Biatı, demokratik paradigma yahut “olanın olması gerekenden koptuğu” sosyal şartlarda düşünmek aynı zamanda “reel” olanı esas alıp onu “değer”den kopartmak demektir.
Hüseyin Alan
Demokratik paradigmanın ve demokratik siyasal rejimlerin yaygın ve etkin olduğu çağdaş dünya, “sosyal sözleşme kuramı” teorisine dayalı toplumsal bir sistem yapılanmasıyla tarih sahnesine çıkmıştır.
Teba yahut kulluk rejimi olarak adlandırılan tarihsel ve toplumsal geleneksel dönem siyasetlerinde, mutlak iktidar sahibi, imtiyazlı, aristokratik veya krallık rejimleri cari idi. Bu biçimdeki toplumsal yapılanma “eşit yurttaşlık” bilinci, ‘hak’ ve ‘hukukuna’ sahip olmayan, koşulsuz itaat eden teba statüsünü ifade ederdi.
Sosyal sözleşme teorisi kabul edildiğinde yurttaşlar yöneticilerini seçme hakkına sahip olacak, kimi haklarından feragat ederek toplumsal düzeni koruması, istikrarı ve barışı tesis etmesi için devleti yetkilendirecek, anayasa ile teminat altına alınan haklarını savunma ve koruma yetkilerine kavuşacaktı.
Yurttaş statüsüne kavuşan eskinin tebası artık “ifade özgürlüğü, irade beyanı, seçim, temsil, ortak akıl, tartışma, denetleme, hesap verebilirlik, kararlara katılım” gibi demokratik ilkelerle özgür ve eşit yurttaş olacaktı.
Burada özgürlük; kral ve kilise/dinden bağımsızlığı, eşitlik; kana, soya ve mülke dayalı imtiyazlı sınıfın ortadan kaldırılıp herkesin eşit statüye kavuşmasıyla irtibatlıdır.
Demokrasiyi, vaz geçilmez standartlarıyla bu gün bilinen en faziletli siyasal rejim olarak savunanlar, onu, eskinin imtiyazlı mutlak krallık rejimleri ve kilisenin otoritesiyle kıyaslayarak yüceltirler..
Batıda, mutlak monarşi yahut onun ortağı Kilise iktidarı altında yaşanmış 1000 yıllık ortaçağdan demokratik standartların yerleştiği modern çağa geçiş, kendileri bakımından önemli bir toplumsal ve siyasal devrimdir. Bu sebeple Batı Avrupa (sonradan Kuzey Amerika) imtiyaz sahibi mutlak monarşinin tebası ve Kilisenin itirazsız cemaati olmaktan kurtulup demokrasiyle birlikte özgür ve eşit yurttaş statüsüne kavuşmuştur.
Demokrasinin karşıtı olarak sunulan mutlak yetkilerle donanımlı saltanat rejimleri yahut diktatörlük, dolayısıyla bunların ortağı ve destekçisi kilise/din de, bu sebeple Batıda gericiliği ve kötülüğüyle markalanmıştır. Sosyal sözleşme teorisiyle eşit yurttaşlık statüsünü, insan haklarını ve özgürlüklerini anayasal garantiyle sağlayan demokrasi ise, aynı sebeple yüceltilmiştir..
Çağdaş dünyada en faziletli rejim olarak savunulan demokrasi, Müslüman toplumlarda ithal rejim olarak yürürlüğe sokulduğunda, demokrasinin karşıtı olarak “biat” ilkesi sayesinde mutlak iktidarını koruduğu söylenen saltanat rejimleri kötülenerek yüceltilir. Kıyas, demokratik seçimlerle biat ilkesi arasında yapılır.
Demokratik ilkelerin tek tek ele alınmasıyla veya demokrasi tarihine bakılarak gerçeğin gösterildiği ya da sanıldığı gibi olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Burada mesele,
Müslümanların siyasi toplumsal tarihinde gerçekleşmiş saltanat sistemi ya da sultan halifelik dönemleri elbette savunulacak bir şey değildir. Buna rağmen buradaki sorun,
Tümüyle İslami olmadığı bilindiği halde ama İslami toplumsal ve siyasal rejim olarak temsil edilmiş de olan o siyasal sistemlerin zorbalığına gönderme yaparak, demokrasinin en faziletli rejim olarak yüceltilmesi için yeterli ve gerekli bir sebep sayılıp sayılamayacağıdır..
Müslüman toplumlarda teba/kulluk statüsünü sürdürdüğü, yönetici sınıfa mutlak itaati meşru kıldığı dolayısıyla, demokratik yurttaşlığa engel teşkil edip demokratik standartların yükselmesi önünde engel teşkil ettiği için değersizleştirilen “biat” meselesine özetle göz atalım:
İlk söylenmesi gereken, biatı, demokratik paradigma ve ilkelerle ve modern toplumsal şartları veri sayarak düşünüp değerlendirmemek gerektiğidir. Başka bir deyişle biatın, kendi bağlamında, Müslümanların sözünün hükümran olduğu toplumsal ve siyasal şartlarda düşünülüp değerlendirilmesi gerektiğidir.
Dolayısıyla “ideal” ile “reel” ikilemi yaratıp ideali “hayale”, reel olanı toplumsal ve siyasal “gerçekliğe” has kılmış olmaktan yahut, “olan” ile “olması gereken” arasını kopartıp “değeri-reele” kurban etmekten sakınmak icap eder. Ayrıca tarihselci yaklaşımın değişken şartlarla bağımlı “sabit din/ahlak/ibadet-değişken şeriat/hukuk/siyaset” tezine de kapılmamak icap eder..
Kendi bağlamında düşünüldüğünde biat, sanıldığı veya gösterildiği gibi mutlak itaat sağlayan siyasi bir anlaşma, rıza ve irade beyanı değildir. Müslümanlığın Allah ile yapılmış bir ahidleşme olduğunu, mutlak olanın Allah’ın bildirdikleri olduğu, dolayısıyla buraya dayanılarak, sosyal hayatı düzenlemek üzere yapılan içtihad ve icma ile karar verilmesi gerektiğini bilenler için, fazla söze gerek yoktur.
Kendi bağlamında biat’ın şartlarından birisi, biat etme bilinci ve ehliyetine sahip “elit” bir grubun varlığı, bunların icma ile karar almasıdır. Bunlar, aynı şartları taşıdıkları halde içlerinden birini, başka bi deyişle eşitler arasında birinciyi seçen “yükümlülük” ve “sorumluluk” sahibi “seçici kurul” veya “ehli hal ve akd” üyeleridir. Üyeler, seçme yetkisi kadar yanlış yaptığında yöneticinin yakasına yapışıp onu düzeltmek yahut azletmek sorumluluğu ile yükümlü olanlardır.
Bu grup, Müslüman toplum nezdinde değer üreten; hayatlarında ahlakı, adaleti, dürüstlüğü, emanete riayeti ve yanlışı doğrultan halleriyle şöhret bulmuş; sözü dinlenen, itibarı yüksek “ileri gelenlerdir.” Raşit halifeler sonrası dönemlerde iktidarlardan bağımsız, kazancını kendi temin eden, özgür ve cesur kişilikleriyle ilim ehlidir; toplumsal işlerden ve insanlık hallerinden anlayan ehil insanlardır. Tarihi tecrübe de bunu gösterir.
İlla gerekmez ama ülkemizde pek rastlanmadığı için demeli ki, İslam hukuk sistemi ve İslam hukuku üzerine çalışma yapan uzman ve çağdaş müsteşriklerin tanıklığı da dikkate alınabilir. Bunların ortak görüşü şöyle özetlenebilir:
“İslam hukuk sistemi bilinen en yüce, ahlaki ve adil bir hukuk sistemidir fakat sistemi uygulanır kılacak teminattan veya kurumsal yapıdan mahrumdur. Tarihsel tecrübede bu türlü bir garanti geliştirilmediği için saltanat rejimleri veya diktatörlük önlenememiştir. Bu sebeple günümüz şartlarında uygulanması mümkün değildir.” derken;
“Çağdaş seküler hukuk sistemi en adil bir sistem değildir fakat ‘güçler ayrılığı prensibiyle’ anayasal teminat altına alındığı ve kurumsal garantisi tesis edildiği için uygulanabilir en iyi hukuktur” demeleri de bu yüzdendir..
Bundan sonra iki şeyin izahı yapılabilir:
1: Biat, ilk aşamadaki seçici kurul da denebilir, yanlış yaptığında biat edilenin ve onun atadığı emirlerin yakasına yapışma ve onu düzeltme sorumluluğu taşıyanların işidir. Kural, kendi görüş ve beklentisine uymasa da masiyet/kötülük/zulüm/haksızlık emretmediği sürece itaat farz; aksi halde düzeltme/isyan/azl farzdır.” Başka bir deyişle Allah’ın dışında “mutlak itaat” diye bir biat söz konusu değildir.
Medine döneminde siyasi bir varlık olarak ortaya çıkan Müslüman milletin diğer milletleri de yönettiği şartlarda, toplumsal işler için karar almak gerektiğinde, istişare ve rıza arayan Peygamberini “bu söylediklerin vahiy midir yoksa kendi görüşün mü” diye sorgulayabilen;
Mescidde herkesin huzurunda “sen kim oluyorsun da Allah’ın bize tanıdığı bir hakkı elimizden alıyorsun” diye halifeyi hesaba çekip onu düzeltmek maksadıyla ‘isyan’ edebilen şuurlu ve sorumlu Müslümanlıktan, yani olması gerekeni hatırlatan veya değeri yücelten biat ehlinden bahsediyoruz.
2: “Olması gerekenle olan arasında” bir kopukluk oluşmuşsa “reel” olanın “değerle” de arası kopmuş demektir. Bunun sorumluluğu sadece, biat edildiği için Herakl, Şah, Hakan, Sultan olanlarda aranmamalı, en az onlar kadar biat bilinci, sorumluluğu ve yetkisi olanların da kusuru görülmelidir.
Referansını peygamberden alan raşit halifeler dönemine bakıldığında “olanın olması gerekene uyumluluğu” tartışma götürmez tecrübeye işaret ediyor. Arada olup biten siyasi çekişmelere bakıp büyük resmi görmemek hakkaniyete uymaz, gerçekle bağdaşmaz.
Onlardan sonra gelenlere bakıldığında, biat edildiği halde Herakl, Şah, Hakan, Sultan olanların “siyaset/devlet işleri tarafı ile toplumsal hayattaki vaziyet tarafını ayrıştırdığı” görülür.
Bu farklılaşmayı görmek de önemlidir. Buna rağmen;
Hukuk yapma ve denetleme yetkisinin devletlü sınıfta değil “medreselerde, alimlerde, uzmanlık eğitimi almış müçtehid kadılarda, ahlakı ve adaletiyle öne çıkmış ileri gelenlerde” olduğu bilinmelidir.
Devletlü sınıf ya da, hiyerarşide en baştakinden diğer yönetici emirlere kadar, bunlar, şeri hukuk temelinde olmak kaydıyla devlet içinde idari düzenleme yapma yetkisine sahiptir. Bu esastır. İktidarlara bağımlı kimi kurumsal yapıların şeriata mugayir düzenlemeleri onaylaması ve bu sayede muhaliflere yapılan baskılar, bu esasa kıyasla detaydır..
Biatı, demokratik paradigma yahut “olanın olması gerekenden koptuğu” sosyal şartlarda düşünmek aynı zamanda “reel” olanı esas alıp onu “değer”den kopartmak demektir. Bunun yerine “olması gereken” ile ya da kendi bağlamında ve sosyal şartlarında düşündüğümüzde, referans dönemi esas alınırsa başka bir siyasi sistem ve toplumsal yapının temel ilkesi olduğu anlaşılacaktır.
1 Comment
Adem
26 Temmuz 2020, 16:02Bırakın artık şu kelamciligi dindar insanlarla uğraşıp yasarin , eli açık agizlarini
REPLY