Hayatımın en anlamlı, en sevinçli günleri olan 1439 Hicret yılında yaptığımız Ramazan umresinden damağımızda kalan tatlardan bahsetmeyi, umreden geldiğim günlerde hiç istememiştim.
Mehmed Durmuş
Bu sene ise nedendir bilmiyorum, o oranda yazma-yayınlama isteği uyandı bende. 2018 yılı 14 Mayısında başlayıp, 17 Haziran 2018 yani Ramazan bayramının üçüncü günü, annemin gölgesi altındaki büyük ailemizle kahvaltı sofrasında noktalanan, yaklaşık olarak 35 günlük bir umre. Kendimi anlatmaktan sıkılırım fakat umre ‘kendim olmak’tan başka bir şey olduğu için rahatım.
Hayatım boyunca hep iple çektiğim bir ziyareti Rabbim ancak, ömrümün ellili yıllarının ortalarında nasip etti. Ben ve eşim, Nurettin ağabeyim ve eşi olarak dört kişilik oldukça uyumlu bir küçük kafile olarak çıktık yola. Yolculuğumuzun uçak kalktı-indi kısımlarından, Suudi havaalanında pasaport kontrollerindeki tuhaflıktan v.b. bahsedecek değilim. Sadece şuna yer verebilirim, havaalanında benim işlemler bir ara radara takılır gibi oldu ama polis memurunun “elhamdü lillah” demesini de gerektirecek şekilde, ‘kötü’ bir şey çıkmadı…
Ramazan umremiz bizim mini kafilemiz için olağanüstü derecede huzur verici olmuştu. Hacca ya da umreye gidip de, gerek Suudilerden gerekse umreci/hacılardan şikayet etmeyen insan çok nadirdir. Kuşkusuz benim de şikayetlerim olacak ama benimkisi aslında şikayet değil, bazı tespitler. Bu tespitlerin haricinde, umreden kalan damak tadımız arasında acı bir tat bulunmayacaktır. Hemen burada bu tespitlerin bazısına yer verebilirim.
Biz dört kişi Umre boyunca -bir de Ramazan olunca- Kur’an’la bağımızı çok güçlü tuttuk Rabbimize hamdolsun. Tavaf yaparken dördümüz birlikteliğimizi iyi koruyorduk ve ben bir elimde tuttuğum Kur’an’dan yüksek sesle bir sureyi okuyor, peşinden anlamlarını veriyordum. Hem tavaf yapıyoruz hem de Kur’an’ı anlamıyla birlikte tilavet ediyoruz. Bu bize doyumsuz bir haz veriyordu. Bilhassa Tevbe suresini okumanın tadına doyum olmuyordu. Tavafları bitirince ya Kabe’nin avlusunda ya da revakların altında, müsait ama Kabe’yi gören bir köşede o günkü cüzün yarısını yine anlamıyla birlikte okuyorduk. Bu okumalarımız esnasında dört ayrı sefer Suudi görevliler tarafından rahatsız edildik. Molla kılığındaki görevlinin üslup olarak da son derece itici bir tavırla bize gösterdiği tepki, güya kadın-erkek karışık oturmamızdı, hanımlarımızın kadınlara mahsus bölmelere gitmesi gerektiğini işaret ediyorlardı. Bunun, dört kişi tarafından Kur’an müzakeresi yapmaktan duyulan rahatsızlık olduğu kanaatine vardık çünkü bilenler bilir ke o an orada kadın erkek zaten iç içedir ve biz kimseye bir rahatsızlık da vermiş değildik. Bir başka gün de, bizim kafileden izin alıp, tek başıma Safa-Merve’nin son katında, defterime bir şeyler karalamaya başlamışken, Kur’an-ı Kerim’in önümde yerde durmasına tepki gösteren görevli bir molla huzurumu kaçırmıştı.
İkinci tespitim, Mekke ve Medine’de Suudi zihniyetinin bütün bir tarihî mirası kazımakta nasıl bu kadar başarılı olduklarına dairdir. Mescid-i Haram’da dahi Kabe’den başka tarihî hiçbir iz bırakılmamıştır. İbrahim Nebî’nin mirası Mescid-i Haram beton ve birikete kurban edilmektedir. Mescid-i Haram’ın hemen yanı başında, Rasulullahın doğduğu ev diye tanıttıkları, üzerine de bir ‘kütüphane’ talebası astıkları, daha yaklaşırken adeta paylandığınız uyduruk yapı bir utanç vesilesidir. Bizde herhangi bir şehrin kenar mahallesindeki iki katlı beton sıvalı bir evi andıran bu yapıyı yıksalar Muhammed (sav)’in hatırasına daha hürmet etmiş olacaklar. Harameyn bölgesi İsrail’e teslim edilseydi belki tarihe bu kadar hoyrat davranmayabilirlerdi.
Şimdi bir ‘tespit’ değil, gerçek bir şikâyete yer vereceğim ama bu da ‘bizimle’ ilgili. Oteller son derece konforlu, yemekler oldukça iyi ve bol lakin israf da o derece diz boyu. Bir an için bu insanlar umreye mi elmişler, turistik bir tatildeler mi, karar veremiyorsunuz. Şu karantina günlerinde marketlerde rastladığımız bazı aç gözlülüklerin bir benzeri otellerde yemek saatlerinde yaşanmaktadır.
Ramazan umresi olması hasebiyle, Mescid-i Haram’da düzenlenen iftar sofraları son derece keyifli ve bereketli oluyordu. İftara iki saat kala naylon sofralar seriliyor ve üzeri iftarlık yiyeceklerle donatılıyordu. Çocuklar ve gençlerin sofraların düzenlenmesindeki hizmetleri görülmeye değerdi. Rasulullahın Mescid-i Nebî günleri gelip gidiyordum gözümün önünde. Gerçek bir İslam toplumunu yeniden inşa ettiğimizde Allah’ın bu Beyt-i Atîk’inin daha ne güzelliklere sahne olacağını düşünüyordum. Sanki bütün insanlık Kabe’ye hurma ve zemzemle oruç açmaya gelmiş sanıyorsunuz. Mescid’in dışında da gözün alabildiği yerler iftar sofrasıyla kuşatılmış gibiydi. Güneşin batmasıyla beraber Kabe’nin üzerinde ılık, tatlı meltem esintisi iftar neşemizi adeta taçlandırıyor. İftarlık yemek hurma ve zemzemden oluşuyordu. Ezanla birlikte yediğimiz sekiz on tane hurma akıl almaz şekilde doyuruyordu insanı. İftar süresi yedi-sekiz dakikayı geçmiyordu, hızlı bir şekilde akşam namazına geçiliyordu. Bizim mini kafilemiz misali umrecilerin en büyük sıkıntısı da o anda başlıyordu: Amerika’ya, İsrail’e övgüler düzen, Suudi rejiminin kapı kulu Sudeys gibi ‘İmam’ların arkasında namaz kılmak, o namazın kılınmadığı anlamına geliyordu. Biz artık bilmecburiye bu sözde imamların arkasında namaza dururken namaza niyetlenmiyor, öylesine yatıp kalkıyorduk, cemaatten sonra kendimiz namazımızı münferiden kılıyorduk.
Umrenin belki üçüncü günüydü, öğle ezanı okunduğunda Harem’deyiz. Hanımlar onlara mahsus bir alana geçtiler. Ağabeyimle, cemaate uymama, ayrı kılma hususunda anlaştık. Fakat bilenler bilir, bilhassa farz namaza başlandığında Kabe’nin etrafı şöyle dursun, Mescid-i Haram’ın dışında, hatta çarşının da belirli kısımlarında adeta hayat duruyor. Servisler çalışmıyor, dükkanlar kapalı. Mescid-i Haram içinde olup da, o anda namaza iştirak etmemek çok büyük bir cesaret… Namaz başlayınca bizim de yerimiz daraldı, sığınacağımız hiçbir mahal yok. Dışarı açılan büyük kapılardan birine doğru yürüdük ve artık dışarı çıkma noktasına geldik ama çıkmadık. Suudi askerler dikkatlerini üzerimize çevirdiler “Hacı, yallah salaat” diyor. Ben de “eşimi bekliyorum” dedim (yalan değil, hanımlarla namazdan sonra buluşmak için sözleşmiştik). “Eşini bekliyorsun?” dedi ama biz sanki daha da şüpheli hale geldik. Neyse İmam selam verince biz de bir yerde namazımızı kıldık fakat bir daha böyle bir işe teşebbüs etmedik.
* * *
Umre ya da hac vesilesiyle, İslam’ın doğduğu bu mübarek beldelere gittiğimde Kabe ve Mescid-i Haram’ın dışında Cebel-i Nur, Sevr dağı, Medine’de Uhud, Bedir ve Hendek savaşının yapıldığı mekanları görmeyi çok arzu ediyordum. İçimde, umreye gittiğimde nasıl olsa Beytullah kesede keklik, asıl olarak bu zikrettiğim mekanları görmeliyim diye bir ahd vardı. mesela Taif özlemi hepsinin önüne geçiyordu. Bizler henüz umre için şehrimizden ayrılmadan, Suudi yönetiminin Hira ve Sevr mağarası gibi yerlere çıkmayı kesin olarak yasakladığına dair haberler yayılmaya başlamıştı. Bu haberi bizi götüren şirket de kuvvetli şekilde tasdiklemişti. Meğer bunun, hac-umre organizatörü şirketlerin bir oyunu olduğunu bizzat yaşayarak fark ettik. Şunu anladık ki, Mekke, Medine’de, ‘paket program’ diyebileceğimiz, her şirketin uyguladığı ziyaret yerlerini gezdirmenin haricinde benim beklentimdeki gibi, başka mekanlara ziyaret düzenlemek para, eleman ve vakit demek oluyordu. ‘Suudiler yasakladı’ yalanıyla bu yüklerden kurtuluyorlardı.
Cebel-i Nur
Mekke’ye vardığımızın ilk üç gününde Mescid-i Haram’ı ve Kabe’yi yeterince ziyaret ettik. Benim içimdeki asıl hedef Cebel-i Nur. Üçüncü gün şirket tarafından Müzdelife, Arafat ve Mina’ya götürüldük. Uzaktan Sevr dağını gördük. Dönüşte Cebel-i Nur’un yakınından geçtik. Cebel-i Nur hizasına gelince otobüs durdu ve şoför oranın Cebel-i Nur olduğunu söyledi. Kafilenin din görevlisi, oraya çıkmanın yasaklığından bahsediyordu. Ben dağa dikkatlice baktığımda karıncaların trafiğini andırır şekilde beyaz giysili insanların dağa inip çıktıklarını fark ettim. Gördüğüm manzara beni son derece sevindirdi. Kendi kendime “tamam, yasak” dedim. Benim için o görüntü yetiyordu. Bir gün sonra Hudeybiye’ye götürüldük.
Mekke’ye varışımızın altıncı günü biz mini kafile olarak Cebel-i Nur’a gitmeyi kararlaştırdık. Akşamdan gerekli hazırlıkları yaptık. Sahuru yaptıktan sonra saat 04.30’da otelden ayrıldık. Bir taksiye bindik, hedef Cebel-i Nur. Doğrusu Cebel-i Nur’un yolu oldukça sarp. Hanımlar bir de sağlık sorunları olunca epey zorlandılarsa da, tırmandığımız yollardan Rasulümüzün de tırmandığını ve onun ziyaretgahı olan mağaraya ulaşacak olmanın verdiği enerji ile zirveye ulaştık. Güneş henüz doğmadığı halde vücudumuzdaki bütün su ter olarak boşalmıştı…
Dağın zirvesine vardıktan sonra tekrar bir miktar iniş yaparak, Mekke’ye tam nazır vaziyetteki Hira mağarasına ulaşıyoruz. Bizler müminiz. Mekke, Medine ya da Allah’ın arzından başka herhangi bir yerin taşını-toprağını cahilce kutsallaştırmaktan ya da belli bir hedefi olmayan bir kuru mekân tutkusundan Allah’a sığınırız. Mekke’ye gitmeden de, Hira mağarasının içindeyken de şunu biliyorduk ki, Hira mağarası zamanın belli bir kesitinde bir büyük olaya, hayatın en büyük hadisesine, dünyanın şahit olduğu en mübarek ve muhteşem bir buluşmaya ev sahipliği yapmıştı. Bu, Muhammed (sav)’le Cebrail’in buluşmasıydı. Bizim gittiğimizde Muhammed (as) orada yoktu, evinde onu bekleyen Huveylid kızı Hatice (ra) -Mekke’de idiyse de- hayatta değildi. İnsanların Hira’nın taşlarını yalayıp yutması da beni oraya tırmanmaktan pişman etmedi. Zira o insanlar evlerinde kalsaydılar da yine aynı bilinçteydiler. Hira’yı ve diğer ziyaret yerlerini görmeden ölseydim, dünyadan çok ‘eksik’ ayrılacaktım… Oradaki hislerimin tamamını yazıya dökemem, buna gerek de yoktur. Lakin Kur’an’ın ilk ayetlerinin bütün arza doğduğu bu kaya kovuğunu görmek son derece etkileyicidir. Mağaranın üst kısmında taşların üzerine oturup bir süre Mekke’yi seyrettim; Rasulümüzün de oralardan Mekke’ye doğru derin tefekkürlere daldığını hayal ettim. O gün kalbim çok mutmaindi, hayatım boyunca biriktirdiğim bir tecessüs bir nebze olsun sükuna ermişti.
Aslında Şişe semtinde bulunan otelimizin penceresinden Cebel-i Nur’u görebiliyorduk. O istikamete giden karayoluna da dikkat kesilince, Cebel-i Nur’a yaya gidilebileceğini öngördüm. Nurettin ağabeyime bir de ikimiz birlikte ve yaya olarak gidelim dedim. Ramazan’ın tam ortasında dolunayda iftarı yaptıktan hemen sonra hanımların muvafakatını almış olarak, yürüyerek gittik. Tahminimiz doğru çıkmıştı, Cebel-i Nur bize 2,5-3 üç km. kadar bir mesafedeydi. Böylece dolunaylı gecede Hira’da bulunma mutluluğunu yaşatan Allah’a hamd ettik.
Sevr Mağarası
Cebel-i Nur’a ilk gidişimizden sonra sıra Sevr’e gelmişti. Şirketin yetkililerine bu iki dağa bizi neden götürmediklerini söyledimse de, yasaktır deyip kestirip atmışlardı. Anlaşılmıştı ki Sevr’e de kendi yordamımızla gidecektik. 24 Mayıs (9 Ramazan) günü Cenabı Allah bunu da nasip etti. Yine dörtlü ekip olarak, 03.00 sularında otelden ayrıldık ve taksiyle Sevr yoluna koyulduk. Dağa tırmanan yolu merdivenimsi hale getirmişler fakat burası da oldukça sarp. Tırmananlar arasında Pakistanlı ve Afgan umreciler çoğunlukta. Tam tırmanışa geçtiğimizde Suudilerin Mescid-i Haram’ın tepesine diktikleri ‘leviathan’ kulenin saati 03.45’i gösteriyordu. Bizim hanımlar bize bir kere daha maşaallah dedirtiyorlar. Tırmanışın yarılarında bir küçücük düzlükte sabah namazını kıldık. Zirveye yaklaştıkça fecrin aydınlığı da artıyor ve Sevr dağının büyük kayalıkları, dağın hemen her tarafında göze çarpan bir nevi mağaralar dikkatimizi çekiyor. Allah’ın bir lütfu olarak Şehirlerin Anası bu kutlu şehirde, Rasulullahı kendisinde misafir etmiş ikinci bir dağın zirvesinde güneşin doğuşuna tanıklık ediyoruz. Ve işte Sevr mağarasının önündeyiz.
Mağaraya girenler orada iki rekat namaz kılmadan çıkmıyorlar. Biz de sıramızı bekledik ve içeri girdik. Sıra bize gelince, hemen peşimde bulunan Türk umreciye, içeriye girmemesini, içeride kimse yokken bir resim çekmek istediğimi belirttim, sağ olsun o da isteğimi kabul etti. Sevr’in yukarıdan aşağıya doğru bir ‘ana girişi’ var, bir de Mekke istikametine bakan daha küçük bir çıkış yeri var. Gözümün önünden İslam tebliğinin on üç yılı film şeridi gibi aktı. 622 yılındayız, Eylül ayında… Rasulullah, can yoldaşı Ebu Bekir’le buraya tırmanmışlar… Ortalık çok hareketli. Hz. Ebu Bekir’in üzerindeki elbiseleri parçalayarak mağaranın deliklerini tıkadığını göremedik tabi… Çünkü öyle, elbise parçalarıyla kapatılacak delikler filan yok burada. Ama Allah Teala’nın, “İkinin ikincisi” diyerek elçisine ve dostu Ebu Bekir’e yaptığı atıf hala canlılığını koruyordu. Bu iki mübarek yolcunun burada gizlendikleri üç gün, Akabe kayalıklarında atılan Medine İslam devletinin temellerinin daha da tahkimi anlamına geliyordu. Bu mağaradan çıkan iki yolcunun Yesrib’e yürümesi aslında Mekke’den kaçış değil, dünyanın bütün küfür güçlerine karşı bir zafer yürüyüşüydü. Allah Rasulü hüzünle ayrıldığı, çok sevdiği bu kente çok değil, sekiz sene sonra sevinç gözyaşlarıyla dönecekti.
İlk heyecan olarak Sevr’i ziyaret ettikten sonra, Sevr dağının tepe noktasında sağa-sola seğirterek dağı tanımaya, Mekke’ye olan mesafesini, Mekke’ye göre konumunu anlamaya çalışıyorum. İlk dikkatimi çeken şu olmuştu: Mekke-Cebel-i Nur-Cebel-i Sevr bir üçgen oluşturmaktadır. Nur dağı Mekke’nin kuzey doğu, Sevr ise güney doğu istikametine düşmektedir. Sevr gerçekten de Mekke’den gelecek insan trafiğini rahatlıkla gözleyebilecek bir konumda.
Dağın üzerinde etrafı gözlemlerken uzakta taşların tepesinde küçük siyah hayvanlar dikkatimi çekti. O tarafa doğru gittim, dağın bize görünmeyen kısmında meğer sürü bulunmaktaymış. Görüntüleri tavşana benziyor ama tavşan değiller. Belki Mekke’ye/Sevr’e has bir tavşan türüydüler. Bir de güvercinlerin çokluğu dikkat çekiciydi. Rasulullahtan sonra raviler tarafından mağaranın giriş kısmında bir yuvaya yerleştirilen güvercin hikayesinin buradan esinlenmiş olabileceğini düşündüm. Sevr’in üzerinde epeyce kaldık. İnce bir salı önümde yazı masası niyetine kullanarak, notlarımı yazdım. Allah’ın Rasulüne salat ü selamlar gönderdik. Kur’an okuduk ve sonra inişe geçtik.
Sevr’in üzerinde, giriş kısmına Rasulullahın içinde kaldığı mağara diye yazdıkları ikinci bir mağara daha var fakat orası pek rağbet görmemektedir. Bu ziyaretle sanki bedenimizdeki bütün hücrelerimiz çok büyük bir buluşmanın verdiği heyecanın enerjisiyle dolmuş gibiydi. Kalplerimiz mutmain bir şekilde Sevr’den indik. Tırmanış dahil, Sevr’de beş saat geçirmiştik. İnerken (vakit gündüz olup, çevreyi daha rahat örebildiğimiz için), Sevr’de Rasulullahın üç gün boyunca bir mağarada oturup kalmamış olabileceğini, Mekke’den geliş istikametini daha iyi gözlemlemek için sürekli mekan değiştirmiş olabileceğini düşündüm.
Mekke Sokakları
Mekke haliyle, Mescid-i Haram’dan uzaklaştığınızda modern bir kent görüntüsü veriyor. Şehirlerin anasını, modern medeniyetin çirkin elleri betan kulelerin anasına dönüştürmüşler. İbrahim Nebî’nin Muhammed (sav)’e terekesi olan bu mübarek şehir çok katlı otel karaltılarıyla bir modern hapishaneye dönüştürülmüş. Mescid-i Haram’ı çevrelemiş oteller Allah’ın evine meydan okuyorlar. Kabe’ye tepeden bakan zemzem tower adındaki kuleyi, Mekke müşriklerinin, “Mekke bize yar olmadı varsın size de olmasın” gibisinden gecikmeli bir intikamları gibi algılamamak elde değil. Mescid-i Haram istikametine giden büyük caddelerdeki karayolu tabelalarında gayri Müslimlere özel şeritler tahsis eden Suud yönetiminin ikiyüzlülüğünü, Zemzem Tower’ın çarşı katlarını gezdiğinizde fark edebiliyorsunuz. Kule binanın dışı Kâbe, içi batı uygarlığı.
Mekke sokaklarını azımsanmayacak kadar yaya arşınladım. Böylesi çok daha keyifli ve öğretici oluyor. Oruç halimizle Mekke’nin 60 dereceye varan sıcakları altında bitkin düşme endişesi olmasaydı Mekke’nin tamamını yürüyerek gezebilirdim. Bazen Mescid-i Haram’dan bindiğimiz serviste 45 dakika beklediğimiz oluyordu oysa yürüyerek bizim otel de o kadar sürüyordu.
Kitap sevgisi de, Mekke sokaklarında yürümemde etken oldu. Fakat hayal ettiğim kitapçı dükkanlarını bulamadım. Mescid-i Haram yakınında, Cennet-i Mualla istikametindeki, bizdeki Hacı Bayram kitapçılarına benzeyen üç beş kitapçıda aradığım şeyler hem yoktu hem de fiyatlar oldukça uçuktu. Kızımın siparişi olan bir kitabı bulmak için Mescid-i Haram’dan Aziziye semtine taksiyle gittik. Aziziye’de, Ummul Kurâ üniversitesinin yakınında bir kitabevini tarif etmişti bir kitapçı. Orada aradığımızı bulabileceğimizi söylemişti. Kitabevini bulmak için ayaklarımıza karasular indi desek abartı değildir. Meğer küçük bir kitapçı dükkanıymış fakat asıl sürpriz bu değil: Sabah saat 10.00 sularında kitapçı dükkânı kapalıydı ve sorduğumuzda, ikindi namazında açılır cevabını aldık. Tabi utandım, acaba böyle ‘erken’ vakitlerde aramakla mübarekleri rahatsız ettik mi diye…
Yine sırf tanımak için Nurettin ağabeyimle Mekke sokaklarında çıktığımız bir yürüyüşte rastladığımız büyükçe bir kitabevinde aradığım kitabı buldum. İki yaşlı ve suratları mahkeme duvarından da asık dükkancılardan kerhen de olsa alacağımızı alıp çıktık. Biraz sonra ise bizi büyük bir yağmur sürprizi bekliyordu. Birden bastıran yağmur çok şiddetliydi, anında caddelerden sel suları akmaya başladı. Dükkân saçaklarında bekleyerek ıslanmaktan kurtulduk. Bu yürüyüşte de, hiçbir tünele takılmadan, Mescid-i Haram’a belki kırk dakikada gidilebilecek bir yolu keşfetmiş olduk.
Hacun tarafında, Mescid-i Haram’a sanıyorum bir buçuk km. kadar bir mesafede bulunan Cennet-i Mualla kabristanına ilk kez şirket turuyla oradan geçerken yolumuz düşmüş, arabadan inmeden mezara bakmıştık. Daha sonra kendimiz iki kere ziyaret ettik. Suudi kafası işte: Hani adamlar İslam’ın beşiğine hükmediyorlar ya, dindarlıkları gereği(!), mezara kadınları almıyorlar. Biz bilhassa bir hanım için (Ummul Mu’minîn Hz. Hatice) gitmişiz ama onun hemcinsi hanımlarımız güvenlik görevlileri tarafından kapıda durduruluyorlar. Ağabeyimle ikimiz girdik ama bizim de kadınların alınmamasından pek bir farkımız olmadı. İleride bir yere varınca demir parmaklıkların bu tarafında durup, parmaklıkların öte tarafına camdan bakıyorsunuz, “haa, Hz. Hatice’nin mezarı oradaymış!” deyip geri dönüyorsunuz. Muhammed (sav)’in hayatına zihnen biraz daha sokulabilmek için, onun en çok sevdiği ve hanesinin İslam’ın doğuşuna tanıklık ettiği bu muhtereme Hanımın mezarına varmak çok daha etkileyici oluyor. Allah mağfiret eylesin.
Bu arada itiraf etmeliyim ki Suudilerin icraatlarından hoşuma giden bir şey de oldu; mezar sistemleri insana daha tabii geliyor. Bizdeki gibi, mermer şatafatı yarıştırılmıyor. Bütün mezarların üzeri toprak, sade bir şekilde balık sırtı gibi tesviye edilmiş. Mezarların üzerine tuğla ebadında küçük birer taş konmuş. Medine’deki Cennetul Bakî kabristanında da aynı manzarayı görmek mümkün.
Mekke’yi yaya olarak yürümekten bahsediyordum. Şirket tarafından tur halinde götürüldüğümüz Arafat, Hudeybiye, Cirane ve Ten’îm gibi ziyaret yerlerini kendim yürüyerek gezmeyi çok isterdim ama olmadı. Bu kadar yeri gezmek pek kolay değil, belki de güvenli de olmayabilir.
Fakat Cenabı Hak, en az Hira ve Sevr kadar arzu ettiğim bir başka ziyaret isteğimi de kabul buyurdu.
(VEnhar)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *