“Müslümanlar yaklaşık yüz elli yıldır sürüp gelen zihin karışıklıklarına son vermelidir. Zira aynı senaryo daha önce de yazılmış ve senaryonun baş aktörlüğünü yine Müslüman aydınlar yapmıştır.”
Yakup Döğer
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’tan sonra başlayan ve özellikle II. Meşrutiyet’le beraber çok önemli bir hız kazanan modernleşme hareketleri siyasi, hukuki ve sosyolojik-kültürel alanlarda ete kemiğe bürünmüş olarak kendisini göstermeye başladı. Özellikle Batılı değerlerde süren yasama faaliyetlerinin son döneme yakın en önemli örneklerinden birisi, 25 Ekim 1917 yılında çıkan Hukuk-u Aile Kararnamesidir. Eğer kabaca söylemek gerekirse, bugünlerde tartıştığımız aile ve kadın üzerine yapılan Batılı değerlerde yasama faaliyetlerinin tarihi süreci, kanaatimizce bahsi geçen kararnameye kadar gider. Zira kararnamenin özünde, iktidarın aileye müdahalesi ve kadının toplumdaki statüsünün değişimi vardır.
Kararnâmenin hazırlanmasında İttihat ve Terakki’nin Avrupalı olmak emeline dayanan ve özellikle içtimai alanda, dine dayalı değerlerin erimesi için gösterdiği çaba gözlerden kaçmamaktadır. 1908 ihtilalinden bu güne, bir devlet politikası olarak Batılı olmak serüveninin sürdüğünü söylemek sanırım abartı olmayacaktır. Batının değer yüklü siyasi, hukuki, kültürel ve sosyolojik varlığı, bütünüyle İslam dünyasına taşınmak istenmektedir. Genel anlamda kısacası söylemek gerekirse, bugün politik alanda faaliyet gösteren bütün siyasi partilerin tüzükleri, tipik birer İttihat Terakki Nizamnamesi’dir.
Osmanlı Modernleşmesinin son dönemine yakın fikri alanda kendisini gösteren akımlardan Batıcıların, İslamcıların ve Türkçülüğü savunanların ortak bir söylemde birleştiği görülmektedir. O da, kadın haklarıyla ilgili öne sürülen değişim ve dönüşüm talepleridir. Üç fikri akımında kadın haklarıyla yakından ilgilendiği görülmektedir. Batıcıların ve Türkçülüğün bu ısrarının anlaşılması zor değildir. Fakat burada anlaşılması zor olanın, dönemin İslamcı cenahının da bu yanılgıya düşmüş olmasıdır.
Dönemin İslamcı cenahının, çok hazırlıksız yakalandıkları felsefi ve sosyolojik saldırılar karşısındaki şaşkınlığı gözlerden kaçmamaktadır. İslamcı cenahın, “Müslüman kalarak Avrupalı olmak” gibi imkânsız bir tezle kendilerini savunduğu görülmektedir. Fakat bunun nasıl mümkün olacağına dair bir yol haritaları da ellerinde yoktur. Özellikle kadın hakları üzerinden geleneğe karşı süren olumsuz propaganda, dönemin en radikal Ulemasını dahi etkilemekten geri kalmamıştır.
İttihatçı zihniyete en sert muhalefet eden biri olarak Mustafa Sabri Efendi bile, bu rüzgârın etkisinde kalmıştır. Nitekim yazdığı bir makalesinde kadın haklarını savunurken, “kadın isterse çocuğunu emzirmez, yemek yapmaz” gibi ifadelere yer vermektedir. Bu örnek dönemin İslamcılarının hem kendilerine olan özgüvenden eksik olduklarını, hem de savunmacı yönlerini göstermesi açısından kayda değerdir.
Dönemin Müslüman muhalefetini bu noktaya getiren ise, Tanzimat’tan başlayan ve günümüzde dahi geçerliliğini koruyan söylemdir. O söylem de: “İslam bugüne kadar yanlış anlaşılmıştır, kadının bu haline sebep İslam değil, Müslümanların dinlerini yanlış yorumlamalarıdır.” Aynı söylemi daha önceleri de, Batılı oryantalistlerin ortaya attığı, “İslam ilerlemeye manidir” tezine karşı da dile getirmişlerdi. Bu tezle kendilerini savunmak zorunda kalan dönemin Müslümanları, farkında olmadan geçmişini de yok saymaktadır. Müslüman kalarak Avrupalı olmak gibi imkânsız bir serüvene rıza gösteren Müslümanlar, ne yazık ki 21. yüzyılda da bu söylemden vaz geçmiş değildir.
Hukuk-u Aile Kararnamesinin çıkmasında etkili olan sebepler arasında, Osmanlı modernleşmesiyle birlikte toplumda yaşanan kültürel değişim ve feminizm akımı önemli yer tutar. Özellikle feminizm akımının Müslüman toplumda etkili olmaya başlamasıyla birlikte, kız çocuklarının Batılı tarzda eğitim görmesi gerektiği, karma eğitimin yürürlüğe konma girişimleri ve devletin aileyi kontrol etme çabaları, kararnamenin çıkmasında etkili olmuştur. Feminizm ideolojisinin enken denebilecek dönemde bu derece etkili olması, Müslüman ahaliyi sürükleyen öncü kadronun zihin yapısını anlamak açısından önemlidir.
Mehmed Fahreddin, Sebilürreşad’da feminizm üzerine yazdığı makalede, durumun vahametini ortaya koymaktadır. Mehmed Efendi, abone olduğu Paris Postası gazetesinde yer alan bir haberi naklederken, aynı zamanda içinin yangınını da haykırmaktadır. Fakat ne yazık ki gelinen eşikten geri dönmek bazen çok zor olduğu gibi, bazen de imkânsızdır.
“Paris Postası “Genç İslâm kızları çarşafları atıp Paris’imizin gösterişli hayatını koşuyorlar. Kaçan kaçana! Abdülhamid telaş içinde. Şeyhi Ebu’l-hüdâ İslâm kadınlarının Hıristiyan aileleriyle görüşmekten men’ edilmesi lüzumunu tavsiye ediyor. Geçmiş ola!” sözleri hançer gibi yüreğime batmıştı. Hâlâ o meş’ûm satırları unutamıyorum.
Artık şimdi kadınlarımızın tesettürlerine, iffet ve ismetlerine riayeti unutmamalarına dair bir Şeyhülislamlık beyannamesi yayınlanınca, feministlerin sinirlenmelerine, beyannameyi tenkit etmelerine, aşağılamalarına hiçte hayret etmemelidir.” (S.R. cilt 8, sayı 195, sayfa 228, tarih 30 Mayıs 1912)
Bugünde bu durumda değişiklik yoktur. Avrupalı değerlerde toplumun dönüşmesi, dinin sosyal hayattan sürülmesi, demokratik temelli bireysel özgürlüklerin yasal zeminde güvence altına alınması, özgürlük adı altında her türlü sapkınlığın serbest bırakılması, bugünün dünden farklı olmadığını göstermektedir.
Hukuk-u Aile Kararnamesinin hazırlanmasında en önemli baskı, Batıcılar ve Türkçüler tarafından gelirken, içeriğinin hazırlanmasında ise ulemanın katkısı olmuştur. Bu durum çok dikkat çekicidir. Zira Müslümanlar, Batının baskısıyla Batıcı ve Türkçülerin ileri sürdükleri bir kararnamenin içeriğini, İslami motiflerle kendileri doldurmuştur. Kararnamenin hazırlanmış içeriğiyle meclisten yasa olarak geçmeyeceğini bilen İttihatçılar, 1876 Kanun-i Esasinin 36. maddesine dayanarak hazırlanan yasayı kararname olarak yürürlüğe koymuştur.
Burada bir farkındalık oluşturmak için dikkat çekici bir hususa daha değinmek istiyoruz. O husus, Hukuk-u Aile Kararnamesini gündeme getirerek yasallaştıran Batıcılar ve Türkçüler, kararnamenin içeriğinde ulemaya müracaat etmişler ve dönemin ulema sınıfı bu konuda gerekeni yapmıştır. 21. yüzyıla gelindiğinde AB’ye girmek arzusunu tek hedef olarak gören siyasi iktidar(lar) da, Avrupa’ya uyum yasaları oluştururken, muhafazakâr entelektüellerden azami derecede yararlanmıştır. Yani, yüzyıl önce Batının değerlerinde aileye müdahale Müslüman ulema eliyle olurken, yüzyıl sonrasında da Avrupa’ya benzemek idealinin sönmez ateşi, yine Müslüman entelektüeller eliyle alevlendirilmiştir. Sonuçta zihniyet olarak değişen bir şey yoktur.
İttihatçıların kararnameyi çıkarmak için dayandıkları Kanun-i Esasi’nin 36. maddesinde şöyle demektedir:
“Meclis toplanamadığı zamanlarda devleti bir tehlikeden veyahut genel emniyeti bozulmaktan korumak için zaruri haller ortaya çıktığı ve bu konuda lüzum görülecek kanunun müzakeresi için meclisin çağırılması ve toplanması müsait olmadığı halde… Kanun-i Esasinin genel hükümlerine aykırı olmamak şartıyla Bakanlar Kurulu tarafından verilen kararlar, meclisin vereceği karar kadar kanun ve hüküm kuvvetindedir.”
İttihatçı iktidar bu girişimiyle büyük bir hile yapmış, “Millet-i Hâkime”yi görmezden gelmiştir. Zira bu kararname ne devletin tehlikesini bertaraf etmek için, ne genel emniyetin bozulmasını engellemek için, ne de zaruret hali var olduğu için yasallaşmıştır. Bu girişimin, Batının kültürel değerleri doğrultusunda Müslüman aileyi yeniden inşa etmek üzere gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır.
Osmanlı modernleşmesinde bir milat olarak Tanzimat Fermanı’nı merkeze koyacak olursak, Tanzimat’tan sonraki en önemli eşiğin II. Meşrutiyet’le aşıldığı görülmektedir. Bu tarihten sonra başlayan siyasi, hukuki ve kültürel değişim çok hızlı şekilde seyretmiştir. Hukuk-u Aile Kararnamesi de bu değişim seyrinin bir sonucudur. Bu kararnameden önce Osmanlıda aile hukuku yazılı bir metin olmaktan öte, şer’i ve örfi hukuka göre, devlet müdahalesinden bağımsız işlemektedir. Şer’i hukuk meşruiyetini doğrudan Kur’an, Sünnet, icma ve kıyasa dayalı olarak sağlamaktadır. Meşruluğu için hiçbir kişi ve kurum onayına ihtiyaç duymamıştır.
Kararnamenin genel muhtevası
Kararname, her yönüyle çok detaylı maddelere sahip olması ve gayrimüslimleri de kapsayan hükümlerinin bulunması bakımından, demokratik temelli çoğulcu bir toplum yapısının inşasını öngörmektedir. Bunun amacının da hukuk birliğini sağlayarak, merkezi yönetimin güçlenmesini sağlamaya dönük olduğu anlaşılmaktadır.
Kararnamede nişanlılıktan, nikâha, boşanmadan nafakaya, mehirden mirasa kadar hemen hemen aile ile ilgili her şey hükme bağlanmış, bütün işlemlerde devlet kontrolü şart koşulmuştur. Özellikle nişanlılık ile ilgili uygulamalar günümüzde dahi örfe göre yapılırken, kararnamede tarafların nişan merasimleri bile bir kurala bağlanmıştır.
Kararnamede evlenecek tarafların evlenme ehliyeti, kadın ve erkek için belli yaşı doldurma mecburiyetine bağlanmıştır. Evlenecek erkeğin 18, evlenecek kızın ise 17 yaşını doldurması şart koşulmuştur. Evlenmede ehliyet sahibi olmanın, yani buluğa ermenin şartı olarak yaş sınırı getirilmiştir.
Kararname nişanlanma, evlenme, boşanma, nafaka, miras, evlenme ehliyeti konularında devlet kontrolünü artırmış, tarafların yüzyıllardan beri kendi aralarında devletten bağımsız olarak işlettikleri hukuk, bu anlamda her yönüyle devletin müdahalesine açık hale getirilmiştir. Evliliğin geçerli olabilmesi için hakimin tescili şart koşulmuştur.
Kararname ile ilgili söylenebilecek en önemli husus, içerdiği maddelerden ziyade, aileye devletin müdahalesidir. Yüzyıllardan beri, iktidardan bağımsız olarak kendi özel alanında fıkıh temelli (doğrusuyla yanlışıyla) işleyen şer’i hukuk, bu kararname ile itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Bunu temel amacının ise, Müslüman kalarak Avrupalı olmak çabası olarak değerlendirilebilir.
Yaşadığımız dönemde aile ve kadın üzerinden yapılan tartışmaların tarihi izlerini bu kararnamede görmek mümkündür. Kararname çok kısa süre yürürlükte kalmasına rağmen, toplumda oluşturduğu etkiler, kararnamenin kalkmasıyla ortadan kalkmamış, hukuki sosyolojik etkisini sürdürmüştür. Bugünlerde başta İstanbul Sözleşmesi olmak üzere, aile kadın, evlenme, boşanma, nafaka, çocuğun velayeti, kocanın evden uzaklaştırılması üzerine yaşanan kamusal tartışmalara ve iktidarın bu hususlarda teşvik edici olmasına şaşırmamak gerekir.
İktidarın yaptıklarına ki, iktidarda kimlerin olduğuna dair tartışma yaşanan gelişmelerin dışındadır. Mesele devlet meselesidir ve devlet laiklik, hümanizm, feminizm ve özgürlük üzerinden, manevi değerleri eritmeye dönük politika gütmekte, bu merkezde yeni toplum inşasını tamamlamaya çalışmaktadır. Yani kısacası Müslüman ahaliyi, tipik bir Avrupalı yapmak çabası içindedir.
Günümüz Müslüman entelektüelleri kendi zihinleri içinde çelişki halindedir. Öyle ki, fertte, ailede, toplumda yaşanan ahlaki ve manevi erozyona karşı feryat-ı figan etmelerine rağmen, bu erozyonu ortaya çıkaran, çıkardığı gibi, daha da derinleşmesini yasal zeminde sağlayan iktidara karşı çok müşfik davranıyorlar. Ali Rıza Demircan Hoca’nın dediği gibi, “İslâm karşıtı düzene evet, İstanbul Sözleşmesine hayır” diyorlar. Oysa Müslümanların hedefi, günübirlik meselelerden çok daha yüksek olmalıdır.
Müslümanlar yaklaşık yüz elli yıldır sürüp gelen zihin karışıklıklarına son vermelidir. Zira aynı senaryo daha önce de yazılmış ve senaryonun baş aktörlüğünü yine Müslüman aydınlar yapmıştır. Hararetle yapılan tartışmalar, Batı merkezli izlenen, İslamsız politikanın bir sonucudur. Sonuçları tartışmak meseleye aşinalığın üstünü örttüğü gibi, bizi nedensellik üzerinde durmaktan da alıkoyar.
Müslümanların esas sorunu, ne yüz yıl önce çıkmış olan Aile Kararnamesidir, ne de bugünlerde çok tartışılan İstanbul sözleşmesidir. Fertten topluma insanlığı Allah’a isyana ve dinsiz bir hayat yönelten cahili düzenin kendisidir. Mevcut egemen düzen, geçmişten günümüze problemlerimizin esas kaynağıdır. Bu merkezde toplumu dönüştürmek, Müslümanların esas meselesi olmalıdır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *