Türkiye’de olanlar, olması gerekenlerdi, çünkü rehber belliydi. Sosyal şartlar ve tarihsel bağlam buradaki insanları kapitalizmle yüzleştirdiğinde yapılacak tek şey vardı; İslam’ı yeniden yorumlamak. Hıristiyan ümmetin başından geçenleri tekrarlamak.
Hüseyin Alan
‘Kılavuzu karga olanın demişler…’ ya hani o misal; akılda bilimde, teknikte kalkınmada, eğitimde sivillikte, ilerlemekte refahta, özgürlükte demokraside kendilerini rehber edindiğimiz ‘Batı’yla’ nihayet…
Dininde-tanrıdan bağımsız ahlakında; hümanist insan modelinde-modernist sosyal hayat düzeninde; parayla terbiye edilmiş disiplininde-aç kalmamak için çalışkanlığında; sınıfsal yapılı kentliliğinde-vurgun kıtale dayalı medenililiğinde… de benzeştik.
Ne ‘siz onlardan olmadıkça…’ buyuran ayete, ne de ‘onlara benzeyen…’ sünnet uyarısına itibar etmedik; gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince tüm düğmeler mecburen yanlış iliklendi…
İlk düğme niye yanlış iliklendi? İlerlemeci tarih anlayışı dogma, insanlık tarihi Batıyı yaratan hizmetkar, geri kalmışlığa sebep İslam olunca; zihinler kalpler, akıl ve düşünce önce Grekleşti sonra aydınlandı.
‘One way’ işaretini kaçıranlar için başka yol sapağı yoktu; olsundu, nasılsa 4 çeker jeepte çalan müzik ‘vicdan, ahlak, adalet, insan’ nameleri mırıldanıyordu…
Hz. Muhammed’in ‘hepiniz çobansınız…’ sözüyle ‘ben Müslümanım’ diyen, tevhide şahitlik eden herkese;
‘Kendinden’ başlayıp ‘aileden komşuya, mesleki hayattan ticarete, sanattan üretime, eğitimden nesil yetiştirmeye, toplumsal birlik ve düzenden politik alana’ kadar her kademede ‘iktidar’ sorumluluğu veriyormuş,
Her iktidar alanında karar vericiye şeri hukuk temelli, Allah ve ahiret bağlantılı adalet ve merhamet şartı koşuyormuş;
Kimin umuruydu ki. Nasılsa herkes suç ortağıydı; hissesi kadar…
Yanlış iliklenen ilk düğmenin hikayesi neydi, hangi sosyal şartlar ve tarihsel bağlamda gerçekleşti.
İsevi ümmet Hıristiyan toplumu olduğunda Grek felsefesiyle çatışmaya girdi; hakikatin tayininde, doğrunun ve yanlışın tespitinde hangi bilgi, onu kim üretecek, onun niteliği vs hususlarında.
Bu çatışma kilise ile ansiklopedistler ve üniversite yani aydınlanmacılar arasında devam etti.
Bu arada sosyal, iktisadi ve siyasi hayatta değişiklikler oluyor, ‘insan-doğa-toplum ve gelecek’ tanımı ve bunlar arasındaki münasebetler yenileniyordu…
Tartışmanın özü şuydu: temsil ettiği Bilgi ve hakikat geleneğin son halkası aydınlanmacılar diyelim ‘hakikati akıl ve bilim’ tayin eder derken, kilise ‘vahiy ve ahlak’ diyordu.
Tartışma insanın ‘ahlak insanı’, Hıristiyanlığın da ‘ahlak dini’ olmasıyla neticelendi; akıl ve bilim maçı kazandı.
Weber’in tespitiyle ‘o ahlak’ kapitalizmi üretti; endüstri toplumunu yarattı; seküler hukuku ve demokratik siyaseti hükümran etti. Bu şartlarda;
Dinsiz/milliyetsiz ve cinsiyetsiz birey inşa edildi. Tanrı, iktidar/devlet, toplumsal yarar, aile, din temelli ahlak ve gelenek; bireyin var oluşu önünde, ergin akla ve özgürlüğe ulaşımında mücadele edilecek ‘düşmanlar’ kategorisine sokuldu.
Kant, ‘ergin birey aklı’nın önündeki düşmanların tümünü torbaya doldurup denize attı; Hegel o torbadan ulus devleti kurtarıp kendi ulusunu yaratmasını sağladı. Nietzsche, model ama üstün insanı yarattı.
İngiliz ve Fransız aydınlanmacıları bu konuları aşmış bir iki tık ileri geçmişti; onların ülkelerinde liberal özgürlükler ve serbest ticaret sadece girişimciye tanımış, ulusal ekonomileri ve koruyucu yasaları aşıp küresel soygun boyutuna geçmiş, dünyayı talana ve vurguna çıkmıştı…
Türkiye’de olanlar, olması gerekenlerdi, çünkü rehber belliydi. Sosyal şartlar ve tarihsel bağlam buradaki insanları kapitalizmle yüzleştirdiğinde yapılacak tek şey vardı;
İslam’ı yeniden yorumlamak. Hıristiyan ümmetin başından geçenleri tekrarlamak.
Dini, reel sosyal hayata, iktisadi ve siyasi düzene uyarlamak. Yani Müslüman Protestanlar icat etmek.
Oldu mu? Elbette. İslam ile hesaplaşmaya çıkanlar yahut İslam’ı yeniden anlamaya kalkışanlar aslında küresel sistemle hesaplaşmayı unutturma vazifesi üstlenmişlerdi.
Somut ifadelerle söylersek, Allahtan ve ahiretten bağımsız, şeri hukuk sisteminden kopartılmış ‘vicdan, ahlak, adalet, insan’ öğeleri neden, ısrarla öne çıkartılıyor dersiniz?
Denecek olursa ki modern paradigmanın tesirindeyiz, pozitivizmle çatışıyoruz; deriz ki geçmiş olsun; atomu parçalayan fizik orda kalmadı, devleti, toplumu, insanı da parçaladı; dini kendi halinde bırakır mıydı?
‘Sen de haklısın, doğru tek ve sabit değildir, kimsenin tekelinde de değildir, kim bunu söylüyorsa totaliterdir, meğer ki Allah dahi olsa…’ tarzı savunuyu kutsayan paradigmanın dini ve din temelli hakikati parçaladığına şahit değil miyiz?
‘Dön baba dönelim’ demişler; ‘bizim oğlan bina okur döner tekrar okur’ diye cevaplamışız.
Kılavuz dedik, sahi kimdi kılavuzumuz?
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *