Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz’ın ölümü üzerine, Prof. Dr. Vehbi Başer, kendi facebook sayfasında bir değerlendirmede bulundu. Başer, Yılmaz’ın 28 Şubat’ın üç sivil taşeron siyasetçisinden biri olduğunu anlattı.
Vehbi Başer, “Rahmetle yâd karnaval mekânı olarak Türkiye” başlığı ile yaptığı yorumda şöyle dedi:
Mesut Yılmaz, ölmüş.
28 Şubat’ın üç sivil taşeron siyasetçisinden biriydi.
Bu üç taşeron siyasetçi, 28 Şubat Cuntası ve Çevik Bir ve şürekâsı ile hem kerhen – hem can atarak işbirliği yapmanın bedelini bir sonraki seçimde çok ağır ödediler. İkisi siyaseten partileri ile ölüp gitmişlerdi.
Ecevit hem daha yaşlı, hem de aşırı kaprisli, fena halde gergin bir figür olarak iktidar ihtirasının zirvedeki tahakkuku sürecinde, daha başbakan iken ölmeye başlamıştı; fiziksel ölümü de fazla gecikmedi. Hafızalara “Meclis, Devlet’e meydan okuma yeri değildir” haykırışı ile bir Devlet’e itaat adamı olarak kazındı. Bir de çok dürüst politikacı imajını perde gibi gererek Türkiye tarihinin en büyük ve beş koldan soygun hükümetine göğsünü siper edip $’ın bir gecede 1 Milyon 700 Bin’e çıkmasına ebelik etmesiyle kalacak akıllarda. Mizansen de Anayasa fırlatmalı devlet kriziydi hani. Ha bir de Ecevit’in sol omuz başından hiç gülmez suratıyla Rahşan, sağ omuz başından da gülerken botokslanmış gibi bakan Hüsamettin Özkan sahi.
Mesut Yılmaz, siyasetindeki çoklu metastaz kanserler nedeniyle ve “siyasi hayatıma mal olsa bile” gözü karalığıyla oynadığı siyasi kumarla ANAP’ı da siyasi intihara sürüklemiş, mafya vitrinine konmuş bebek yüzlü ve ama donuk suratlı bir politikacıydı. Bir Balkan ülkesinde kimlerin neden burnunu kırdığı da bir türlü resmen anlaşılamadı. Hafızalarda kalan en aşağılanmış görüntüsü ise (yanılmıyorsam) Başbakan sıfatı taşırken 28 Şubat’ın sivil medya generali Aydın Doğan’ın kendisini pijamaları ile karşılama sahnesiydi.
Bahçeli ve partisi, o meşhur sert siyasi çarklarından birini sergileyip 28 Şubat’ın sivil taşeronluğunu yapan ANASOL-M Hükümeti’ni devirerek mümkün hale getirdiği 2 Kasım seçimleri akabinde, bu dönemdeki performansının bedelini, bir dönem meclis dışı kalıp top sektirerek ödedi. Aslında, ortada siyasi bir partiden ibaret bir organizasyon olsaydı, MHP de siyaseten ölebilirdi; lakin Bahçeli gibi partisinin de, bir misyon teşkilatı olarak diriltilmesi kaçınılmazdı, daha yapılacak çok görev vardı. Bu dirilme akabinde derin yapıların mumya maskesi takmış bir temsilcisi olarak çok sert manevralarla, kah miting meydanlarından urgan atarak kah Darbe Girişimi akabinde Erdoğan’a artık telaffuz edemeyecek hale geldiği Başkanlık Sistemi’ni altın tepside sunarak görevini sürdürdü. Bedeli ne olursa olsundu, İYİ Parti oldu. MHP, siyasi tarihinde daha önce de, İki Kutuplu Düzen’in yıkılması akabinde, “Kanımız Aksa da Zafer İslamın” fundamentalizminden çark ederken BBY’yi doğurarak yoluna devam etmişti. Yeni misyona uyum sağlayamayacklara bir adres lazımdı, derhal bulunurdu.
Dedik ki, “28 Şubat’ın bu üç taşeron siyasetçisi, Cunta ile hem kerhen – hem can atarak işbirliği yaptı”. Can atarak kısmı, Erbakan’ın “kanlı mı, kansız mı” diyerek frene basmasına karşılık kucağında bulduğu hükümetin arkasındaki “yükselen irtica dalgası”na set çekmekle ilgili değildi sırf: Böyle ara dönemlerde, önemli roller üstlenenlerin kaptığı yanına kar kalırdı. Nitekim, yollusu ve sollusu ile ama daima bir M kuyruğu takılmış bu devrin taşeron hükümetlerinde, kapılar ardındaki büyük kavganın kimin ne kaptığı, “bize kapılacak ne kaldı”ğı ile ilgilidir denilmişti.
Kerhen kısmı açısından, artık darbeler defteri kapandı denilen bir devlet sahnesinde, 28 Şubat’ın ne kadar asker görüntülü bir darbe olması gerektiği ile ilgili bir belirsizlikten söz edilebilir. Bu üç siyasetçi, muhtemel Cunta hükümeti olarak mesela çevik bir general ve şürekâsının önünü keserek sivil bir hükümeti ayağa dikmekte ısrar etmemiş olsalardı 28 Şubat’ta “30 milyon kişi ölse ne olur” ifadesinin kan donduruculuğu tahakkuk edebilir, postmodern darbe olarak sivil hükümetle sulandırılmış bu vahşet, 27 Mayıs şöyle dursun, 12 Eylül’ü de geçin, Arjantin’deki darbeden bile daha korkunç bir kitlesel kıyıma dönüşebilirdi. Muhafazakarlar “sanki kitlesel kıyım yaşanmadı mı, ne acılar çektik” diyebilirler elbette. Oysa acı çekmek, ancak tende kalmış bir can sayesinde mümkündür. Allende’yi deviren Arjantin Cuntası’nın nasıl bir kıyım ürettiğini bilip bilmeden ahkam kesmesin kimse.
Bu bakımdan siyasi kariyerlerini hiçe sayarak 28 Şubat’ı karnavala çevirenler arasında dört figürü daha anmak gerekir. Bunlardan ilki, bir generalin “demokrasiye balans ayarı” çekmek üzere Sincan’da tank yürütmesi ile özdeşleşen 28 Şubat’ta ne olduğu konusunda, “Ordu bir sivil toplum kuruluşu gibi davranarak demokrasiye…” demiş bir politikacıydı. Kendisi bir Siyaset Bilimi doçenti ünvanı taşıyan Deniz Baykal, Siyasal ikinci sınıftan terk bir talebenin dahi ağzını açık bıraktıracak bu lafı edebilmişti. “Ordu’nun bir sivil toplum kuruluşu gibi davranabilmesi” Siyaset Bilimi’nin sırrını kıyamete kadar çözemeyeceği bir sihirbazlık olsa gerekti. Pek hazin siyasi jübilesini “Pensilvanya’ya acı bir selam” göndererek yaptı Baykal.
İkinci figürümüz, bir yargı bürokratı iken Refah Partisi’nin de rızasıyla cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtulan ve o koltukta her yere guvernör gibi bir yargıç atayarak 28 Şubat’ı bir jüristokrasi inşa etme fırsatına dönüştüren Ahmet Necdet Sezer olsun. Hiç yurtdışı gezisi yapmayarak ve market kasasında kuyruğa girip medenî görüntüsü vererek çok tutumlu bir devlet adamı ünvanına hak kazandı. Anayasa fırlatıp Ecevit’in kalbini de kırmıştı. Kendisi Ecevit gibi çok tutumluydu da, en büyük soygunları ya görmekten acizdi, ya da yetkilerinin farkında değildi. Fakat Allah var, ilk AK Parti Hükümeti’nin elini kolunu kıskıvrak bağlayarak AB reform ajandası dışında gıkını çıkaramaz hale getirmişti.
Üçüncü figürümüz, soygunlar akabinde bütün bankalarının içi boşaltılmış, Merkez Bankası başkanının bile -rivayete göre- döviz tokalama cenginde gazilik mertebesine erdiği bir ülke olarak Türkiye’yi “borcunu ödeyebilir bir müflis ülke”ye terfi ettirmekle görevlendirilmiş bir guvernör olarak Kemal Derviş’tir; ki ona kısaca Derviş denir. Dededen haznedar bir ailenin dünya çapında ekonomist bu evladı, sadece soygun hükümetinin maliyesine kelepçe takarak 99-2000 krizleri ardından memleketi ayağa dikmekle kalmadı, İsmail Cem’e de kısa bir liderlik uçuşu yaşatarak Türkiye sol siyasetini burun üstü yere çakarak ve de geniş bir nanik atarak asıl görevine geri döndü. Türkiye solunun liberalleşmesi de belki bir otuz yıllığına gümdemden düşmüş oldu.
Türkiye’nin siyasi demansını aşarak “heybedeki büyük turp” lafını hatırlayacak kimse kalmış mıdır? Dördüncü figürümüz, heybedeki büyük turp olarak sona sakladığımız aşşırı böyük devlet adamız Süleyman Demirel’dir. O’nu cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtan gelişmeler arasında, Özal’ın şüpheli ölümü en önemsiz olanı olsa gerektir. Demirel, siyasi yasaklılığı referandumla kaldırılarak siyasete resmen döndükten sonra, Özal döneminin liberasyon politikaları ve reformlarını, Erdal İnönü ile el ele vererek birer birer boğacak adımlar atmakla da, 90’ların karanlığında “işkence iddiaları”na “fevkalade zor şartlarda vazife yapan bu çocukların moralini bozmamak lazım” demekle de kalmadı. Kendisi bütün siyasi dehasını ve liberal politikacı imajını harcayarak 28 Şubat’ın inşasında bir numaralı deha olarak rol aldı. Kendisini, 10. Yıl Marşı’nı “işte çağdaş Türkiye bu!” diye selamlayan Çoban Sülü olarak hatırlayacağız.
Bu uzamış hafıza tazelemeyi toparlayalım artık. Mesut Yılmaz, bu büyük soup opera sahnesinde, AB Reformları için çok çaba sarfetmiş ve tuhaf bir biçimde bir darbe koalisyonunda AB guvernörü gibi görev yapmıştı. Ölenleri hayırla yad etmek, Yezid’e bile rahmet okutan büyük bir siyasî sarkazm olarak Ehl-i Sünnet yüce gönüllü bonkörlüğünün acıları sönümleyen bönleştiriciliğinin bir gereğidir. Türkiye, bütün davalarını mahşere bırakan bu siyasî sefehi ile daha çoook rahmet okur ölenlerin ardından. Evren’e bile rahmet okur, diline mi yapışacak sanki…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *