Cuma namazı ve onun bir rüknü olarak okunan hutbe, İslam’ın egemenliğini, itaat ferdi ve ictimai ilişkilerinin Allah’a has kılınması akidesini (tevhidi) sembolize etmektedir, işin esasında. “Hutbeye kılıçla çıkma” geleneği ise, İslam’ın egemenliğinin arkasındaki devlet gücünü sembolize ve temsil etmektedir.
Şükrü Hüseyinoğlu
İslam coğrafyasındaki tüm sorunların temelinde, Emeviler’le birlikte İslami toplumsal-siyasal yapıda yaşanan karşı-devrim sürecinde “dine bağlı devlet” anlayış ve işleyişi yerine ikame olunan ve günümüze kadar farklı tonlarda yaşatılagelen, “devlete bağlı ve bağımlı din” işleyişinin yattığını ifade etmemiz mümkündür.
Söz konusu karşı-devrimle birlikte, Rabbimizin insanlık için bildirdiği bütüncül hayat nizamı İslam, kurucu ve belirleyici egemen konumundan uzaklaştırılarak, hevaya dayalı toplumsal-siyasal işleyişlerin, cahili egemenlik ilişkilerinin meşrulaştırıcısı bir payanda konumuna mahkûm edilmeye çalışılmıştır.
Baştan sona bir egemenlik öğretisi olan, itaatsizlik ve itaat ölçülerini belirleyen ferdi, ictimai ve siyasi bir hayat nizamı olan İslam, bâtıl egemenlikleri, cahili itaat ilişkilerini meşrulaştıracak bir “mâbed dini” (religion) muamelesine maruz bırakılmış, belirleyen yerine belirlenen, tanımlayan yerine tanımlanan bir konuma indirgenmek istenmiştir.
Emevi saltanatı, söz konusu karşı-devrim sürecinin başlatıcısı olarak bu konuda kabarık bir sicile sahiptir. İslam’ın hemen tüm kavramlarını kendi bâtıl işleyişi çerçevesinde tahrif etmiş, İslam’ın şiarlarını araçsallaştırmış, ahkâmını mana ve maksad bağlamlarından ve hayatı ibadet kılmaya yönelik bütüncül İslami hayat anlayışından koparmış, İslam’a kendisine tâbi olunan değerler bütünü olmak yerine, otoriteye tâbi olan bir mâbed dini, statüko dini konumunu uygun görmüştür.
Emeviler’in bu habis mirası, Abbasiler üzerinden İslam coğrafyası üzerinde egemenlik kuran sonraki birçok otoriteye de şu veya bu oranda, tonda yansımıştır. Yaşadığımız coğrafya özelinde ele alacak olursak, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin, temelde Emeviler’den tevarüs eden saltanat ve “devlete bağlı din” işleyişini miras almakla birlikte, İslam’ı bir din, hayat nizamı olarak benimseme noktasındaki samimiyetleri ve devleti İslam’a (İlayı Kelimetullah) hizmet için var olan bir organizasyon olarak görmeleriyle farklılaştıklarını söyleyebiliriz.
Fakat, “siyaseten katl” uygulaması ve uygulamanın fetva maharetiyle İslami açıdan meşrulaştırılması(!) misalinde de görüldüğü gibi, kendilerini İslam’ın hizmetinde gördükleri gibi maalesef İslam’ı da kendi hizmetlerinde görmek gibi bir eklektik anlayış ve işleyişe sahip oldukları da bir gerçektir. Bu açıdan Şeyhulİslamlık makamının, “devletin dinin, dinin de devletin hizmetinde olmasını sağlayan” bir kurum işlevi gördüğünü ifade edebiliriz.
Osmanlı’nın yıkılışından sonra, zihnen ve kalben tamamen Batılılaşmış/Bâtıllaşmış Kemalist kadro tarafından onun yerine kurulan Cumhuriyet rejiminin ise, İslam’ı bütüncül bir hayat nizamı olarak kabul etmek bir yana, onu bastırılması, kamusal alandan uzaklaştırılması ve mümkünse tamamen ortadan kaldırılması gereken bir ayak bağı olarak gördükleri ve başlangıçtan itibaren açık şekilde hedefe koydukları bilinmektedir.
Bununla birlikte Osmanlı gibi “İslam’ın bayraktarlığı” misyonuyla hareket eden, Hilafet makamını temsil eden bir devletin ve asırlarca İslam’ı ferdi ve ictimai olarak hayat nizamı bilip ağır-aksak da olsa ona ittiba etmeye çalışmış bir toplumda İslam’la savaşın cepheden, yalın kılıç olamayacağının da farkındaydı söz konusu kadro. İşte bu farkındalık sebebiyle, ilga edilen “Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti”nin yerine 1924 yılında “Diyanet İşleri Reisliği” kurumu ihdas edilmiştir. Nitekim Kemalist bir akademisyen olan Prof. Dr. Bülent Tanör (1940-2002), Diyanet’in işlev ve misyonunu bir konferansında şöyle ifade ediyordu:
“Diyanet İşleri Başkanlığı, teknik bir kamu hizmeti kuruluşu olarak çalışıyor, rejimin talepleri doğrultusunda dinin kişiselleşmesine katkıda bulunuyordu. Yetkileri sınırlıydı, ruhani bir otoritesi yoktu. İslami kurallar öneremez, teolojik araştırma yapamazdı, dinsel mülk sahibi değildi. Kısacası DİB, laikleştirme politikasına dinsel meşruluk kazandırma görevi yüklenmişti… Devlet, dinin siyasal ve toplumsal alana karışması olasılığına karşı DİB’i kullanmaktaydı.”
Halen yürürlükte olan 1982 Darbe Anayasası’ında da Diyanet kurumu şu şekilde konumlandırılmaktadır:
“Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.”
Tüm bu bilgiler, Cumhuriyet Türkiyesi’nde İslam’ın, tamamen devlete bağlı ve bağımlı, hâkim değil mahkûm, belirleyen değil belirlenen, Batıda Katolizm ve Protestanizme biçildiği gibi laik-seküler egemenlik ilişkilerine tâbi ve onlara payanda bir “mâbed dini” (religion) konumuna indirgendiğine teorik olarak tanıklık eden verilerdir. Uygulamada da zaten bunun böyle olduğu ayan-beyan ortadadır.
Diyanet kurumu, kuruluş gayesine uygun olarak, devletin çerçevesini çizdiği, rejime ittiba eden bir din anlatısı ve öğretimi ve pratiği üretip uygulayan bir kurum olarak devasa bütçelerle ayakta tutulan bir kurum olmaya devam etmektedir. Devlet, Allah’ın sınırlarına (Hududullah) tâbi olmak yerine, Diyanet üzerinden İslam’ı kontrol ederek ona ve dolayısıyla (hâşâ) Allah’a sınır/hudud çizmeye kalkışmakta, hangi alanda söz sahibi olup olmayacağını belirlemektedir. O’nun bütüncül hayat nizamı olan dinini, laik-seküler bâtıl bir egemenlik ilişkisinin payandası haline getirmektedir.
Ayasofya’da 85 yıl sonra kılınan ilk “Cuma namazı”nda Diyanet İşleri Başkanı’nın hutbeye elinde kılıçla çıkması ve yanı sıra memleketin çeşitli köşelerinde halen yaşatılmakta olan bu Osmanlı geleneğini konu almak istediğimiz bir makaleye, böyle uzunca bir giriş yazmak durumunda kalışımız umarım anlayışla karşılanacaktır. Zira ancak bu giriş sayesinde meramımızı anlatabileceğimizi düşünüyoruz.
Hadîd 25. Ayetin İslam’ın Egemenliği Öğretisi
Hutbe, bilindiği gibi Cuma namazının farzlarından biridir. Cuma namazının da, vakit namazlarından farklı olarak doğrudan toplumsal-siyasal bir anlam taşıdığı, egemenlik ilişkileriyle doğrudan ilgili bir “organizasyon” olduğu bilinmektedir. Burada “doğrudan” vurgusunu yapıyor olmamızın sebebi, vakit namazlarının da neticede egemenlik/itaat ilişkilerinden bağımsız olmadığını anlatmaya çalışmaktır. Sadece namazda çokça dillendirilen “Allahu ekber” şiarının ne anlama geldiğini kavradığımızda bile, bu meselenin künhüne vâkıf olmamız mümkündür.
Cuma namazı ve onun bir rüknü olarak okunan hutbe, İslam’ın egemenliğini, itaat ferdi ve ictimai ilişkilerinin Allah’a has kılınması akidesini (tevhidi) sembolize etmektedir, işin esasında. İlk olarak Emirul Mu’minun Ömer (r.a.) döneminde uygulandığı gibi bir rivayet söz konusu olsa da, başlangıcı tam olarak bilinmeyen, ancak Osmanlı’da yaygın bir uygulama olarak yaşatılan “hutbeye kılıçla çıkma” geleneği ise, İslam’ın egemenliğinin arkasındaki devlet gücünü sembolize ve temsil etmektedir.
Hutbeye kılıçla çıkma uygulamasının, Kur’an ve Rasulullah’ın pratiği (Sünnet) açısından bir dayanağı bulunmasa da, Hadîd Sûresi 25. ayetin çerçevesini çizdiği “İslam’ın egemenlik ve adaleti” öğretisiyle mutâbık bir sembolizm içerdiğini söyleyebiliriz. Söz konusu ayette Rabbimiz, insanlar arasında adaletin tesis edilmesi için Rasulleri insanlara açık belgelerle gönderdiğini, onlara Kitab ve Mizan’ı inzal ettiğini ve Kitab’ın hükmünü ve Mizan’ı egemen kılmak ve ayakta tutmak için de insanlara demiri indirdiğini bildirmektedir. Ayet-i kerime, mealen şöyledir:
“Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte Kitabı ve Mizanı indirdik. Ve kendisine çetin bir sertlik ve insanlar için faydalar bulunan demiri indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sahibidir, üstün olandır.” (Hadîd, 57/25)
Görüldüğü üzere, ayet-i kerimede Kitab ve Kitab’ın içerdiği Mizan (Ölçüler) ile gücü/otoriteyi temsil eden demir, yeryüzünde adaleti sağlamanın dayanakları olarak zikredilmektedir. Haktan mahrum bir gücün zâlim, güçten mahrum hak anlayışın ise etkisiz olacağı mâlumdur. İşte kılıcın, askeri gücün Kitabullah’ın hizmetinde olduğu durumlarda, yeryüzünde Rabbani ölçüler ve dolayısıyla adalet tesis edilmiş ve edilecektir.
Fakat bugün laik düzenlerin kontrol ve güdümündeki “din hizmetleri” işleyişinde olduğu gibi, “dine bağlı devlet yerine “devlete bağlı ve bağımlı din” politikasının hüküm sürdüğü durumlarda, “Kitabullah’ın kılıcın hizmetine koşulması” gibi bir araçsallaştırma yaşanmakta ve bu da adaleti değil, Rabbimizin Kitab-ı Keriminin cahili işleyişlere, zulüm düzenlerine payanda kılınması sonucunu doğurmaktadır.
Laik bir düzende, bizatihi o düzenin kontrol ve güdümünde hazırlanıp okutulan hutbenin ve hutbede ele alınan kılıcın, İslam’ın egemenliğini değil, laik düzenin egemenliğini temsil ettiği açıktır. İslam’ın bir mâbed dini değil, bütüncül hayat nizamı ve egemenlik iddiası taşıyan yegâne hak din olduğunun bilincindeki Müslümanlar olarak bizler, hutbenin de kılıcın da İslam’ın egemenliğini temsil ve sembolize edeceği günlerin özlemini çekmekteyiz.
Makalemizi, kaleme aldığı “Yoldaki İşaretler” eseriyle Kur’an’ın temel toplumsal-siyasal ilkelerini 20. asrın idrakine net ve güçlü söyleyen ve bu eserle tuğyani Mısır rejimini temellerinden sarsıp, tüm İslam coğrafyasında önemli bir bilinçlenme dalgasına öncülük eden Seyyid Kutub’un, dönemin Mısır yöneticilerine ve onlar üzerinden benzer durumdaki tüm yöneticilere yönelik ihtarıyla noktalayalım: “İslam keyfinize göre çeşit seçeceğiniz bir açık büfe değildir. İslam’ı ya tam alın, ya da onu rahat bırakın.”
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *