provokasyonlara gelmemeyi, İslamî tebliğin gündemini gayri müslimlerin belirlemesine meydan vermemeyi gerektirir. İslam düşmanı laik demokratik rejimler müslümanlara elbette demokratik esaslar çerçevesinde örgütlenme fırsatını (!) vereceklerdir. Ama böyle bir örgütlenmeyle İslamî faaliyet yapılamayacağını müslümanlar bilmek zorundadırlar.

Seküler dünya görüşü, pozitivist ilerlemeci anlayış, ulus devlet, demokrasi, bir arada yaşamak, sivil toplum projesi gibi kavramların çatısını oluşturduğu modernite ve İslam düşmanı iktidarların tehditkâr tavırları müslümanları yıldırıp, onları bir an önce “kâfirlerin silahı ile silahlanıp” hiç değilse olabildiği kadar İslamî uygulamalar getirmek gibi tutarsız ve gülünç eğilimlere itmemelidir.

Ünlü bir darbı meselde karınca, hacca gittiğini söylediğinde, “sen bu halinle mi hacca gideceksin?” diye itiraz edenlere, “gidemezsem de bu yolda ölürüm ya!” cevabını verir. Bu hikaye sanki, Kur’an’ın “Bir kez azmedince de Allah’a dayanıp güven” (3/159) ilkesinin bir yorumudur. Karıncanın cevabı oldukça önemli bir ilkenin de altını çizmektedir.

İlkesiz hiçbir hareketin başarıya ulaşması mümkün değildir. İlkeli olmak, dost olsun, düşman olsun, akıllı insanlarca eninde sonunda fark edilip takdir edilecek bir erdemdir. İnsanların itimat edecekleri de, şüphesiz bu ilkelerdir. İlkesizlik, günübirlik düşünüp, günübirlik davranmayı gerektirir. Rabbimiz 13/11 ve 8/53 ayetlerinde değişimin metodik ilkesini vermektedir. Hz. Peygamberin bütün bir nübüvvet hayatı Kur’an rehberliğinde ilkeli hareketin en güzide, ikna edici bir örneğidir. Bize düşen, vahyin kılavuzluğundan Peygamberin örnekliğinden şaşmamaktır. Zira Allah’ın sünnetinde bir tebdil ve tağyir bulunmaz.

İnsanların her türlü ikiyüzlü, çıkarcı, soysuz ilişkilerden tiksindiği şu ortamda, ilkeli bir İslamî tebliğ insanların gönlünü fethedecektir!

İKTİBAS

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *