“Paşa’ya göre, ferdin ve toplumun ahlaki olarak çöküntüsünden en başta sorumlu olan, her yönüyle Batı taklitçiliğini savunan Müslüman aydınlardır. Onlar bir bakıma dinlerinden utanmaktadır.”
Yakup Döğer
Said Halim Paşa (1864-1921) Mondros Mütarekesi’nden sonra savaş ve “Ermeni kırımı” sorumlusu iddiasıyla Dîvân-ı Âlî’ye verildi. 10 Mart 1919’da tevkif edildi ve Dîvân-ı Harb-i Örfî’de yargılandı. 28 Mayıs 1919’da İngilizler tarafından önce Mondros’a, ardından Malta’ya sürüldü. Paşa Malta’da sürgünde bulunduğu sırada, “İslam’da Teşkilat-ı Siyasiye” adıyla bir risale kaleme almıştır.
Said Halim Paşa’nın bu risalesi, “İslam’da Teşkilat-ı Siyasiye” adı altında Sebilürreşad dergisinin, 26 Şubat 1922 tarihli, 19. cilt, 493. sayısından itibaren Mehmed Akif’in tercümesiyle bölümler halinde yayınlamaya başladı. Biz bahsi geçen risalenin Sebilürreşad’ın 494. sayısında yayınlanan “İslam’ın İçtimaiyatı” adlı bölümünü analiz etmeye çalışacağız.
Sebilürreşad’ın risaleyi yayınlamaya başladığı 19. cilt, 493. sayısında Mehmed Akif bir giriş yaparak şunları söyler:
“İslam Ümmetinin en büyük mütefekkirlerinden şehit muzaffer Said Halim Paşayı bilmeyen hiçbir Müslüman yoktur. Bilhassa Sebilürreşad okurları Said Halim Paşayı şu sahifelerden takip etmiş olduklarından, kendisini daha yakından tanırlar. Bundan dolayı o büyük vezirin faziletleri hakkında bahsetmekten ise Malta’da bir müddet Fransızca olarak yazdıkları ve en son ve en mühim eserlerini tercüme ile bir an evvel ümmete arz etmeyi daha uygun görüyoruz. Ümit ederiz ki sevgili okurlarımız şehit Halim Paşanın önceki eserlerine karşı gösterdikleri itina ve dikkati bu eseri hakkında da esirgemeyeceklerdir. (Mehmed Akif)” (Sebilürreşad, cilt 19, sayı 493, tarih 26 Şubat 1922)
Said Halim Paşa eserinin mukaddimesinde, artık Müslümanları meskenet hallerinden silkinerek yabancı hâkimiyetinden kurtulmak ve hürriyetine kavuşmak için büyük mücadele ettiğinin görüldüğünü söyler. Paşa, bir Müslümanın en kutsi vazifesinin hür olmak isteği ve insan için hürriyeti olmadıkça ne hakiki saadeti, ne hakiki terakkinin mümkün olamayacağını ifade eder.
Said Halim Paşa, risalesinin girişinde Batıya yüzünü dönen ve Batıdan gelecek her şeyi hayırlı gören dönemin Müslüman aydınlarını kıyasıya eleştirir. Dönemin Batıcı aydınları, çöküşten kurtuluşun Batıyı taklit etmekle mümkün olacağını savunmaktadır. Oysa bu talep, kendi öz değerlerini inkâr etmek olacağı gibi, aynı zamanda yabancılaşmayı da getirmektedir.
“Müslüman münevver sınıfının büyük bir ekseriyeti memleketlerine Batıdaki siyasi kurumların mükemmel yahut noksan şekillerini getirmekten başka bir iştiyak beslemiyorlar. Ve vatanın gerek içtimai gerek siyasi oluşumuna Batının bu husustaki düşüncelerini tatbik etmekten başka bir çare bulunmayacağı kanaatini ileri sürüyorlar. Zamanımızdaki Müslüman münevverlerinin bu vicdani halleri pek ilmidir. Zira kendilerinin şu noktayı layıkıyla düşünmedikleri gösteriyor ki: Müslümanlık bir taraftan bizi bir Allah’a tapmakla mükellef tutarken, öbür taraftan ahlaki olduğu kadar içtimai bir takım görüşlere, ilkelere sahip kılmıştır. Bunlar doğrudan doğruya vahdaniyet akidesinden doğuyor. Biz de ancak o akidenin sevkiyle onlara bağlanmış oluyoruz. Müslümanların siyasi düşünceleri ve teşkilatı işte bu ilkelerden doğmuş ve o sayede yaşamakta bulunmuştur.”
Bundan dolayı bize öyle geliyor ki, bu münevver dediğimiz sınıf tatmin olmuş bir kanaati vereceği eminlik ile hiçbir vakit kendi kendine şu sözleri söyleyemiyor: İslam Dini, ortaya koyduğu en yüksek idrak ve hakikatlerle, insaniyetin en muazzam bir dinidir. En sahih ve en mükemmel ruh ve manasıyla alınan insani medeniyetin hizmetçisi değil, bizzat o medeniyetin kendisidir. Bundan dolayı onun haricinde kurtuluş ve selamet bulma imkânı yoktur.
Bize öyle geliyor ki, o münevver dediğimiz sınıf hakikati hatırına getirmiyor. “Batı dünyası için her yol Roma’ya gider” ise, Müslüman dünyası için her yol Mekke’ye gider. Yani bu iki dünyadan her biri başka bir yol, başka bir istikamet takibine ve insaniyetin genel olarak dönüşümünde her biri kendine özgü hareketler sergilemeye mecburdur.”
Said Halim Paşa Batılılaşmanın, Batılı gibi olmanın, kurtuluşun mecburiyet olarak görüldüğü ve kendi özünden koparak taklitçiliğe yönelen döneminin Müslüman aydınlarını eleştirmektedir. Üç tarzı siyasetin tartışıldığı ve Batılı olmanın ağır bastığı dönemde, bu yönelişin Müslüman Millete hayır getirmeyeceği üzerine yoğun çabalar gösterir. Kaleme aldığı birçok eserinde olduğu gibi, bu eseri de genel olarak bu mantığın eleştirisi üzerine yoğunlaşmaktadır.
Hakiki İslam cemaati İslam şeriatına bağlı olandır
Said Halim Paşa, Batılılaşma hareketiyle birlikte Müslüman milletin toplumsal yapısının değiştiğini, İslami referansların ihmal edilirken, Batı kaynaklı üretilmiş değerlerin yükselmeye başladığını görür. Bu durum bir sonuçtur. Zira İttihatçı iktidar Batılı olmayı, Batılı değerlerde bir insan ve toplum inşa etmeyi siyasi hedeflerinin en başına getirmiştir. Toplumsal kurallar değişmeye, insan ilişkileri daha çok materyalist ve pozitivist anlayışa göre düzenlenmeye başlamıştır. Bu yeni oluşum, Müslümanları hem ferdi ahlak hem de içtimai düzen açısından önüne geçilmez savrulmaya itmektedir.
Paşa, dışarıya seslenmekten ziyade, içe doğru sesini yükseltmektedir. Bunu yaparken İslam’ın değerlerinin ilahi olduğu için, sadece Müslümanlara değil, bütün insanlığa rahmet olduğunu belirtir.
“İslam’ın bütün içtimaiyatı, şeriatın mutlak hâkimiyeti esası üzerine kurulmuştur. Hakiki bir İslam cemaati ancak bu hâkimiyete bağlı olandır.
Şeriata gelince o, ahlaki içtimai bir takım tabii hakikatlerin toplamından meydana gelmiştir ki, peygamber tarafından bizlere tebliğ edilen bu hakikatler, insanlığın saadetine ermesinin yolunu gösterir.
O halde şeriatın hâkimiyeti demek, tabii ve değişmez olup, insanın keyfi iradesine bağlı olmayan ahlaki ve içtimai kanunların hâkimiyeti demektir ki, bu kanunların bütün kainatta hakim olan tabii kanunlardan farkı yoktur. Bunların huzurunda bütün insanlar eşittir. Bütün insanlar bunlardan eşit bir hürriyet dahilinde nimetlenirler. Bu hürriyet yalnız, o kanunlara karşı mecbur oldukları hürmet ve bağlılık ile sınırlandırılmıştır.”
Said Halim Paşa öncelikle bir cemiyetin, cemaatin, topluluğun, hangi şartlarda İslami olabileceğini tanımlar. Bu sebepten bir topluluk-cemaat-cemiyet ancak şeriatın mutlak hâkimiyetini kabul etmiş ve yaşam tarzı haline getirmişse, ancak o zaman İslami olabilir. Paşa günümüzde yaşanan muğlak tanımlamalara, hoşgörü üzerinden gidilen esastan uzak yorumlara da şerh koyar. Zira şeriatın ahlaki ve içtimai hakikatleri, ilkeleri verilidir ve peygamber tarafından insanlığa tebliğ edilmiştir. Verili olduğu için insanlığa saadet yollarını gösterir. İslam’ın hâkimiyeti demek, insan keyfine ve iradesine bağlı olmayan, bütün kâinatın tâbi olduğu yasalardır. İnsanın hürriyeti ise bu yasalara hürmeti ve bağlılığı ile sınırlıdır.
Hürriyetin ve eşitliğin çok tartışıldığı ve genel olarak İslam dışı düşüncelerde arandığı bir dönemde, Said Halim Paşa, insan onuruna yakışan hürriyetin İslam tarafından ortaya konduğuna işaret eder.
“Müslümanlık şeriatın hâkimiyetini tesis etmek suretiyle, insaniyete hakiki bir eşitlik ve hakiki bir hürriyetin başlangıcını tesis etmiş ve bununla da hakiki kurtuluşun varlığını meydana getirerek, beşer için en yüksek ve en hakiki bir gaye ortaya konulmuştur.”
Paşa ifadelerinde sadece Müslümanlara seslenmez. Genel olarak felsefi izahlarıyla, İslam’ın sadece iman edenler için değil, bütün dünya insanlığı için saadet ve selamet kapılarını açtığını söyler. Müslümanların yeryüzünde söz söyleme salahiyetinin olduğu dönemlerde bunun böyle olduğuna dünya insanlığı şahittir. Paşanın ifadeleri nettir. İslam insanlar için olabilecek en yüksek hedefi ortaya koymuştur. Bütün insanlar fıtratları itibarıyla bu dinin hâkimiyetine meyillidir.
“Tabiatı ne olursa olsun, her mevcut kendisine has olan tabii kanunlara bağlıdır. Bundan dolayı insanların maddi mevcudiyetleri nasıl tabii kanunların hâkimiyetine bağlı ise, içtimai varlıkları da öylece içtimaiyatın tabii kanunlarına bağlıdır.”
Bu tabii kanunlar, fıtraten insanda ve evrende var olan ilahi yasalardır. Bu yüzden insanın fert olarak varlığının saadete ermesi nasıl bu yasaların hâkimiyetine bağlı ise, içtimai-toplumsal olarak saadete ermelerinin çaresi de bu tabii-ilahi hâkimiyetin kabullenilmesine bağlıdır. Zira evrende var olan her şey, kendisine tayin edilmiş yasalara boyun eğerek varlığını sürdürür. Bu sebepten insan da fert ve toplum olarak bu hâkimiyete boyun eğdiğinde fıtratına uygun bir hayat yaşar.
İnsan, insanın keyfi iradesine bağlanamaz
“İşte bu suretledir ki İslamiyet şu kuralları emir etmiş bulunuyor: Hiçbir kuvvet insanı ne kendi cinsinden birinin ne de bir zümre veya topluluğun keyfi iradesine bağlayamaz, bağlanmayı da yasaklar. Ve insan, yaratılışın, tabiat kanunlarının sahibi olan mutlak iradeden başka hiçbir şeye itaat edemez, bağlanamaz.”
Söylenen söz hakikati temsil ediyorsa, her zaman ve mekân düzleminde bu vasfını korur. Paşa bugünlerde hassaten üzerinde uzun uzun düşünülüp tartışılması gereken ifadeler kullanmaktadır. Kendi döneminde de elbette çok kayda değerdir, lakin birçok değerlerin eridiği muğlaklaştığı, buharlaştığı, yeniden yorumlandığı 21. yüzyılda, kime hangi şartlarda bağlanılabileceği, kime hangi şartlarda itaat edilip yolunda gidileceği, bu hususta İslam’ın ne dediği yeniden ele alınmalıdır.
Şurası unutulmamalıdır ki, ilk gününden itibaren İslam’da Hz. Peygamber’in (sav) dışında siyasi bir otorite yoktur. Hz. Peygamber (sav) ve ona iman eden ilk Müslümanlar, daha ilk baştan itibaren hem siyasi hem de dini bir cemaat olarak ortaya çıktılar. Bu cemaati yöneten ise Hz. Peygamberdi (sav). Dini bir lider olarak cemaatine söz söylerken, siyasi bir lider olarak da günün egemenlerine karşı direniyordu. Devletini kurduğunda da vergileri topladı, diplomasiyi yönetti, savaşlara katıldı, ordu komutanlığı yaptı, adaletle hükmetti. Bütün bunları mutlak hâkimiyet sahibi, mutlak iradenin vahiy ettiğine göre düzenledi. O’ndan sonraki dönemlerde de İslamiyet’te hiçbir zaman mutlak iradenin dışında bir iradeye itaat kabul görmemiştir.
Said Halim Paşa laikleşmenin ilk emarelerinin görüldüğü, din ve devlet ayrılığının dile getirildiği, dönemlerde dini ve dünyevi otorite ayrılığının mümkün olmayacağını anlatmaya çalışmaktadır. Müslüman topluluklarda dini ve dünyevi otorite ayrımı, din-devlet ayrımı diye bir düşünce hiçbir zaman kabul görmemiştir. İslam’da din ve siyaset özdeşleşmiştir. O yüzden dinden bağımsız bir kişinin ya da zümrenin dünyevi ihtiraslarına itaat haramdır. Batıda olduğu gibi dini-dünyevi, laik-ruhban, maddi-manevi gibi kavram çiftleri yer almamıştır.
Bütün bunlardan sonra yaklaşık yüz elli yıllık değişimle gelinen günümüz zaman ve mekân düzleminde sorulması gereken bazı sorularla hafızamızı şöyle yoklayabiliriz: Günümüz Müslümanlık düşüncesinde “Mutlak irade” nedir? İktidar itaat ilişkisi ne demektir? Kayıtsız şartsız Hâkimiyet kime ve nereye aittir? Azimet ve ruhsat nedir? Maslahat ıstılah olarak hangi tanımı içerir? Çoğunluğun egemenliği mutlak hakikati temsil eder mi? Laik-seküler siyasetçiler, Allah’a iman ettiklerini söyledikleri halde, neden Allah’ın dediklerini yapmazlar? Allah’ın dediklerini yapmayacaklarsa, iman ettiklerini neden söylerler? Elle tutulur, gözle görülür aleni beyanatlar dururken, Müslümanlar neden gizli niyetlerin peşine düşerler? Hâkimiyet kavramı neyi ifade eder?
Hâkimiyeti tanımlayan İslam’dır
Said Halim Paşa can alıcı hususlara temas etmeyi sürdürür.
“Sözün kısası, hâkimiyet mefhumu hakkındaki telakkilerin en sağlamını meydana koyan, ona en hakiki manasını, en hakiki mahiyetini veren İslamiyet’tir. Evet, İslamiyet insana şunu göstermiştir ki: Hâkimiyet demek ancak şeriatın, yani hakikate dayalı bir ahlak anlayışını ve içtimai adaletin tabii koruyucusu, gözeticisidir. Bu, bütün alemde ilahi kudretin akıl ve hikmetin hâkimiyeti demektir. İşte Müslümanlık insanları bu hakikate davet etmek suretiyledir ki hâkimiyetin cebir ve şiddetinden ve gasıp, yalancı bir kudretin bencil maksatlarını hizmet için uydurulan zalimlerin iktidarına ebediyen son vermiştir.”
Said Halim Paşa hâkimiyet kavramına hakiki mahiyetini ve manasını verenin İslam olduğunu, bu mananın da gücünü İslam Dininin sahibi olan “Mutlak iradeden” aldığını söyler. “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” söylemine, Paşa yüz yıl öncesinden itiraz eder. Hâkimiyet, ancak şeriatın ilahi kudrete dayalı varlığıdır. Yani hâkimiyet kayıtsız şartsız Mutlak kudret olan Allah’ındır. Müslümanların görevi ise, bütün insanlığı bu ilahi kudretin hâkimiyetine davetle, beşeri düşüncelerin, heva ve heveslerin baskı ve gaspından, yalancı kudretlerin bencil maksatlarından kurtarıp, zalimlerin iktidarına ebediyen son vermektir.
Said Halim Paşa, ferdin ve toplumun ahlak anlayışını ve içtimai yapının tesisini izah etmeye çalışırken, bütün insanlığı göz önüne alır. Zira bütün insanlık ve dahi canlı cansız evren tabii yasalara bağlıdır. İslam dini ise bu tabii yasaların sahibi tarafından inzal edilen dindir. Şeriat bu dinin ahkâmıdır. Bu sebepten şeriatın tabiatüstü hiçbir mahiyeti yoktur. Tabiidir, fıtridir.
“Yukarından beri söylediklerimizden şu hakikat açıkça kendisini gösteriyor ki: Şeriatın tabiatüstü hiçbir mahiyeti yoktur. Bundan dolayı o, birçoklarının iddia ettiği gibi, ne ruhani ne de ruhbani değildir. Bilakis bütün diğer tabii kanunlar gibi tamamıyla fıtridir, tabiidir.”
İnsanlık içtimai-toplumsal alanda saadet ve selameti istiyorsa, kendi fıtratıyla uyumlu olan bu şeriatın kurallarına uymak zorundadır. Dine sonradan girmiş hurafeler, insanüstü varlıklar, tabiatüstü düşünceler birer uydurmadır.
İnsan aklının acizliği
“Eğer İslam şeriatı mutlak ve mükemmel bir hürmeti hak ediyorsa bu başka bir şeyden değil, insanın ve toplumun ahlaki saadetini yine kendisine mahsus hakikatin varlığıyla kuşatmasındandır. Bundan dolayı kuramlarını tasavvura imkân olmayan bu çok kıymetli hakikatin peygamber tarafından bize tebliğ edilmediği düşünüldüğü taktirde, insanın kendi çabasıyla fıtraten keşif edilmesinin mümkün olmadığındandır.”
“Bundan başka çok kibirli bir karaktere sahip olan akılcılık düşüncesinin, insan fikrini tabii tekâmülünden alıkoymak suretiyle işlemez hale getiren evham ve zilletten, şeriat bütün insanlığı kurtarmakta gecikmedi. İslam, fikri, ahlaki ve içtimai sahalarda kurtuluşu ortaya çıkardığı kadar, selamet, barış ve kesin bir inkılap uyandırdı.”
Said Halim Paşa, yukarıda da dediğimiz gibi sadece Müslümanlara seslenmez. Batıdan gelen akıl ve modern bilim merkezli yeni insan tipinin fertte ve içtimai oluşumda ahlaki saadeti sağlayamayacağını belirtir. Zira mükemmellik ve hürmet sadece İslam şeriatına mahsustur. Çünkü İslam şeriatının bizatihi kendisi insanı ve toplumu kuşatan mahiyete sahiptir. Bu saadeti insanın kendi çabasıyla bulması için, bilimsel yollara başvurması, akıl yürütmesi, salt deneysel usulleri denemesi yeterli değildir. İslam şeriatının kuşatıcılığı Cenabı Hak tarafından Peygamberine vahiy edilen dinin verili değerlerindendir.
Paşa yaşadığı dönemde Batılı değerlerin referansında akla dayalı toplum inşasının belirtilerini görmüştür. Bizler ise Batılı değerlerde beşeri akla dayalı toplumun kurulmuş haline şahitlik etmekteyiz. İslam şeriatının hiçbir emaresinin olmadığı toplumda, Müslümanım diyenlerin dahi hassasiyet göstermediği hayat tasavvurunda, fertten topluma halimizin içler acısı vaziyeti ortadadır. Her gün değişen akla dayalı beşeri yasalar, her gün yaşanan fesatların, cinayetlerin, zulümlerin, sömürünün, sapkınlıkların, cürümlerin, yaratana isyanların, ferdin ve toplumun sorunlarını çözmediği gibi daha da derinleştirmektedir.
Said Halim Paşa, İslam’a kayıtsız şartsız bağlanmayı taassuptan ibaret görenlere de seslenir. İslam şeriatı, dünyada var olan tabii kanunları anlama usulleriyle anlaşılamaz. Zira o Allah tarafından peygamberine vahiy edilmiş ve peygamber de insanlara tebliğ etmiştir.
“Şeriatın tabiatüstü bir şey olduğunu ve ona kayıtsız şartsız bağlanılmasının taassuptan ileri geldiğini düşünmek hatası şundan ileri geliyor: Bizler şeriatın içinde barındırdığı hakikatleri, diğer tabii kanunları anlayabilmek için başvurduğumuz kurallarla ve vasıtalarla anlayabilmiş değiliz. Yani bu hakikatler insan mahsulü keşiflerle, görmelerle ve düşüncelerle olmayıp bir Cenabı Hak tarafından peygamber vasıtasıyla bildirilmiştir.
Evet, bu hakikatler bizim keşfimizden, aklımızdan ve düşüncelerimizden doğmuş değildir. Bununla beraber tecrübelerimiz tamamen bu hakikatleri onaylar ve kabul eder. Ve o hakikatlerin müsaade ettiği keşifler ve düşünceler kendilerini tasdik ile neticelenir.”
Akılcılığın ve bilimin ideolojik olarak kendisine alan aradığı bir zamanda, şeriata karşı saldırılar artmış, dinin kültürel oluşum içinde birleştirici bir unsur olarak kabulü yaygınlaşmaya başlamıştır. Akla aykırı gelen ve bilimsel olarak ispatı mümkün olmayan dine ait kabullere inanmak, taassup olarak tanımlanmaktadır. Oysa şeriatın hakikatleri sonradan keşfedilmiştir ve insan becerisinin takati bu hakikatleri keşfetme imkânına sahip değildir. Şeriatın hakikatleri Cenabı Hak tarafından peygamber vasıtasıyla bildirilmiştir. Paşa, dikkat çekici bir inceliğe de işaret eder. Bu hakikatler insanın keşfinden, düşüncesinden ve aklından doğmamıştır, fakat insan tecrübesi bu hakikatleri onaylar ve kabul eder. İşte bu insan fıtratının, şeriatın hakikatleriyle nasıl da uyumlu olduğunun ispatıdır.
İnsan aklı ahlaki yasalar yapmaktan uzaktır
Said Halim Paşa, insanın keşif ve düşünce becerisinin ahlaki ve içtimai kanunları da keşfedecek kudrete sahip olup olmadığını da sorar. Elbette insan için bir takım hakikatleri keşfedebilir ve bazı kanunları çıkarabilir. Buna itiraz edilemez. Peki, ahlaki ve içtimai kanunları da çıkarabilir, bu hususta yasamada bulunabilir mi?
Paşa, bunun mümkün olmadığını söyler. İnsan ahlaki ve içtimai kabiliyete sahip bir varlık olarak kendi aklıyla, akılcı yollarla, saygı duyulacak ahlaki ve içtimai yasalar çıkarmaya müsait değildir. Hangi şartlar dairesinde olursa olsun, insani keşif ve düşünceyle hakiki anlamda ahlaki yasalar ortaya koyamaz. Zira insani keşifle ortaya konacak ahlaki ve içtimai yasalar, insanın hem kendi noksanlığından hem de uygulayacakların noksanlıklarından ve şaibelerinden ebediyen kurtulamaz.
Noksanlıklardan ve şaibelerden uzak ahlaki ve içtimai yasalar çıkarmanın insan için imkânsız olma sebebi; insanın bu husustaki fıtri kabiliyetsizliğindendir. Paşa bu tezine delil olarak Batı medeniyetini gösterir. Batılıların, pozitif bilimler hakkındaki başarıları bugün tarihin hiçbir devresinde görülmeyecek kadar yükselmiş iken, aynı toplumlar ahlaki ve içtimai kanunlara karşı hayret edilecek bir cehalet içindedirler. Ve onların bu cehaleti kendilerine çok pahalıya mal oluyor. İnsanlık her ne kadar bilim ve fende ilerlemiş olursa olsun, ahlaki olarak bir düzen içinde yaşamak istiyorsa, bu insan aklıyla mümkün değildir.
Said Halim Paşa, insan becerisini ve kudretini aşan ahlaki ve içtimai yasaların insanlığı saadet ve selamete götürmesinin imkânsızlığını yeniden hatırlatır. İnsanlığın saadet ve selamete ermesi için peygamberin kendilerine haber vermiş olduğu ilkelere tâbi olmalıdır. Eğer peygamber bu yasaları haber vermeseydi, ebediyen bu yasaları tanımaya muvaffak olamayacak, dolayısıyla da insanlık ebediyen saadet ve selamet yurdunu bulamayacaktı.
Said Halim Paşa meseleye biraz daha açıklık getiriyor.
“İşte sırf insanın fıtri olan bu kabiliyetsizliğinden dolayıdır ki peygamber bizlere bu ahlaki ve içtimai kanunları tebliğ ediyor. Diğer yandan kendi gayretimiz ve vasıtalarımızla diğer tabii kanunları keşfetmek vazifesini bizzat bizlere bırakıyor. Bu hususta yalnız beşikten mezara kadar ilim talebinde bulunmamızı tavsiye ile iktifa ediyor. Bir de Müslümanın en birinci vazifesinin, gücünün yettiği kadar ilim sahibi olmasını, hikmetin Müslümanın meşru malı olmasından dolayı nerede bulursa onu almakta tereddüt etmemesini, ilim tahsili için gerekirse Çin’e kadar gidilmesi gerektiğini bildiriyor.”
Müslüman dünyanın son iki asırdır ihmal ettiği ilmi çabaların yeniden canlanması gerektiğini ifade eden Paşa, ilmi alanlarda geri kalmışlığın bir an önce telafi edilmesi için çaba gösterilmesi gerektiğine işaret eder. Peygamberin ilim ve hikmetin peşinde koşulmasını buyurduğu bu tavsiye ve emirlerinden hiç tereddüde meydan vermeyecek şekilde şu netice ortaya çıkıyor: Şeriat, ilimde üstünlüğe müstesna bir ehemmiyet, hürmet gösterilecek bir mevkii vermiş ve bu ilimin insanlığın saadetine vesile olması gerektiği şeklinde anlaşılmasını buyurmuştur.
Said Halim Paşa, sözünün sonunda gerçek bir İslami cemiyetin nasıl olduğunu tekrarlar:
“Sözün kısası İslam’ın verdiği içtimai ders, bizlere tabii bir İslami cemiyetin yani ahlaki ve içtimai kanunların yürürlükte olduğu bir cemiyetin, mutlak hâkimin şeriatına dayanması gereken bir cemiyetten başka bir şey olmadığını öğretmekten ibarettir. Bir de şunu öğretiyor ki: İnsanlığın en mesudunun, ahlaki ve içtimai kanunlarını tabii hâkimiyetin kanunlarına itaat etmesini bilen cemiyetler olduğudur.”
Paşa, İttihatçı zihniyetin Batılı değerlerde kurmaya çalıştığı yeni toplum modelinin, şeriatın dışında inşa edilmeye çalışılmasının, bu toplumu saadet ve selamete götüremeyeceğini hatırlatır. Paşa bugünlere dair önemli sözler söylemektedir. 21. yüzyılda aynı düşünce merkezinde, Batının batıl değerlerinin kılavuzluğuyla inşa edilmeye çalışılan birey ve toplum modeli, Mutlak Kudretin şeriatından uzaktır. Gerçek bir İslam cemiyeti, Mutlak Hâkimin şeriatının ahlaki ve içtimai yasalarının, o cemiyette yürürlükte olduğu cemiyettir.
Sonuç olarak:
Said Halim Paşa, yaşadığı dönemde ortaya çıkan ferdi ve toplumsal alandaki olumsuzluklara, özellikle ahlaki dönüşüme dair önemli sözler söyler. Ferdi ve içtimai alanda ortaya çıkan ahlaki buhran, o dönemde endişe verecek boyutta olduğu gibi ileriye dönük zamanda daha büyük buhranlara dönüşecektir.
Paşa’ya göre, ferdin ve toplumun ahlaki olarak çöküntüsünden en başta sorumlu olan, her yönüyle Batı taklitçiliğini savunan Müslüman aydınlardır. Onlar bir bakıma dinlerinden utanmaktadır. Batı taklitçiliğini savunan Müslüman münevverler, hem Allah’a iman ettiklerini söylemekte, hem de Batının ahlaksız değerlerini savunmaktadır. Oysa İslam insanı bir tek Allah’a tapmayı emretmektedir.
Hakiki İslam cemaati-cemiyeti-toplumu İslam dininin şeriatına bağlı olan ve dinin emrettiği ilkelere riayet eden cemaattir. Sadece Müslümanlar değil, eğer saadet ve selamet istiyorsa, bütün insanlık bu dinin emrettiklerine bağlanmak, bir tek Allah’a kulluk etmelidir. Saadet ve selamete ermenin tek yolu, insan fıtratına uygun olan İslam dinine bağlanmaktır.
İnsan kendi aklıyla, insanlığın saadetini sağlayacak ahlaki yasalar yapamaz. Bu mümkün değildir. Zira insan heva ve hevesine uyan bir varlık olduğu için, yaptığı ahlaki yasalar hiçbir zaman eksiklikten ve tarafgirlikten uzak olamaz. Bu yüzden ahlaki yasalar Allah tarafından peygamberine bildirilmiştir. İnsanlık bu yasalara tâbi olmak zorundadır.
Müslümanlar geri kaldıkları ilim alanlarında ileriye gitmek için çabalamalı, çalışmalıdır. İlim tahsili için gayret göstermelidir. Okumalı, araştırmalı, peygamberin emrine uymalıdır. Zira hikmet Müslümanın yitik malıdır, nerede bulursa almalıdır. ν
Not: Ele aldığımız makale, Sebilürreşad’ın 19. Cilt, 494. Sayısında “İslam’da Teşkilat-ı Siyasiyye: İslam’ın İctimaiyyatı” adıyla neşredilmiştir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *