Mütercim Vahdettin İnce, Independent Türkçe’den Naman Bakaç’a konuştu, “Özellikle batı medeniyeti hemen hemen her şeyi yeniden üretti. İsimler yerinde kaldı ama anlamlar, işlevler eskisi gibi kalmadı” dedi.
Independent Türkçe adına Naman Bakaç’ın kaleminden işte o röportaj:
Türkçe, Kürtçe, Arapça ve Farsça’yı çok iyi bilen anlam avcısı bir mütercim Vahdettin İnce. Bu dört dili, kültürünü, edebiyatını ve vatanlarını iyi bilen hem sosyolog, folklor(halk bilimi) ve hikaye toplayıcısı/anlatıcısı (çîrokbêjdi) avamdan biri, hem de Seyyid Kutup, Tabatabai, Gannuşi, Barzani, İbn Arabi gibi düşünürlerin eserlerini çeviren ve onlara hakim bir havastır.
Üstelik toplumsal ve siyasal kronik sorunlarımıza yönelik tespit ve çözüm önerilerini de söylemekten çekinmeyen uzlaşmacı ve sağduyulu bir analist olarak kendisiyle; mütercimlik serüvenini, Batı ile olan ilişkilerimizi, Kürt sorununu, İslamcılığı, Şiilik-Sünniliği ve Anayasa yapım süreçlerindeki temel kavramlarımızı ele alan düşünsel ve dilsel bir yolculuk yaptık.
“Ölen insanların yeri dolar ama ölen dil geri gelmez”
Naman BAKAÇ: Arapça, Türkçe, Kürtçe ve Farsçayı çok iyi bilen, yüze yakın kitab tercüme etmiş, Medresede Arapça, Erzurum’da da Arap-Fars filoloji eğitimi almış bir mütercimsiniz. “Dil hayatın, evrenin ve varlığın kapılarını açan önemli bir anahtardır” tespitiniz bana Heidegger’in “Dil varlığın evidir” sözüyle de çok yakın geldi. “Çevirmen” isimli otobiyografik eseriniz de, mütercim “anlam avcısıdır” “kelimeleri döne döne öğütür” diyorsunuz. Dil ile başlayan yolculuğunuzu konuşmaya başlasak, Ne dersiniz?
Vahdettin İNCE: Her insan, bir anne kucağına, bir aile ortamına, bir muhite doğar. Bu, aynı zamanda bir dile doğmak demektir. Ben de Kürtçeye doğdum. Kürtçe benim anam, ailem ve muhitimdir. Beni emzirdi Kürtçe, kulağıma sevgi mırıldadı. Sarıp sarmaladı. Sıcaktan, soğuktan korudu. Ağladığım zaman “megrî megrî” diyerek gözyaşlarımı sildi. Üzüldüğümde ağzımda hüzünlü bir stran oldu, “berxê min menal” diye bağrına bastı. Sevindiğim zaman dizlerimde ahenkle kıvrılan bir govend (halay) oldu. Kimsesiz, güçsüz, çaresiz olduğum zaman metelok olup başımı okşadı, teselli etti. Hastalandığım zaman alnımda biriken ateşi aldı yelpaze misali meltem kelimeleriyle. Kürtçe benim için sımsıcak bir ana kucağı oldu. Kürtçe benim için “anadil” değil, “Dil Ana”dır.
Gün geldi anamdan uzaklaşmanın zamanı geldi. Mektebe yazıldım. O gün hem annemden hem de Kürtçeden ayrılmama ağladım. Kürtçenin de o gün farkına vardım. O güne kadar bütün dünyamı Kürtçe dolduruyordu. Sadece Kürtçenin ağdığı bir gök, sadece Kürtçenin tohum olduğu bir toprak ve sadece Kürtçenin yankılandığı dağlardan ibaret bir dolu dünyam vardı. Muhsin Kızılkaya’nın yatılı okula yazılırken Türkçe diye bir dille karşılaştığı zaman yaşadığı şaşkınlık gibi bir şeydi yaşadığım o ilk ayrılık gününde: “O güne kadar “Rabbu’l aleminin” (bu ifadeyi çok sever) sadece Kürtçe bildiğini sanıyordum” diyor bir yazısında. Ona benzer bir şey benimkisi de. O günden sonra okul dağlınca eve koştum, hem annemin hem de Kürtçenin kucağına. Sonra anneden ayrılıklar uzadığı gibi Kürtçeden ayrılıklar da uzadıkça uzadı. Ancak şubat ve yaz tatillerinde görebildim annemi ve Kürtçeyi. Ben büyüdükçe mesafeler de büyüdü, mevsimler de, ayrılıklar da. Günlük, aylık, mevsimlik, senelik ayrılıklar, ömürlük ayrılıklara döndü sonra. Annemin yüzündeki kırışıklıkları unuttuğum uzun ayrılıklarda Kürtçenin kıvrımlarını da unutur oldum. Şimdi metropolde yaşıyorum ve Kürtçe ile arama giren mesafe en az annem ile aramızdaki mesafe kadar uzak. Sîpan dağının eteklerinde bir aşk siması gibi yüzüme vuran Kürtçenin yüzünü hatırlamaya çalışarak geçiriyorum günlerimi, o müşfik yüzün kıvrımlarını Kawîs Axa’nın, Mihemed Arif Cizîrî’nin stranlarında seçmeye çalışıyorum el yordamıyla. Hüzün, hep hüzün.
Bir ayrılık ki anadan, yardan, vatandan ayrılık kadar yakıcı.
Kürtçeden ayrı yaşadığım şu günlerde evsiz hissediyorum kendimi. Altına sığınacak bir çatıdan yoksun evsiz gibi. Şimdilerde kulaklarımda “were bê mal” (gel ey evsiz) bir iniltidir. Dil bilmek, çok dil bilmek güzel de, ana dilden, daha doğrusu dil anadan uzaklaşmak, kiracı olmak çekilir gibi değil. Şu anda sizinle bu konuşmayı başkasının evinden yapıyormuşum, kiralık dilden konuşuyorum gibi geliyor bana.
Aslında bu uzun ayrılığa başlarken annemin hazırladığı yol azığının yanına Kürtçenin stranlarını koymuştum heybeme. Ama Çamlıca tepesinin yanında Xecê û Siyabend’i dinlemek destanın ana yurdu, ana rahmi Süphan dağının eteklerinde dinlemenin tadını vermiyor ne yazık ki. Burada Mem û Zîn bir hüzünlü aşk hikayesi değil, dalından koparılmış, az sonra solacak Cizîra Botan çiçeğidir. Mem û Zîn’i dinlerken Birca Belek’in yanında deli deli akan Dicle’nin nağmesi kulağına gelmiyorsa, İstanbul boğazının kuruntulu melodisi seni teselli etmez. Başka aşıkların nefesi ile bizim neyi üfleyemezsin. “Başka aşıklardan almışsan nefes/ başka yerden başka vadilerden es”…diyorum kuşkonmaz koylarından esen rüzgarlara.
İşte Kürtçeyle arama giren bu mesafenin bitmeyeceğini bilmektir beni ve dilimi keskin kılan. Ana ölünce hiç kimsenin onun yerini dolduramaması gibi Kürtçe ölünce de hiçbir dilin onun yerini dolduramayacağını bilmektir beni hırçın kılan. Bir dil hırçınıyım ben. Kürtçe deryasında yüzüp farkındalık bilincinden yoksun olmayı anasız, dilsiz, dil anasız bir farkındalığa yeğler duruma gelmişim şimdilerde. Böylesi farkındalık benim için bir varoluştan ziyade bir kederli tükenişi ifade ediyor çünkü. Kelimelerimin gözyaşı yakıcılığında olması bu yüzden.
Kürtler Zilan’daki, Dêrsim’deki, Halepçe’deki ve başka yerlerdeki katliamlara, mağduriyetlere ağlıyorlar. Ağlasınlar da. Ama ölmekte olan dillerine, analarına daha çok ağlasınlar. Bu gün Kirmanckî (Zazakî) öldü ölecek, Kurmancînin ise beli bükülmüş. Ölen insanların yeri dolar ama ölen dil geri gelmez. Ana öldü mü öksüzsün artık.
Seyyid Kutub harf harf, satır satır, cilt cilt özgürlük dokuyan biri
Naman BAKAÇ: “Çevirmen” isimli otobiyografik eserinizde tercüme serüveninizi anlatırken, Hasan Aktürk (Seçkin Yayıncılık), Salih Uçan (Dünya Yayıncılık) ile başlayan tanışıklığınız Seyyid Kutub’un “Fizilal’il Kur’an” isimli ünlü tefsirini çevirmeye kadar götürdü diyorsunuz. 70’lerin ortasında lisede iken tanıştığınız Seyyid Kutub’u ve tefsirini çevirme serüveninizi ve “Yoldaki İşaretler”in Kürtçe’ye yarım kalmış çeviri hikâyesini sizden dinlesek diyorum.
Vahdettin İNCE: Anneannemin çevirmeni olarak başladım bu işe. Ağrı-Zilan olaylarında diğer aşiretlerle birlikte darmadağın edilmiş Heyderan aşiretine mensubum. Anneannemin kayın pederi (annemin dedesi) sürgüne gönderilmiş, orada ölmüş. Anneannemin kocası (annemin babası) ve kardeşi (annemin amcası) ondan sonra peş peşe ölmüşler. Anneannem dört çocuğunu büyütmek zorunda kalmış. Çocuklarına bakmak için kendince ticaret yapıyordu. Köyde yumurta satın alır, Erciş’te subay lojmanlarında satardı. Türkçeyi öğrenmiş olarak ben de ona tercümanlık yapardım. İlk meslek deneyimimi böyle edindim.
Sonra medrese eğitimi ve İmam-Hatip. Ardından Erzurum Arap-Fars bölümü. Ana kucağım Kürtçenin dışında öğrendiğim Türkçeye iki dil daha ekledim. Arapça ve Farsça. Mezun olup askerliği de bitirdikten sonra İstanbul’da Hasan Aktürk ağabeyle (O zaman Seçkin yayınlarının sahibiydi), ardından İlyas Dönmez’in sahibi olduğu Dünya yayıncılığının “Fizilal’il Kur’an” tefsirinin çevirisinde yer almak ve tabi Salih Uçan hocayla tanışmak faslı başladı.
Salih Uçan’ı önceden bilirdim. Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” kitabının çevirmeniydi. Kitabı Lise yıllarında okumuş ve çarpılmıştım. Bu yüzden hem Seyyid Kutub’un dev eseri “Fizilal”i çevirmek hem de Salih Uçan’la tanışmak heyecan vericiydi. Ben bir Seyyid Kutub hayranıydım. Hala öyleyim. Onun özgürlükçü fikirlerinin ve yiğitçe duruşunun meftunuyum ta lise ve Üniversite yıllarından beri. Bu yüzden Üniversitede iken “Yoldaki İşaretleri” Kürtçeye çevirmek istedim. Özgürlüğü batı düşüncelerinde arayan Kürt gençlerine tevhidi gerçek özgürlüğü anlatmaktı maksadım. Başladım da. Birkaç bölümünü Türkçeden Kürtçeye çevirdim. Ama on iki eylülün üzerinden iki veya üç yıl geçmişti henüz. Yani zor seneler. Ben çok normal bir şey yapıyormuşum gibi bunu etrafıma anlatıyordum. Bir ara öğrenci yurtlarına bir operasyon yapıldı. Arkadaş çevremden birkaç öğrenci gözaltına alınmıştı. Onlardan biri serbest bırakıldıktan sonra yanıma geldi ve “biliyor musun, bana senin Yoldaki İşaretler çevirisini bitirip bitirmediğini sordular” dedi. Aşireti Zilan’da perişan edilmiş, yıllarca derbeder edilmiş bir muhitte büyümüş, on iki eylül gecesi gözaltına alınıp bir ay sonra serbest kalmış biri olarak bunun ne anlama geldiğini anlamıştım ve derhal yurtta kaldığım odaya koşup tercüme ettiğim kısımları imha etmiştim. Yeniden, bu sefer Arapçasından çevirmek istediysem de nasip olmadı bugüne kadar. Ama Fizilal tefsirini, o muhteşem, o çığır açıcı eseri çevirmek, hem de Salih Uçan (Allah rahmet etsin) gibi bir alimin, bir çeviri ustasının gözetiminde, bu dünyada ulaşılacak en büyük nimetlerden biridir benim için.
Seyyid Kutub, çağın hastalığını, sapkınlığını iyi teşhis etmişti. Tevhitten uzaklaştığı için beynini puthaneye çeviren, şeriatı yitirdiği için hayatını adaletsizlik çirkefine dönüştüren, adaleti bilmediği için insanlığı mezbahaneye sürükleyen bu çağı deşifre ediyordu. Özgürlük Allah’a kul olmaktır diyordu. Allah’a kul olduğu zaman insanın bütün bu düzmece tanrıların, despotların, tiranların, putların, kahinlerin, mabet bekçilerinin, din bezirganlarının, bilim hokkabazlarının kulluğundan kurtulacağını söylüyordu. Harf harf, satır satır, paragraf paragraf…cilt cilt özgürlük dokuyordu. Kur’an’ın gölgesinde özgür oldum elhamdülillah.
Batı medeniyetinin gücü, cehenneme çevirdi dünyamızı
Naman BAKAÇ: “Fizilal’il Kur’an” eserinin çevirisiyle Seyyid Kutub’un söyleminin “80 öncesi sol ve milliyetçilik karşısında, bir tür özgürlük reçetesi olarak bizlere müslüman kimliğini sunduğunu, içerdeki dikta rejimleri ile dışardaki Batı emperyalizmine karşı net tavrının sizde özgüven duygusunu oluşturduğunu” ve O’nda insanın evrensel özgürlüğünü kılmaya dönük bir çaba gördüğünü belirtiyorsunuz.” Peki, neden şu anda istenmeyen adam, ideolog, şiddetin teorisyeni, kaçınılması gereken Siyasal İslamcı, olarak lanse ediliyor Seyyid Kutub? Yanlış mı anlaşıldı kendisi?
Vahdettin İNCE: Her medeniyet eşyayı, varlığı, insanı kendine göre yeniden yorumlar, diğer bir ifadeyle yeniden üretir. Özellikle batı medeniyeti hemen hemen her şeyi yeniden üretti. Önce kendi içinde bunu gerçekleştirdi, sonra kendisinin dışındaki dünyaya yöneldi ve onları yeniden anlamlandırdı, yeniden üretti. İsimler yerinde kaldı ama anlamlar, işlevler asla eskisi gibi kalmadı. Bazen isimleri dahi değiştirdi. Edward Said Victoria şelalesini örnek verir ve onun batılılar gelmeden önce de bir adı vardı. Ama bir şey batılılar isimlendirince, anlamlandırınca var olabilirdi ancak… Batı düzmece bir tanrıdır bu yüzden. Eşyaya ad koyma yetkisini görür kendinde. Yapıp ettiklerini gerekçelendirmek için de saydığım tüm alanlarda geriye doğru inşa sürecini gerçekleştirir. Çok uzatmak istemiyorum. Batı medeniyetinin Seyyid Kutub’u kendine göre inşa etmesinin, kriminalize etmesinin sebebi, onun batılı beyaz adamın iç yüzünü kavramış olması ve teşhir etmesiydi. Batı Seyyid Kutub’u Müslümanlardan daha iyi anladı aslında. Çünkü İslam dünyasının uyanışına sebep olacak iksiri adeta Musa’nın asası gibi elinde taşıyordu. Batının bütün illüzyonlarını bir anda yutacak bir etkisi vardı. Tabi Seyyid Kutub’u şiddetin teorisyeni olarak isimlendirmek için de meşhur geriye doğru inşa hareketini devreye soktu. Ve batının sömürüsüne tepkili ama beyinsiz grupları şiddete yöneltti, onlar için yeni bir Seyyid Kutub üretti ve dillerine de Seyyid Kutub’un önünü arkasını kesip bağlamından kopardıkları sözlerini tutuşturmak kolaydı ve bu maalesef Müslümanlar arasında da kabul gördü. Bugün Batıda Hz. Peygambere (salat ve selam üzerine olsun) yönelik tahkir hareketleri de böyle bir amaca yöneliktir ve içimizdeki beyinsizleri de etkilediği görülmektedir. Tevhidi özgürlüğü şiar edinmiş alimlere yönelik itibarsızlaştırma hareketinden sonra sıranın Hz. Peygambere (salat ve selam üzerine olsun) geleceği belliydi.
Seyyid Kutub, kavmini Firavun’un kulluğundan kurtarıp Allah’a kul olma özgürlüğüne kavuşturmak için Kur’an’da uzun uzadıya anlatılan destansı mücadeleyi veren Hz. Musa’nın (selam üzerine olsun) yolunu izliyordu. Ona göre özgürlük için önce aklın çağdaş ideoloji putlarından arınması gerekiyordu, tıpkı Musa’nın Firavun’un entelektüelleri konumunda olup insanların beyinlerini putlarla dolu örümcek ağı düzeyinde kof hale getiren sihirbazları alt etmekle işe başlaması gibi. Akıl şirkin cenderesinden kurtulmadığı sürece insanın özgürleşmesi, değer üreten bir birey olması mümkün olamazdı çünkü. Akıl putçuluğun kıskacına girince insanın diğer temel özellikleri olan kuvvet (kuve-i akliye) ve şehvet (kuve-i şeheviye) de ifsadın, yıkımın, günahın, çirkefin aleti haline gelir. Nitekim kolektif aklı şirkin hakimiyeti altına girmiş günümüz dünyasında güç bir yerde temerküz ettiği, hakimiyet elde ettiği zaman etrafına dehşet saçan bir alete dönüşüyor. Nesli ve çevreyi ifsat ediyor. Oysa tevhidi aklın yönettiği güç, insana yönelen zararı savma aracından başka bir işlev görmez. Yine batının şirk medeniyetinin egemenliği altındaki kolektif aklın yönettiği dünyada şehvet tam bir çirkef aracı haline gelmiştir. Rezaletlerin meşru sayıldığı bir dünyadır yaşadığımız dünya artık. Tevhidi aklın yönettiği bir dünyada şehvet insanın helal ve haram çerçevesinde kendisine faydalı olan şeyleri cezbetmesinin aracıydı. Batı medeniyetinde güç cehenneme çevirdi dünyamızı. Şirk karakterli batı medeniyetinin egemenliğinde şehvet günah çukuruna dönüştürdü toplumlarımızı. Bu da tiranların zevkleri için geri kalan tüm insanların köleleşmesi, onlara kul olması demektir. Uzun uzun tahlillere gerek yok. Bütün insanlık şu veya bu şekilde şu veya bu sıfatla batı medeniyetinin ürünü düzmece tanrılara kulluk ettirilen kölelerden oluşuyor bugün. Seyyid Kutub, Musa celadetiyle zavallı insanlığı kurtarmak için tevhit meşalesini yeniden yakmak istedi. Ey Allah’ın kulları özgür olun dedi ve demekle kalmadı Fizilal, Yoldaki İşaretler… gibi eserlerinde bunun yolunu da gösterdi. Gerçek muhatapları yeterince ve gereği gibi anlamadı tabi. Ama batı onu anladı. Ondan kurtulmak için de ahmak dostları (!) aracılığıyla kriminalize etti.
Benim gördüğüm, okuduğum, anladığım Seyyid Kutub kısaca budur ve batı ile birlikte yerel bayileri, şubeleri ondan bu denli korkmakta haklıdırlar. Çünkü köleler zincirlerini şangırdatmaya başlamışlardı. Bir düzmece tanrının yüreğinin ağzına gelmesi için böyle bir ihtimalin belirmesi bile yeterlidir.
Mevlana, Farsçasıyla Konya’da İran’dır, Şehriyar da Türkçesiyle Tebriz’de Türkiye’dir
Naman BAKAÇ: Ünlü Şia ulemasından Allame Tabatabai’nin “Mizan” adlı tefsirini çevirdiniz. İran kültürüne yabancı bir isim de değilsiniz, Zira Arap-Fars Filolojisi okudunuz. Vanlısınız. Van, İran sınırında bir şehrimiz ve kültürel akrabalıktan dolayı, ilişkiler çok geçişken ve etkileşim içinde. Ayrıca çocukluğum Firdevsi’nin “Şahname”deki masalları dinlemekle geçti de diyorsunuz. İran kültürünü ve Farsçayı bize anlatın desek, neler söylersiniz?
Vahdettin İNCE: Mütercimliğimin bana en büyük katkılarından biri hiç kuşkusuz çeşitli algılarla, tarihsel siyasi husumetlerle ötekileştirilen ve yaklaşılması adeta yasaklanan kültürlerden haberdar olmamdır. Aslında Sünni biri olarak ben de aynı algının etkisindeydim. Ancak yine Şafii mezhebinden biri olarak ehlibeyte (selam üzerlerine olsun) derin bir muhabbetim vardı. O yüzden selamet kenarda durmakta olsa da bu deryaya daldım. İyi ki de dalmışım. Bu deryada çok menfaatler gördüm. Şia, İslam aleminin iki ana mektebinden birini oluşturmaktadır. Ehlisünnetten sonra ikinci büyük mezheptir. Önce bir akım, sonra bir mezhep ve ekol olarak kurumsallaştığı günden bugüne muazzam bir ilmi, felsefi, kültürel müktesebat biriktirmiştir. El-Mizan (Kevser yayınları) tefsiri bu muazzam müktesebatın muhteşem bir örneğidir.
İran’a, İran kültürüne ve İran’a aşinalığıma gelince: Söylediğiniz gibi Vanlı olarak İran’a yakın bir muhitte dünyaya geldim. Aslında Ankara’nın, İzmir’in, Adana’nın ve hatta İstanbul’un adından çok Tahran’ın (Têran), Tebriz’in (Tewrêz), Urmiye’nin (Hormê)nin adını bilirdik. Sınırın karşı tarafında akrabalarımız vardı. Hala gidip gelmeler oluyor. İran bize göre dünyanın bir ucu değildi. İstanbul’a gidene kadar iki defa Tahran’a gide bilirsin. İran’da akan nehrin sesini, esen rüzgarın kokusunu duyabilirdik. Birbirimizin ezanıyla iftar açacak kadar. Kürtler, tarih boyunca İran ile Roma arasında kalmışlardır. Bugün hala doğudan esen rüzgara bayê ecem, batıdan esen rüzgara bayê romê diyoruz. Malatya’dan ötesi hala “Rom” diye adlandırılır. Dolayısıyla iç içelik vardı İran’la. Sadece Kürtler değil, bu ülkenin Türkleri için de geçerlidir aynı durum. Buraya gelen Türkler Moğolistan çöllerinden, Aşkabat’tan, Bişkek’ten, Buhara’dan, Semerkant’tan, uçaklara binip Konya’ya, Ankara’ya, Çorum’a, Bursa’ya konmadılar. Yüzlerce yıl İran’da kaldılar. İran’da din, mezhep ve kültür olarak dönüştüler. Bazılarının dediği gibi İran’a “Alparslan olarak girdiler Keykubat olarak çıktılar”…Türkçe dediğimiz dilin iskeletini Farsça oluşturur. Farsçayı çıkarırsanız, en basitinden günleriniz isimsiz kalır. Farsça kelimelerin olmadığı bir Türkçe asla meramını anlatamaz. Yani kültürel etkileşim, iki komşu ülkenin halklarının sınırların gerisindeki sınırlı etkileşimi gibi değildir. Bir aynilik, bir kendilik durum var. Türkiye’de bulunan milletlerin birebir aynısı İran’da var. Kürtler hem burada hem orada, Türkler hem burada, hem orada, Azeriler hem burada hem orada, Sünniler hem burada, hem orada, Aleviler (Şiiler) hem burada, hem orada yaşıyorlar. İran Türkiye’nin doğuya doğru uzantısı, Türkiye İran’ın batıya doğru devamıdır, hem fiziki hem de kültürel olarak. Mevlana, Farsçasıyla Konya’da İran’dır, Şehriyar da Türkçesiyle Tebriz’de Türkiye’dir.
Çocukluğumda Rostemê Zal masallarını dinlerdim. Bütün kış boyunca sürerdi. Bir ara İran’ın en doğusundaki Meşhed’e gitmiştim. Orada Tus denen yerde Şahname yazarı Firdevsi’nin mezarı var. Orayı ziyaret ettik. Mezarın müze kısmının duvarlarına Şahnameden sahneler resmedilmiş ve bir rehber bize bunları Şahnamede yazıldığı gibi tiyatral bir edayla anlatıyordu. Kendimi bizim evde Rostemê Zal masalını anlatan rahmetli Mihemedê Mele Ûnis’i dinliyor gibi hissetmiştim. Meşhed’le bizim köy aynı masalı dinleyip gelmiş bin yıllardır. O yüzden etkileşimden öte bir şeydir bu. Şahsen ben kendimi gördüm orada. Onlar da buralarda kendilerini görüyorlardır mutlaka.
Mizan tefsiri için de aynı şeyi söyleyebilirim. Algılardan sıyrılınca insan fark edebiliyor bazı şeyleri. Aynı kaygılarla, aynı amaçla, aynı ruhla yazıldığını, bu bakımdan muteber herhangi bir ehlisünnet müfessirinden farklı olmadığını görebiliyorsun. Mesela ben Fizilal ile el-Mizan’ın birbirlerinin bire bir aynısı olduğunu düşünüyorum. El-Mizan Fizilal’in İran’daki uzantısı, Fizilal el-Mizan’ın Mısır’daki devamı gibidir. Sözler farklı olsa da duruş, dokunuş, yöneliş ve haykırış aynıdır çünkü. Tevhidi anlatmak ve tevhidle özgürleşmek. Tevhitle özgürleşmenin bir yolu da düzmece düzenlerin oluşturduğu algıları elinin tersiyle itmektir zaten. Ben onu yaptığıma inanıyorum.
Kur’an’da yeryüzü sarsılmasın diye dağların yaratıldığından söz edilir. Yine Kur’an’da rüzgarların aşılayıcılığından bahsedilir. Ne zaman bu ayetlere baksam, bir tefsir olarak değil ama bir çıkarsama, bir istinbat, belki bir tevil olarak şöyle düşünürüm. Yeryüzünde dağ gibi sarsılmadan insanlığı dengede tutan kültürler var. İran kültürü bunlardan biridir. Bir de rüzgar gibi esip sabit kültürleri aşılayan milletler vardır. Türkler Orta Asya’dan buralara, Balkanlara, Avrupa’nın içlerine kadar bir rüzgar gibi estiler ve bölgenin sabit kültürlerini aşılayarak yeni ürünler, yeni değerler ortaya çıkardılar diye düşünürüm. Kürtler hareketli olmakla beraber göçebe ile yerleşik arasında bir hayat sürdürürlerdi. Kışın köyde yerleşik, yazın yaylada göçebe. Bu açıdan İranlılarla Türkler arasında bir yerde duruyorlar. Şöyle diyelim İran’dan sebat, Türklerden cehd öğrendiler. Bir mücahid olarak Kürt Selahaddin’in Türkmen Nureddin Zengi’nin rahle-i tedrisinden geçtiğini unutmayın. Demem o ki kültürlerin etkileşimi her zaman tarafları zenginleştirir. Bugün kapalıya yakın, tabu gibi korunan sınırların ise bizi gün geçtikçe fakirleştirdiğini görüyoruz. Eskiden sınırlardan yeni hayatlar gelirdi, şimdi tel örgülere ölüm takılıyor.
“Mizan Tefsiri” dört başı mamur, efradını cami ağyarını mani bir ansiklopedi
Naman BAKAÇ: Mutahhari’nin “Ansiklopedik bir tefsir” diye nitelendirdiği ünlü Şia ulemasından Allame Tabatabai’nin 16 ciltlik “Mizan” adlı tefsirini çevirdiniz ve “Çevirmen” isimli kitabınızda bunun serüvenini anlatmışsınız. Tabatabai’nin Şii-Sünni yakınlaşmasına dair çabalarını, tefsir anlayışını, tefsirindeki felsefi zekâsını, felsefi teorileri altüst eden perspektifini ve bugünkü Şia ulemasının bunun ilerisinde mi yoksa gerisinde mi durduğuna dair bize ne söyleyebilirsiniz?
Vahdettin İNCE: Mizan tefsiri toplam 20 cilttir. 16 cildini ben, 4 cildini de merhum Salih Uçan çevirdi. Peyderpey basılıyor. Mutahhari’nin “ansiklopedik” nitelemesi boşuna değil. Müellif tefsirinde mükemmelin peşindedir. Bu yüzden ele aldığı ayeti her açıdan inceliyor. Önce klasik tefsir yöntemiyle gramer tahlilini yapıyor, anlaşılması zor ifadelerini açıklıyor. Bugüne kadar şii, sünni müfessirlerin konuya ilişkin görüşlerini aktarıyor. Bunlar arasında olumlu gördüklerinin altını çiziyor ve sebeplerini sıralıyor. Konuyla ilgili sünni ve şii kaynaklarda yer alan hadisleri aktarıyor. Ardından ayetten ve ayete dair anlatılanlardan hareketle sosyolojik, felsefi, kelami, fıkhi… başlıklar açıyor ve müthiş bir yetkinlikle gerçekten insanı hayran bırakan bir ilmi performans sergiliyor. Özellikle felsefe alanında bugüne kadar genel geçer görüşleri aktarmakla yetinmeyip özgün teoriler ortaya koyması hayranlık uyandırıcı. Bütün bunları ve daha fazlasını bir araya getirdiğinizde ilme doyuran dört başı mamur, efradını cami ağyarını mani bir ansiklopedi ile karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz.
Şia kendi içinde dinamik bir dünyadır. Alabildiğine üretkendir. En önemli avantajları içtihat kapısının açık olması. Yaşayan bir müçtehidin peşinden gitmenin mezhebi bir zorunluluktur. Bu da hem müçtehitleri hem de izleyicilerini yeni gelişmeler karşısında arayışlara sevk ediyor. Yani sürekli coşkun akan bir nehir. Tabi dışarıdan bakınca İran’ı ulemanın, velayet-i fakihin yönettiği bir devlet görüyoruz. Devlet kavramıyla özdeşleşmiş bir ilim hayatı şeklindeki algı yanıltıcıdır. Mesela âlimin ürettiği fikirlere bakacak yerde enflasyonu düşürüp düşürmediğine, doların kaç tümen olduğuna bakarak ilmini değerlendiriyor. Bu son derece yanıltıcıdır. Ben bir mütercim olarak kelimenin altında gizli olan anlama odaklanırım her zaman. Çünkü aktaracağım şey kelimenin kendisi değil, işaret ettiği anlamdır. İran devleti de benim için altında nice manalar gizleyen bir kelimedir sadece. O yüzden vitrindeki devlet işleyişini görmem bile. Hemen toplumun kıvrımlarındaki ilmin nabız atışlarını, topluma can veren kılcal damarlardaki kanı görmeye çalışırım. Devlet düzleminde bir hata, bir yanlışlık olabilir. Bana en fazla bir kelimedeki tashih hatası kadar görünür. Toplumu gibi ilmi hayatı da çok dinamiktir ve zor da olsa Allame de aşılacaktır elbette.
Batı ile mevcut ilişkimiz için, selforyantalizm ve Avrupamerkezcilik tanımları hafif bile kalır
Naman BAKAÇ: İslam-Batı ilişkisine dair soruyla devam etmek istiyorum. “Batı ile ilişkilerimiz sorunludur. Patolojiktir, bu patoloji her iki taraf için de geçerlidir” deyip, “Bizim, Batıyı mutlak bir değer olarak görmemiz, Batının da kendisini mutlak bir Tanrı ve değerlerinin de Tanrısal değerler olarak dayatması sorunu devam ettiği sürece, medeniyetlerin etkileşiminden söz edemeyiz” diyorsunuz. Birinci tutumu self oryantalizm, ikinci tutumu da Avrupamerkezci bakış olarak nitelendirecek olursak, kim hangi adımı atarsa bu patolojik durum aşılır acaba?
Vahdettin İNCE: İran kültüründen söz ederken karşılıklı etkileşimimizden ve etkileşimin mahiyetinden bahsettim. Medeniyetlerin etkileşimi son derece normaldir, hatta zorunludur. Olacak bu. Kaçınamazsın. Dünya kurulduğundan beri bu böyledir. Ancak kitabımda değindiğim gibi batı ile son iki üç yüz yıldır kurduğumuz ilişki, sorunludur, hastalıklıdır.
Önce batı karşısında peş peşe askeri yenilgiler aldık. Sonra artık sıradanlaşan bu yenilgilerin sebeplerini aramaya koyulduk. Vardığımız sonuç batı gibi olursak onların seviyesine ulaşırız, hatta onları geçeriz. İşte bu askeri yenilginin ruhsal hezimete dönüşmesidir. En tehlikeli, en ölümcül yenilgiler ruhsal hezimete dönüşmüş yenilgilerdir. Çünkü düşmanın rehber, önder, yol gösterici edinilmesi gibi akıl almaz bir durum ortaya çıkmıştır ve bunun aşılması uzun süren bir tedaviye muhtaçtır. İsrailoğulları gibi. Firavun’a yenilmiş ve köleleştirilmişlerdi ve zaman içinde bu yenilgiyi ruhsal hezimete dönüştürmüşlerdi. Artık Firavun rejimi onlar için aşılmaz bir tanrısal boyuttu. Onların bu ruhsal eziklikleri karşısında Firavun “ben sizin tanrınız değil miyim?” demişti. Batının bizlere bakışı da böyledir. Batı kendisini bizim yüce tanrımız gibi görür. Ona bunu dedirten bizim onun karşısındaki ezikliğimiz, ruhsal hezimetimizdir. Batıdan edindiğimiz bir alışkanlığı, satın aldığımız bir ürünü bir başka medeniyetin ürettiği bir değer, bir ürün gibi almıyoruz. Tanrımızın sunduğu bir lütuf gibi alıyoruz. Paris’ten aldım bu çantayı dediğimiz zaman, secdede akan müminin gözyaşı gibi ağzımızın suyu akar. Sorun Paris’ten çanta, Berlin’den otomobil almak değil, sorun bunları yüce tanrımızın (batının) bize sunduğu bir nimet olarak görmemizdir. Bu patolojiden kurtulduğumuz zaman batı da bu firavunculuk oyunundan vaz geçecektir ve komşu medeniyetler, kültürler olarak sağlıklı bir etkileşim içinde olacağız kuşkusuz. Kısacası batı ile mevcut ilişkimiz karşısında sizin “selforyantalizm” ve “Avrupa merkezcilik” tanımlarınız bile hafif kalır.
Bundan kurtulmak için herhalde İsrailoğullarının Firavun rejimi karşısında yaşadıkları ruhsal hezimetten kurtulmak için kırk sene çölde başı boş dolaşmaları gerektiği gibi bizim de böyle bir süreçten geçmemiz gerekecektir. Belki de son yüzyıldır yaşadığımız bu fetret dönemi böyle bir süreçtir kim bilir.
Kürt sorunu ağır hastalıklarımızın en belirgin semptomlarından biri
Naman BAKAÇ: “Türkiye Cumhuriyeti kurulurken; Batılı, Laik ve ulus devlet formunda bir devlet olarak tarihteki yerini aldı. Tekçi zihniyet hâkim olduğu için, farklı etnik ve dini gruplar bu yeni devlette varlıklarını sürdüremediler. Kürtler bu durumdan memnun olmadıkları için isyan ettiler ve devlet bu isyanlara müdahale etti, yani Kürtler ve devlet bir türlü anlaşamıyordu” tespitinde bulunmuşsunuz “Kürdinsan” isimli kitabınızda. Kürtler ile devlet şimdilerde anlaşıyor mu peki? Anlaşamıyorsa şayet, nasıl bir anlaşma sizce bu kavgayı sona erdirebilir?
Vahdettin İNCE: Türkiye Cumhuriyetine hakim olan anlayış bazı gelgitler olsa da bir önceki cevapta işaret ettiğim patolojik ruh halinin eseridir. Bu ruh halinin etkisiyledir ki her şeyi, her kurumu, hatta kılık kıyafeti bile batılıların beğeneceği hale getirmek için uğraşıldı, bu uğurda kan döküldü. Yerleşik ve köklü bir kültürün sahipleri olarak Kürtler doğal olarak bundan memnun olmadılar. Kürtlerin kendi ölçeklerinde temsil ettikleri dağ kültür yerinde duruyordu ama rüzgar bu sefer aşılayıcılıktan ziyade fırtına gibi yıkıcı esiyordu. Nesli ve çevreyi tahrip ediyordu. Uzun süre direndi dağ ve dağlı kültür ama son elli yıldır onları da yerlerinden kopardı bu rüzgar. O yüzden süreç daha ölümcüldür. Rüzgarın dinmesini ve olması gereken yerden esmesini beklemeliyiz ve o zamana kadar dağ kültürün de yerinde kalmasına çaba göstermeliyiz. Ama işte gördüğünüz gibi yıkım hala devam ediyor. Bu uğurda binlerce kurban verildi. İnsan kıyımının yanında bir kültür ve tarih kıyımı da yaşandı. Bu yüzden bir kez daha vurgulamak gerekirse bu, doğal olarak Avrupa ile komşuluktan kaynaklanan bir doğal etkileşim değildir. Bu, batının mutlak ve tanrısal üstünlüğünü içselleştirmiş bir ruh halinin tezahürüdür. İslami değerler, kurumlar, gelenekler hoyratça ortadan kaldırıldı, tahrip edildi. Müslüman ve sağlam bir kültüre sahip Kürtler de bundan en çok etkilenen kesim oldular doğal olarak ve rahatsızlıkları bundan mütevellittir.
Ancak son yarım yüzyılda Kürtlerin köleleştirici, kullaştırıcı batı hegemonyasına isyan etmeleri sonucu batıyı özümsemiş seküler yönetimlerce ezilmesinden, mağdur edilmesinden istifade ederek onlar adına şiddet üreten kesimler de bu ezikliği, ruhsal hezimeti Kürtlere kabul ettirme hususunda büyük mesafe kat ettiler. Kürtlerin baştaki isyanları yüce tanrılık taslayan düzmece düzene isyan iken şimdi ise bu yüce tanrının (!) dediklerini bu sefer Kürtçe olarak benimsemenin yarışına girmişler. Kürt çocukları irili ufaklı düzmece tanrılara kurban olarak sunuluyorlar. Bu bir trajedidir. Tevhidi özgürlük uğruna meydana çıkanların çocukları atalarını hunharca katleden düzmece tanrıların gözlerine girmek için atalarının sahip olduğu tüm değerleri ayaklar altına alacak duruma gelmişlerdir. Hazin bir öyküdür bu. Öykünün sonunda düzmece tanrının henüz kana doymadığı görülüyor. Bundan daha hazini de elbette oynanan bu oyunda Kürtlerin ve Türklerin birbirlerine düşman olmaları gibi bir ölümcül sonucun muhtemel olabilmesidir. Firavun da İsrailoğullarını ve kendi kavmini birbirine düşman gruplara ayırmıştı. Onlar birbirlerinin kanını dökerken o, iktidarını sorunsuz sürdürmüştü. Batı karşısında durumumuz budur ne yazık ki. Patolojiden de öte bir maraz.
Dolayısıyla Kürt sorunu ağır seyreden bu hastalığın en belirgin semptomlarından biridir. Hastalık tedavi edilmeden bu belirtilerle uğraşmak çözüm değildir. O yüzden Cumhuriyetin kuruluşundan önce başlayan batı hayranlığı ve batıya göre toplumu dizayn etme iradesi, ardından Cumhuriyetle birlikte bu hayranlık ve iradenin ete kemiğe bürünmesi, batı karşısında yaşanan ağır ruhsal hezimetin etkisiyle bir ölçüde normal karşılanabilir. Ama bugün artık öyle bir ruhsal hezimetin bizi düşürdüğü halleri bütün çıplaklığıyla görebiliyoruz. Hala bu anlayışın sürdürülmesi, gereken istikrarın bir türlü sağlanamamasından da anlaşılacağı gibi uzatmaları oynamaktan başka bir şey değildir. Kendi tarihimizden, kendi coğrafyamızın karakterinden, kültürümüzden bugün dair bir çözüm üretmemiz, daha doğrusu bir sistem geliştirmemiz gerekir. Batıdan Basktı, İrlandaydı, hatta Filipindi gibi bir takım modeller arandığı günlerde demiştim, burada da tekrar etmekte bir beis görmüyorum. Bizim tarihimizde bugünümüzü şekillendirecek, çözüm sunacak yeterince model vardır. Malazgirt modeli var, Çaldıran modeli var, Kurtuluş savaşı modeli var. Herkesin kendisi kalarak birlikte yaşadığı bize ait, yerli ve milli modellerdir. Yapılacak şey bunlardan birinin günümüzün formatına uygun hale getirilmesidir. Mesela Yavuz ve İdris-i Bitlisi arasında gerçekleştirilen anlaşma başka bir şeyi aramamıza ihtiyaç bırakmayacak kadar yol göstericidir. Detaylara girmiyorum. Sadece şunu diyorum. Çaresiz değiliz ve çare dışarıda değil bizdedir. Bunu görmek gerekir.
İslamcılığı Firavun’un eğitim sisteminde özünü koruyup, halkının durumunu fark eden Musa’ya benzetirim
Naman BAKAÇ: Yüze yakın kitap çevirmiş entelektüel tarafınız kadar, halk dindarlığı diyebileceğimiz folklorik hatta Kürt folkloriği bir damarınız da var. Dengbêj/çîrokbêj kültürünüz, medresede tedrisatıyla gelen Mela, Feqî, Medrese, Seyda, Şeyh kavramlarıyla hemhallığınız, Kürtçe deyim/söz/tabirler ile Kürt edebiyatına olan ilginiz, Kürt geleneklerine olan vukufiyetiniz gibi ilmi birikiminizi görünce, doğrusu entelektüel damarınız ile halk dindarlığını meczeden kişiliğiniz ortaya çıkmıyor değil. İslamcılığın şu halk dindarlığıyla ilişkisi nerede başlıyor, nerede bitiyor diye sorsam size? Türkiye ölçeğinde İslamcılık bunu ıskalamış mı yoksa hemhal mıdır bu halk dindarlığıyla?
Vahdettin İNCE: Musa’nın (selam üzerine olsun) hikâyesini biliyoruz. Firavun’un İsrailoğullarının doğacak erkek çocuklarını öldürmeye karar verdiği ve bu kararını uygulamaya koyduğu günlerde dünyaya gelir. Annesi onu bir sepete koyar ve Nil nehrine bırakır. Bildiğiniz üzere Firavun’un adamları onu bulup saraya götürürler ve çocuğu evlat edinmeye karar verir Firavun. Ama Musa hiçbir kadının sütünü emmez. Sonunda annesi bulunur ve çocuğunu emzirip büyütmesi sağlanır.
Yüce Allah Musa kıssasından duygusal bir bölüm aktarıyor değildir bize. Bu sembolik bir anlatımdır, Kur’an’daki bütün kıssalarda olduğu gibi. Anne sütünden, ana dilden, dil anadan, öz kültürden beslenmenin önemini vurgulamak içindir. Nitekim Firavun’un insanları öğütücü, dönüştürücü, başkalaştırıcı, yabancılaştırıcı eğitim sisteminin tüm aşamalarından geçtiği halde Musa bu öz kültürden beslenmesi sayesinde Firavun’un kendi soydaşlarına uyguladığı zulmün farkına varıyor. Öz kültürden beslenmeseydi, Firavun rejiminin bir hayranı olup çıkardı, kendine, halkına, kültürüne, tevhidi dinine yabancılaşmış biri olarak. Nitekim heykelcilikteki ustalığı da gösteriyor ki İsrailoğullarından Samiri de Firavun rejiminin eğitim tornasından geçmiş biridir. Ama öz kültürüyle yeterince beslenmediği için bir Firavun rejimi hayranıdır. Zorunlu olarak kavmi ile kaçtığı halde Firavun sofrasının kırıntılarının, hıyarının, soğanının, sarımsağının…özlemiyle yanıp tutuşmaktadır. Onları özgürlüğe tercih etmektedir.
Kürt folkloru, Kürt kültürü, dillerini öğrendiğim milletlerin, Türklerin, Arapların, Farsların kültürü, en önemlisi İslam’ın tevhidi kültürü benim için Musa’nın emdiği ana sütü mesabesindedir. Ana sütünün bağışıklık sistemini güçlendirici bir etkisi vardır. Cahili, seküler, şirk virüslerine karşı koruyucu bir etkisi vardır tevhitle yoğurulmuş kültür ve medeniyetimizin.
İslamcılık bu medeniyet ve kültürün savunma refleksi olarak ortaya çıktı. Muazzam bir müktesebatı oluştu bu hareketin. Hint yarımadasından, Bosna’ya kadar Müslümanların sorunlarına dair muhteşem eserler ortaya koydular. İkbal, Afgani, Nedvi, Seyyid Kutub, Hasan el-Benna, Said Nursi, Mehmed Akif, Mutahhari, Ali Şeriati, Aliya İzzet Begoviç ve daha niceleri Müslümanlığın bu çağa bakan yüzleri oldular. İslam’ın, İslam medeniyetinin savunulmasının hayırlı öncüleri oldular.
Ben İslamcılığı Firavun’un eğitim sisteminin çarkları arasında özünü koruyarak halkının içinde bulunduğu durumun farkına varan Musa’ya benzetirim. Bildiğiniz gibi Musa’nın bu farkındalığa ulaştıktan sonra yaptığı ilk eylem şiddet esaslıdır. Kavminden biri ile bir Kıpti’nin kavga ettiklerini görür görmez farkındalığın neden olduğu bir öfkeyle Kıpti’yi öldürüyor. Sonrası malum, Allah tarafından bir dizi eğitimden geçiyor. Annesinden aldığı öz kültürün diri tevhidi bilinç ile ihya olması sağlanıyor. Ve ondan sonra hikmet esaslı, barışçı bir mücadele ile kavmini özgürleştiriyor.
İslamcılar görüldüğü kadarıyla farkındalığın neden olduğu öfke aşamasından geçemediler. İçlerinden önemli bir kısmı Musa peygamberin ilk aşamada yaptığı gibi şiddetin bir yol olduğunu sandılar ve bunu İslam âleminin her tarafına yaydılar. Sonunda içlerinden bir kısmı bu şiddetin bezdiriciliği karşısından tümden çizgiden koptular ve Samiri gibi batı sofrasının kırıntıları mahiyetindeki ideolojik döküntülerine tav oldular. Seküler ezikliğin, ruhsal hezimetin etkisiyle onların ki gibi tanrılarımız olsun diye ideolojik tanrılar edindiler. Bu gün özgürlük savaşçısı İslamcıların Samirileşme süreçleriyle karşı karşıyayız.
Hem “Kürdinsan” kitabında hem de diğer kitaplarımda Türklerin kapısını çalmayı amaçladım
Naman Bakaç “Bir Kürt Sosyolojisi Denemesi” alt başlığı olan “Kürdinsan” isimli kitabınızda Kürtlerin Tarihini, Dilini, Dinini, Edebiyatını, Coğrafyasını, Sosyo-Psikolojisini ele alan hem didaktik hem de ampirik(yaşanmışlıklar) bilgiler sunuyorsunuz okura. Bu eserinizle neyi amaçladınız ve bu amaca ulaştığınızı düşünüyor musunuz?
Vahdettin İnce: Ben hem Kürdinsan kitabında hem de diğer kitaplarımda Türklerin kapısını çalmayı, onları uyandırmayı amaçladım. Bu topraklara geldiğiniz günden beri İslami değerler etrafında ortaklaşmanızdan dolayı tarihe attığınız her adımda sizin yanı başınızda duran ve sizden asla ayrılmayan en yakın kardeşlerinize bugün sizin adınıza hareket ettiğini iddia eden çeteler dışkı yediriyor. Sizin mayanız bunu engelleyecek temizliktedir. Sizin adınızı kullanarak zulmeden odakların yaptıkları zulümleri gerekçelendirmek için bir terör şebekesini bahane ederek bütün Kürtleri kriminalize etmelerine izin vermeyin. Böyle giderse her ikiniz de tükenirsiniz, demek istedim. Yazabildiğim, konuşabildiğim sürece birbirine düşürülmeye çalışılan bu iki topluluğun Medine’nin düşman kardeşleri Evs ve Hazrec’i gibi Ensarlaşmaları için didineceğim. Netice aldım mı?…Neticeleri halk eden Allah’tır. Bize düşen samimi gayretten öte bir şey değildir
Naman BAKAÇ: “Naçim zozanan, zozan sar in” isimli yazınızda her ne kadar şairliğe burun kıvırsanız da, Virgina Wolf’un “hayatın şiirselliği” dediği bir tad yakaladım bu yazınızda. Bahar ve Sonbaharın edebiyatçılarda oluşturduğu algıya karşı, yapısökümcü bir dil de kurmuşsunuz üstelik. Bir mütercim olarak, edebiyatta Türk ve Kürt yazarlardan hangisini beğeniyor ve okuyorsunuz? Edebiyat hayatın şu dağdası içinde sizin için ne anlam ifade ediyor?
Vahdettin İNCE: Edebiyat ziyafet demektir. Arap kabileleri hazırladıkları zengin sofralarla ve bu sofraların etrafında ağırladıkları misafirlerin çokluğuyla övünürlerdi. Her kabilenin bu ziyafetlere çağıran bir temsilcileri olurdu. Bunlara “Adib” (ziyafete çağıran) denirdi.
Bildiğim dört dilin her bir edebi eserini bana yönelik bir ziyafet çağrısı olarak görür ve tatmak için can atarım. Mütercim olarak dilden dile, sofradan sofraya koşan biri olarak ben bir söz, söylev, söylem gurmesiyim diyebilirim. Her sofra aynı lezzete sahip değildir doğal olarak. Bazen iyi pişmemesinden yemeğin, bazen de damak zevkimizden kaynaklanır elbette. Ama her ziyafeti, her edebiyatı önemserim, tadarım. Melayê Cizîrî, Ehmedê Xanî, Cigerxwîn, Nalî, Pîremerd, Hafız, Mevlana, Yunus Emre, Sezai Karakoç, Necip Fazıl… vaz geçemediğim lezzetlerdir. Edebiyat soframın vazgeçilmezleridir. Serpme Van kahvaltısının tam ortasında yer alan otlu peynir, Şemdinli balı, Erciş jajîsi ve mirtoxe gibi. Bunların yanında değişen lezzetler de yer alır soframda, mevsimine göre ve benim ruh halime göre.
Hikaye inlemedir, karşı dağda aksiseda yapma çabası
Naman BAKAÇ: Sizin hikâye biriktiren bir tarafınız var. Cumhuriyet döneminden Menderes’e, çocukluk döneminizdeki dil travmanızdan, İran seyahatinizdeki Şii halkın ağıtlarına kadar bir dizi alanda biriktirdiğiniz, adeta acı bir arşiviniz var gibi. Zilan katliamı ile ilgili komşunuz Hecî Heyder ve annesi Gulê’nin hikâyesini sizden okurken, çok dokunaklı gelmişti bana. Hikâye toplayıcısı ve çîrokbêj (hikâye anlatıcısı) biri olarak bu yaşanmışlıklar biz fanilere ne dedirtiyor? Yaralarımızı(memleketin yapısal sorunlarını) mı kanatıyor, kabuk mu bağlıyor yoksa yaralarımıza sadra şifa mı oluyor bu hikâyeler?
Vahdettin İNCE: Arapça bir kelime olarak hikâye, benzeme, öykünme, biraz daha uzak olmakla beraber kaşıma, oyma ile ilintili bir kelimedir. O yüzden hikaye anlatıcısı, empati yapmanın, derdiyle dertlenmenin, acısını anlamanın yanında, biraz da yaranın kabuğunu kaldırma işlevini de görüyor. Bir anlama ve derman olma çabası. Dert paylaşıldıkça azalır. Anlattığım oranda derman bulacağıma inanırım. Bir diğer husus da dertlerimizin bir, benzer olduğunu anlatmaya çalışırım, hikâyelerimizin aynı olması gibi. Bir başka diyardaki derdi hikâye ettikçe bu dünyada yalnız olmadığımızı anlıyoruz. Hikâye inlemedir. Karşı dağda aksiseda yapma çabasıdır. Dünyanın bir yerinde gecenin bir vaktinde gökte seyreden bir yıldıza başkalarının da baktığını bilmekle ulaşılan rahatlıktır.
Arapça İmrü’l Kays pervasızlığı, Farsça Mevlana yatışmazlığı, Türkçe Yunus Emre dinginliği, Kürtçe Ahmedê Xanî feryadıdır
Naman BAKAÇ: Arapça, Türkçe, Kürtçe ve Türkçeyi çok iyi bilen, bu dillerden yüze yakın kitap çevirmiş bir mütercim olarak, hayatını z kelimeler arasında gidip geldi dense yeridir sanırım. Diller arasında seyahatlere çıkan biri olarak, bu dört dilin karakteristik yönlerini metafor veya teşbihlerle anlatınız denilse, Vahdettin İnce bize ne söylerdi?
Vahdettin İNCE: Arapçayı bir cömertlik, Farsçayı şaşalı bir teşrifat, Türkçeyi disiplinli bir eda, Kürtçeyi pejmürde bir aksi seda olarak gördüm hep derim. Ayrıca Arapça dağıtıcı, Farsça şekillendirici, Türkçe toplayıcı, Kürtçe ise korumacı bir yapıya sahip. Arapça Ümmü Gülsüm nefesi kadar uzayıp giden sonsuz bir çöl, Farsça Hafız’ın kabrinin süslediği dingin bir Şiraz bahçesi, Türkçe Neşet Ertaş bozlağına benzer yanık bir bozkır, Kürtçe ise Şakiro’nun gırtlağı kadar titrek bir dağ silsilesidir benim için. Hazır hızımı almışken devam edeyim bari:-)) Arapça yürekten, Farsça damaktan, Türkçe dudaktan, Kürtçe gırtlaktan mahreç bulmuştur. Arapça hasret, Farsça hüzün, Türkçe övünç, Kürtçe inilti kokuyor. Arapça İmrü’l Kays pervasızlığı, Farsça Mevlana yatışmazlığı, Türkçe Yunus Emre dinginliği, Kürtçe Ahmedê Xanî feryadıdır. Arapça filozof kadar düşünceli, Farsça şair kadar hayalci, Türkçe asker kadar disiplinli, Kürtçe çoban kadar serazattır. Arapça Nil gibi hafif çırpıntılı, Farsça Basra körfezi gibi melodik, Türkçe Sakarya gibi kaygılı, Kürtçe Dicle gibi delişmen akıyor. Arapça akla, Farsça kulağa, Türkçe göze, Kürtçe vicdana hitap ediyor. Arapça evrenselden, Farsça kıtadan, Türkçe bölgeden, Kürtçe yerelden sesleniyor. Arapça Umman’dan Mağrib’e serilmiş kum kadar ayrıntılı, Farsça Hindukuş dağlarından Ahvaz kumsalına değin notalı, Türkçe Orta Asya’dan Anadolu’ya akan bir at kadar telaşlı, Kürtçe Zagros’tan Toroslar’a kadar inişli çıkışlı bir dildir.
Naman BAKAÇ: Bu cevabınızı görünce halvet makamındayım desem yeridir. Çok etkileyici, sarsıcı, cool, harikülade tespit, teşbih ve metaforlar bunlar hocam.
Devlet, ortak hayatı güçlendirdiği oranda Kürtlerle Türkler aynı millet; etnik, dil ve kültürlerin özgürce kullanmalarını sağladığı oranda da aynı kavim oluşlarını pekiştirir
Naman BAKAÇ: Anayasa yazım süreçlerinde sıklıkla gündeme gelen başlıklardan biri olduğu için, bir mütercim olarak size sormadan bitirmeyelim diyorum röportajı. Millet, Kavim, Ulus, Irk, Ümmet ve Etnisite kavramlarına dair kargaşayı, şöyle bize tane tane, somut örneklerle anlatın desem ne dersiniz? Türk Milleti, Kürt Milleti, Türk Ulusu, Kürt Ulusu veya Kürt kavmi, İslam Ümmeti, Türk Irkı, Kürt Irkı… deyince ne anlamalıyız?
Vahdettin İNCE: Millet lügatte uzun süre gide gele, çiğnene çiğnene yol olmuş patika anlamına gelen “melle/melalen” kökünden türemiş olup; ıstılahta şeriat, din anlamına gelir. Millet, dinden kaynaklanan hayat tarzını bir gelenek olarak yaşayan topluluk demektir. Türk bir millettir, başka ırklarla ortaklaşır. Araplar, Kürtler, Farslar gibi. Arap, Kürt ve Fars da birer millettir. Fakat Türk milleti, Arap ırkını, Kürt ırkını kapsamaz, onlarla sadece aynı din ve şeriattan beslenmek anlamında ortaklaşırlar. Bu yüzden Kürt, Türk’le aynı millete mensuptur ama bu milletin adı Türk Milleti değildir, İslam milletidir. Türk milleti tabiri, İslam milleti olgusunun Türk ırkı cephesindeki yansımasını ifade eder. Kürt milleti tabiri de, İslam milleti olgusunun Kürt realitesindeki pratiğin adıdır. Müslüman ırkların, millet olgusu etrafında ortaklaşmalarının adı da (aidiyet merkezli bir kavram olarak) Ümmettir. Ümmet de zaten sözlükte kastetmek, yönelmek anlamına gelir. Türkler ve Kürtler aynı millete mensup, ayrı ırklardır. Benzeri bir anlamı hemen hemen yalnızca Irk anlamında kullanılan kavim kelimesi için de geçerlidir. Sosyal bir küme olarak kavim ile ilgili isimlendirmede bedenin bir organı değil, bir halı, bir tavrı esas alınır. Kavim (el-Qawm) kelimesi “Qame” fiilinin mastarıdır, kıyam etmek, dik durmak, ayakları üzerine dikilmek demektir. Bir topluluğa kavim denilerken, bedenin bir özelliği gözönünde bulundurulur, bu organik değil, niteliksel bir isimlendirmedir. Dolayısıyla hem bireyin toplum içinde ezilmeden ayakta durması, hem de toplumun başka toplumların karşısında ayakta durması esas alınmıştır. Bunu yapan insan kümelerine kavim denilmiştir. Bir insan hangi topluluk içinde maddi ve manevi ayakta durabiliyorsa, onurunu koruyabiliyorsa, özgürce yaşayabiliyorsa, onun kavmi orasıdır. Bunun için soy birliği gerekli öğelerden biri olsa da, tek öğe değildir. Kavim kavramı mutlaka ve zorunlu olarak aynı soydan gelen kimseler için kullanılmamıştır.
Anayasa hazırlama sürecinde devlet, ortak hayat tarzını güçlendirdiği oranda Kürtlerle Türklerin aynı millet; etnik, dil ve kültürlerin özgürce kullanmalarını sağladığı oranda da aynı kavim oluşlarını pekiştirmiş olacaktır.
(The Independentturkish)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *