Müslüman zihin, İslamcılığı ya da İslamlaşmak düşüncesini salt siyasi merkezli olarak tartışmıştır ve halen de o merkezde tartışmalar sürmektedir. Dikkat edilirse, İslamcılık tartışmalarının hiçbir kavramsal boyutu konuşulmamaktadır.
Yakup Döğer
Müslüman modernleşme süreci, malum olduğu üzere kendine özgü birçok çözüm önerileri sunduğu gibi, bu çözüm önerileri Müslümanlar açısından ortaya çıkardığı birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Batı karşısında başlayan askeri ve siyasi alandaki kayıplar, yenilgiler, bu yenilgilerin ortaya çıkardığı psikolojik baskı, Müslüman mütefekkirleri aceleci bir tavırla kendi geleneğinin dışında çözüm arayışlarına sevk etti. Bu yönelişlerin felsefi alt yapısını besleyen ana amilin, artık Müslümanlık düşüncesinin (en azından bu haliyle) günün meselelerine çözüm bulamayacağına dair algının güçlenmesiydi. Müslümanlar kendi kendilerine yeterli olabilecekleri inancını yitirmiş, Avrupa’nın elde ettiği üstünlüğün neticesi olan psikolojik baskıya yenilmiştir.
Bir kurtuluş düşüncesi olarak ileri sürülen en önemli siyasi çözüm, Avrupa tipi parlamenter sistemin bir an önce cari olması, temsili anlamda parlamenter işleyişin kabul edilmesi gerekliliği üzerine yoğunlaştı. Siyasi olarak bu taleplerin öne çıkması, ardından bu siyasi yapının işleyişine yol açacak, bir bakıma meşruluk sağlayacak felsefi-teorik düşüncelerin dile getirilmesine yol açtı. Zira çok milletli Osmanlı Devleti, parlamenter düzenin cari olmasıyla birlikte, hukuki ve içtimai alanda meşruluk sorunu yaşamaktaydı. Bütün bunların ötesinde, düşünce platformunda sıkışmış olan Osmanlı mütefekkirleri, yeniden kurtuluşu mümkün kılmak için bazı tezler öne sürdü.
Bu tezlerin en önemlilerinden hatta ilk denebilecek olanlarından biri, Yusuf Akçura’nın (1876-1935) “Üç Tarzı Siyaset” düşüncesidir. Akçura bu tezinde Osmanlılık, İslamcılık ve Türkçülük cereyanlarını ele almakta ve tartışmaktadır. Yusuf Akçura gibi sorunlara çözüm bulmak için fikirlerini beyan edenlerin arasında Said Halim Paşa (1865-1921), Ziya Gökalp (1876-1924) gibi isimler de yer almaktadır. Said Halim Paşa da dile getirilen üç tarzı siyaseti zikretmiş, fakat kurtuluş düşüncesinin temelini “İslamcılık-İslamlaşmak” üzerine inşa etmenin doğru olacağına kanaat getirmiştir. Said Halim Paşa bu merkezde Sebilürreşad’da bir dizi seri makale kaleme almıştır. Bu makaleler daha sonraları “Buhranlarımız” adlı eserinde neşredilmiştir.
Said Halim Paşa’nın makalelerini neşretmeye başladığı tarih göz önüne alınırsa (Kasım 1918), Osmanlılık ve İslamcılık cereyanları tartışılmaya devam etse de ağır basan kurtuluş düşüncesinin, Türkçülük (kavmiyetçilik) üzerine inşa sürecine girildiği görülmektedir. Dönemin kavmiyetçi akımlarının da bu süreçte etkili olduğu elbette açıktır. Avrupa’da esen milliyetçilik-ırkçılık rüzgârı Osmanlı memleketlerini kasıp kavurmaktadır. Osmanlı’ya ait hemen bütün topraklarda kavmiyetçilik ortaya çıkmış ve ulusal bağımsızlık söylemleri hareketlenmiştir. Özellikle Ziya Gökalp Türkçülüğün kurucu fikir babası olarak bu tarihlerde ve daha sonraları bu fikri devlet ideolojisi şeklinde yorumlamıştır.
Said Halim Paşa, İslamlaşmak isimli makalesinin ilk bölümünü Sebilürreşad’ın 378. sayısında neşreder. Müellif öncelikle İslamlaşmanın ne demek olduğuna dair, kafalarda herhangi bir anlaşılmazlığın kalmayacağı şekilde açıklık getirir. Paşa çok net ve doğrudan ifadelere yer verir:
“Biz İslam kavimlerinin selametinin, onların hakkıyla İslamlaşmalarıyla mümkün olacağını öteden beri iddia edegelmiştik. Ancak İslamlaşmak tabiri çeşitli tarzlarda açıklanmaya müsait olduğu için, ne gibi bir mana anlamakta/anlatmaya çalışmakta olduğumuzu burada mümkün olduğu kadar aşikâr bir şekilde ifade etmeyi faydalı görüyoruz.
İslamiyet kendisine has itikadı, o itikat üzerinde tesis edilmiş ahlakı, o ahlak üzerine ortaya çıkan içtimai yapısı, velhasıl o içtimaiyattan doğan siyaseti bünyesinde barındırmak suretiyle en mükemmel ve en nihai bir dindir.”(1)
Said Halim Paşa haklı olarak böyle bir tarifi zaruri görmektedir. Zira dönemin İslam düşüncesine sahip birçok mütefekkir, İslam ile siyaseti, devleti, içtimai hayatı, ahlakı birbirinden ayıran fikirleri zikretmeye, birçok şeyi dinin dışında yorumlamaya başlamıştır. Din ile devletin tefriki, teşri meselesi, parlamentonun dine rağmen Batıdan çeşitli kanunları iktibas etmesi, dinin muhtevasında gedikler açmaya başlamıştır. Meşrutiyetin ilanının üstünden on yıl geçmiş ve dönemin Müslüman mütefekkirlerinin beklentileri tam aksi yönde ortaya çıkmıştır. Bu ve bunlara benzer birçok sebepten dolayı, Said Paşa’nın İslam’ı kitabi olarak yeniden tanımlaması çok büyük önem arz etmektedir.
Milliyetçilik düşüncesinin İslamlaşma düşüncesine galebe çalmaya başladığı dönemlerde, özellikle Ziya Gökalp’in hem Türkçülüğe hem de İslamlaşmaya karşı sıcak bakıyor gibi görünmesi fakat Türkçülüğü beslemesi, İslamlaşma düşüncesinin geriye itilmesi anlamını taşımaktadır. Gökalp milliyetçilik-Türkçülük düşüncesine aynı zamanda dini bir gömlek giydirmeye çalışmaktan da geri durmamaktadır.
“İslam aleminin son ümidi olan Osmanlı devletini yüz senden beri parçalayan manevi bir mikrop var. Bu mikrop şimdiye kadar Osmanlılığın düşmanı idi ve İslamiyet’e büyük zararlar verdi. Fakat bugün artık İslamların lehine dönerek yaptığı mazarratları telafi etmeye çalışıyor. Bu mikrop milliyet fikridir. (…) Bu fikir marazi bir fikir değil, içtimai bir maya idi. Maatteessüf bugüne kadar bu mahiyeti anlayamadık. Daima aleyhimizde lisani, edebi, iktisadi, terbiyevi, nihayet siyasi mayalanmalar yaptı. Biz bu hayati yaradılışları tanzimlerle, tesislerle, teşkillerle beyhude durdurmaya çalıştık. Bu asrın milliyetler asrı olduğunu hissedemedik. Bu içtimai kuvveti biraz da İslamlığın, Osmanlılığın menfaatine istihdam etmeyi hatırlayamadık. (…) Kur’an’ı Hakimin “Her kavmin bir doğru yol göstericisi vardır” (13 Rad/7) beyanı mucibince mahalli ve milli hadiseleri, lisani, terbiyevi, iktisadi, ahlaki necatlara niçin ümit var olmayalım.”(2)
Ziya Gökalp çok dikkatli ve seçici ifadeler kullanmaktadır. İslamcıları memnun etmeye çalışmaktan öte, ikna etmenin meşru zeminini zorlamaktadır. Gökalp’in ifadelerinden İslamlaşma düşüncesinin sahipleri kırılmayacak fakat Türkçüler-milliyetçiler sevinecektir. Said Halim Paşa’nın böyle bir atmosferde yukarıdaki ifadeleri büyük önem arz etmektedir. Zira milliyetçiliğin-Türkçülüğün öncelikle değişik kavimlere ait Müslümanlar arasına fitne sokacağının farkındadır. Halim Paşa İslamlaşmak düşüncesini savunurken tavır aldığı sadece kavmiyetçilik-Türkçülük fikri değildir. Aynı zamanda dönemin popüler dünya görüşlerinden akılcılık ve bilimsellik düşüncesine de dinin bütünlüğünü göz önüne alarak karşı çıkar. Said Halim Paşa, İslam’ın ne akıl nede bilimsellik olmadığını, dinin her ikisini de bünyesinde barındırdığını ileri sürer. Ne akılcılık ne de bilimsellik (pozitivizm) kendi başlarına var olamaz.
Zamanın ve şartların ihtiyacı
Modernleşme süreciyle birlikte ortaya çıkan hassas meselelerden birisi de, dinin, zamanın ve şartların gerektirdiği şekilde yeniden yorumlanmasıdır. Bu yaklaşımda esas gündeme getirilmek istenen ise içtihat ve tecdid kavramları üzerinden, zamanın ve şartların gerektirdiği şekilde dini yorumlamak arzusudur. Said Paşa da bu düşünceye karşı kayıtsız kalamaz.
“Binâenaleyh bizim için İslamlaşmak demek İslâm’ın itikadını, ahlakını, içtimai yapısını, siyasetini daima zaman ve şartların ihtiyacına en uygun şekilde yorumlayarak bunların gerektirdiği gibi hareket etmekten ibarettir.” (a.g.m)
Said Paşa’nın ifadelerinde ‘zamanın ve şartların ihtiyacı’ zikredilirken, uygun şekilde yorumlamak gerekliliğinin içine kavramların hepsini dahil etmektedir. Bu kavramlar doğrultusunda zamanın şartları ve ihtiyacına göre İslam yeniden yorumlanabilecektir. Yeri gelmişken önemli bir hususa işaret edecek olursak, dönemin Müslüman mütefekkirlerinin birçok konuda kafalarının karışık olduğu anlaşılmaktadır. Said Paşa gibi birisinin dahi, ortalığı toz duman eden modernleşme rüzgârı karşısında etkilenmiş olmasıdır. Fıkıh usulünde var olan “Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” kaidesi dönem itibarıyla en çok konuşulan meselelerin başında gelmektedir. Bunun başlıca sebebi ise, değişen siyasi yapıya dini bir meşruiyet sağlamak için, içtihat kapısının açılma çabalarıdır. Özellikle içtihat ve tecdid kavramları, zamanın ve şartların değişmesinden dolayı, Müslümanların yeni düzene ayak uydurabilmeleri için çok kullanılmış ve kullanışlı hale getirilmiş kavramlardır.
Said Halim Paşa devam eder:
“Kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen bir adam kabul etmiş olduğu dinin esas ilkelerine göre his etmedikçe, ona göre düşünüp ona göre hareket eylemedikçe, yani İslâm’ın ahlakına, içtimaiyatına, siyasetine, tamamıyla kendini uydurmadıkça yalnız Müslüman olduğunu söylemekle bir şey kazanamaz, hiç bir saadet elde edemez.” Bir “Kant”ın yahut bir “Sipencer”in ahlakçılığına inanan, bununla beraber içtimai alanda Fransız’ın, siyasette İngilizlerin tarz-ı telakkīsini kabul eden bir Müslüman, ne kadar bilgiye sahip olursa olsun, ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka bir şey değildir.” (a.g.m.)
Said Halim Paşa çok net çizgilerle, kesin bir çerçeve çizmektedir. Dini, boşluk bırakmaksızın her alanı kuşatan muhtevaya sahip oluşu anlaşılacak şekilde ancak böyle izah edilebilir. Günümüzde bizim yaşadığımız zaman mekân düzleminde çok alışık olduğumuz ifadeler olsa da, Said Paşa’nın kendi dönemi açısından büyük önem arz etmektedir. Modernleşme süreci içerisinde birer birer aşılan eşikler, dinin ve kavramların tamamen siyasi içeriklerle yeniden yorumlanması ve bir bakıma oluşan gelenekte dinin siyasetin lehine kullanışlı hale getirilmesi, İslam’ın bütüncül bir çerçevede ele alınıp konuşulma imkânını neredeyse ortadan kaldırıyor.
İslam’da itikat
Said Halim Paşa dönem itibarıyla en çok konuşulan meselelerin neler olduğunu ele alarak, bunların İslam’daki karşılıklarını izaha çalışıyor. Müellifin tespitlerine göre dönemin meselelerinin başında gelenler, İslam’da itikad, ahlak, içtimai hayat, siyasettir. Müellif itikad üzerine kısa bir değerlendirmeyle İslam’da itikadın ne olduğunu izaha çalışır:
“İslam’ın akidesi açık ve gizli olan yüce hakikatin diğer bütün etkilerden arındırılarak, ne bir ruhani sınıfın ne de ruhban sınıfının etkisini tanımadan, insanoğluna rehber olmak hakkını, insanların en faziletlilerine, en akıllılarına, en alimlerine bırakan bir dindir.
Bir Müslüman her şeyden evvel hâlis bir mümindir. Çünkü vahdaniyetle nitelenmiş olan Hak Mabudu hakkı ile taktir etmek için ona inanmak lâzımdır. Müslümanların en iyisi en sağlam bir kanaat ile ve en sağlam delil ve burhana tâbi’ olarak iman etmiş olanıdır. İnsana teklifte bulunarak mükellef kılan, onu bütün mahlûkatın üstüne çıkaran ancak onun itikadi kuvvetidir.” (a.g.m. sayfa 257)
Said Halim Paşa itikat konusunda fazla detaya girmez, zira onun itikada taalluk eden sözleri, dönem itibarıyla herkesin kabul ettiği ilkelerdir. Müellifin bu ifadeleri arasında da dikkat çekici önemli bir husus, ruhbaniyet ve ruhaniyet konularıdır. Ruhaniyet ve ruhbaniyet meselesi, dönem olarak halife üzerinden, parlamenter sistem meşrutiyet lehine tartışmaya açılmış bir konudur. Konuyu gündeme getiren ve tartışmayı başlatanların başında, Antalya mebusu, ilmiye sınıfı mensubu olan Elmalılı Hamdi Efendi’dir. Halifeyi ruhaniyet üzerinden değerlendiren Elmalılı, halifenin Müslümanlar üzerindeki manevi varlığının etkisini kırmayı dahi göze alarak, böyle bir sınıfın İslam’da olmadığını ileri sürmüştür. Bu konuda çok cesur yorumlar yapan Elmalılı, halifeyi meşruti hükümetin başkanlığı derecesine kadar indirmiştir. Milleti Hakime olan parlamento, halifenin üstündedir ve onun ruhani varlığı bu sıralamayı değiştiremez.
Tabi burada Müslüman mütefekkirlerin hesap edemedikleri ve ileriye dönük kendi başlarına büyük iş açacak olan bu yorumların ucunun nereye kadar gidebileceğidir. Çünkü onların bu yorumları, ulema-ilmiye sınıfının da ruhaniyet-ruhbanlık kategorisinde değerlendirilmesiyle, halkın üzerindeki geleneksel etkisini kıracaktır. Günümüze gelindiğinde ise, artık alimin ya da aydının bir yol gösterici olarak çok da etkisinin kalmadığı, ilmi, fikri, felsefi herhangi bir birikimi olmayan sıradan fertlerin alimi atlayarak direkt kaynaklarla yüzleşmeye başladığı görülmektedir. Bugün yaşanan sıkıntıların ve “İslam’da ruhbanlık yoktur” gibi çok modern yaklaşımların, “İslam’da ruhbanlık var mı, yok mu” tartışmalarının kendi geleneğinin dışına taşınarak yapıldığı açıktır. Görüldüğü gibi Said Halim Paşada bu tartışmalardan etkilenmiş ve ‘ruhban ve ruhani sınıfın etkisinde kalmadan…’ demek zorunda kalmıştır.
İslam’da ahlak
Said Halim Paşa’nın, İslamlaşmak üzerine durduğu hususlardan birisi de ahlaktır.
“Kaynağı, yegâne Hak Mabuda iman olan İslam ahlakı bize, insanlığın saadetinin, hakikate muhabbette ve onu araştırıp öğrenip uygulamakta olduğunu bildiriyor. Lakin hakikatin araştırılıp öğrenilmesi ve tatbik edilmesi ancak insanın ahlakı, aklı, hiçbir düşüncenin engel olmadan hareket ve ortaya çıkmasıyla gerçekleşebileceğinden, bu ahlak en geniş, en tam manasıyla şahısların hürriyet hakkına dayanır ve insanlara bu hakkı, Hak olan Mabud’a imanın neticesine kabul ettirir.” (a.g.m.)
Müellif, ahlakın kaynağını doğrudan din ile irtibatlandırmakta, ahlakı tanımladığı İslam’ın çerçevesi içinde değerlendirmektedir. Pozitivist düşüncenin, özellikle Batı hayranı mütefekkirlerde ete kemiğe bürünmeye ve ahlakın dinden bağımsız değerlendirilmeye çalışıldığı dönemde, Said Paşa bu fikirlere itiraz etmektedir. Zira ahlak İslam dininin dışına taşınarak tanımlanamaz, uygulanamaz. Eğer böyle yapılırsa fertte ve toplumda insanlığın selametine dair gelişmelerin önü kesilecektir.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra en çok tartışılan ve makalelere konu olan kavramlardan biri de ahlak kavramıdır. İlginçtir ki, ahlakın ne olduğuna, nasıl olması, referansının hangi değerlere atıf yapması gerektiği üzerine yazılan makaleler sayılamayacak kadar çok iken, imanın ne olduğuna dair tartışmalar yok denecek kadar azdır. Zira imanın esasları konusunda gerek geleneksel ulema, gerekse batı düşüncesine dayanan modern yaklaşımlarda herhangi bir ihtilaf yoktur. Yani imanın farizaları her iki tarafça da aynı kabul edilmiştir. Fakat gerek ahlak olsun, gerek siyaset, içtimai alanlar, hukuki alanlar, ihtilaflar buralarda görülmektedir.
Bir bakıma bugün yaşanan sıkıntılar, fikirsel buhranların benzerleri o dönemde yaşanmıştır. Eğer tersten söyleyecek olursak, bugün iman meselesi konusunda hemfikir olunurken, insana, ahlaka, içtimai hayata, hukuka, siyasete, devlete dair olan gerek yorum gerekse ameli sahada ihtilaflar mevcuttur. Said Halim Paşa’nın döneminde kavramların yeniden yorumu ve öncelik sıraları, dini çerçevenin dışına taşınarak yapıldığı ve hemen hemen her şey bu çerçevenin dışında değerlendirildiği gibi, günümüzde de aynı sorunla yüzleştiğimiz açıktır. “Önce ahlak”, “önce insan olmak”, “önce dürüst olmak” gibi düşünceler ve tezler, “önce iman” düsturunun önüne geçmiştir.
Said Halim Paşa’nın ifadelerinde dikkat çeken hususlardan birisi de hürriyet ve eşitlik kavramlarına çok fazla değinmesidir. İslam ahlakını araştırıp uygulamak, kaynağı hak olan bir gerçeğin ortaya çıkarılabilmesi için bazı imkânlara sahip olmak gerekmektedir. Bu imkânlar da dönemin çok popüler olan hürriyet ve müsavat-eşitlik kavramlarıdır. Bu iki kavram her ekolden herkesin ele alıp savunduğu, tartıştığı, yeni içtimai yapıyı şekillendirmek için zaruri gördüğü kavramlardır. İslam ahlakı ferdin sahip olduğu, araştırıp doğruyu bulma kabiliyetini hakiki manada gerçekleştirebilmesi için hürriyet sahibi olmalıdır. Hürriyet insana hak Mabud tarafından bahşedilmiştir ve hiçbir güç bu hakkı insanın elinden almaya muktedir değildir. (a.g.m.)
Müellif Halim Paşa ahlak meselesini sonuca bağlar ve:
“İslam Ahlakı hak, adalet namına insanlar arasında hürriyet ve eşitlik düsturlarını tesis etmek suretiyle bizlere başlıca şunu öğretmiştir ki: Bu düsturlara karşı gelenler yegâne Mabudun cezalandırmasına, onlara riayet edenlerse mükâfatına mazhar olacaklardır. İşte İslam’ın itikadından doğan ahlak bundan ibrettir.”
İslam’da içtimaiyat
Said Halim Paşa makalesine Sebilürreşad’ın 379. sayısında, İslamlaşmak düşüncesini içtimai-toplumsal meseleleri ele alarak devam eder. Halim Paşa’nın meseleleri ele alış sırasına dikkat edilirse, gelişi güzel değildir. Önce iman mefhumunu ele alması, ardından ahlakı değerlendirmesi ve ardından içtimai-toplumsal yapının İslam’da nasıl olacağını izahı, kendi şartları içinde olabilecek en ideal sıralamadır ki, bunların ardından siyaseti ele alacaktır. Ahlakın tanımının dinden bağımsızlaşması ferdi, dolayısıyla içtimai yapıyı değiştirecektir. Öncelikle iman merkezli ahlakın ele alınması, topluma uzanan yolun fert üzerinden onarılması anlamını taşımaktadır.
İslam ahlakından ortaya çıkan toplumsal oluşumun, hem insanlar arasındaki hürriyet, eşitlik, yardımlaşmaya, hem de kişilerin şahsiyetlerine hürmet esasına dayanması mecburidir. İslam toplulukları çeşitli fertlerden meydana gelmiştir ki bunlar yüksek tabaka, orta ve alt tabaka olmak üzere üç tabakadır. Üç tabakaya ayrılan bu fertlerin ahlaki vazifelerini yerine getirebilmeleri, mümkün olduğu kadar geniş hürriyete sahip olmalarını gerektirir.
Said Paşa, hürriyet ile müsavatı (eşitliği) birbirini tamamlayan, bütünün iki parçası olarak değerlendirir. Hürriyet sahibi olanlar aynı zamanda eşit konumdadır ve durum fertlerin birbirleriyle yardımlaşma yollarını açar. Hürriyet ve eşitlik birbirini kuran, birbiriyle çalışan mekanizma gibidir. İçtimai yapıda her fert, diğer fertlerin hürriyetini muhafaza ederek kendi hürriyetini korur ve bu da toplumda eşitliği sağlar. İslam ahlakı içtimai yapıda fertler arasında eşitliği sağlamak ister. Fakat yaratılışı gereği bir ferdin diğerinden üstün olması da doğaldır. Bu bir olumsuzluk değil, aksine birbirleriyle yardımlaşmayı temin edecek durumdur.”(3)
Batı dünyasında doğup gelişen ve Batının gayrimüslimler üzerinden İslam Dünyasına dayattığı müsavat (eşitlik) kavramı, dönemin fikir akımlarının tamamını etkisi altına almıştır. Öyle ki, eşitlik kavramı adalet kavramının çok daha üstünde değer görmüş, adalet kavramını örten bir perdeye dönüşmüştür. Müsavat kavramıyla alakalı olarak Batıcılardan daha çok Müslüman mütefekkirlerin emek sarf ettiği gözlerden kaçmamaktadır. Said Halim Paşa da bu etkiden kurtulamamıştır. Öyle ki eşitlik üzerine ortaya atılan yorumlar neredeyse imanın şartlarından bir şart olarak söylenmek derecesine çıkmıştır. Yeni bir toplum düzeninin inşasında bu kavram kurucu bir rol oynamıştır.
Demokrasi eşiği
Said Halim Paşa, İslamlaşmak düşüncesi üzerine sergilediği tutum ve yaptığı yorumlarda, hiç beklenmeyecek bir eşiğe gelir. Paşa’nın geldiği yer demokrasi durağıdır. Gelinen yer ilginç, ilginç olduğu kadar da anlaşılması zordur. Bu tarihlerden itibaren demokrasiye temayül Müslüman mütefekkirlerde görülmeye başlamıştır. Bunlardan biri de Said Halim Paşa’dır. Müellifin yukarıda halkı üç tabakaya ayırdığını zikretmiştik. Bu üç tabaka yüksek, orta ve alt tabakalardır. Yüksek tabakada olanlar demokrattır, aşağıdakiler ise aristokrattır.
“Yüksek tabakalar demokrattırlar: Zira zayıfların hakkını müdafaa ve içinde yaşadıkları cismani, ruhani haller ve şartları ıslah ederek müşterek saadetin ortaya çıkmasını temin eden ancak onlardır. Aşağıdaki tabakalar aristokratik hissiyat beslerler, şu itibar ile ki: Kazanmayı arzu ettikleri ve saadetlerini ancak orada gördükleri üstün şahsiyete hürmetlerle, takdirlerle kazanabileceklerini düşünürler.
Cemaat-i İslamiye içinde demokratik fazilet ve vasıfları muhterem tanıyanlar yüksek tabakadakiler olduğu gibi; aristokratik hissiyata hürmet edenler de aşağı tabakada bulunanlardır. Evvelkiler üstünlüğün bizzat mümessili olup sonrakiler de bu vasfın adayı, arzulayanı olduktan başka bu üstünlüğü olanca samimiyeti, olanca zindeliğiyle içinde besleyen, gençleştiren, muhafaza eden kurumaz bir membadır. İşte İslam ahlakının vücuda getirdiği içtimaiyat bundan ibarettir.” (a.g.m. sayfa 273)
Daha önce dönemin Müslüman mütefekkirlerinin kafalarının karışık olduğunu ifade etmiştik. Öyle ki, bu kafa karışıklığından istisna kalabilen kimsenin olmadığını söylemek kesinlikle abartı değildir. Said Halim Paşa da bu karışıklıktan kendi hissesine düşeni almıştır. Müslümanlar on yıl önce hiç tanımadıkları meşrutiyet idaresine duydukları teveccüh sonucunda yaşadıkları bunalımın etkisini yaşarken, on yıl gibi kısa bir zaman sonra da bu kez hiç tanımadıkları demokratik yönetimi dile getirmeye başlamıştır. Meşrutiyet tecrübesini İslam Ümmetine acı bir şekilde yaşatan Müslüman mütefekkirler, yaşadıklarından ders almaları gerekip İslam düşünce geleneğine dönmeye yöneleceklerine, bu kez demokratik idareye işaret etmektedir. Ve bunu yapanlardan birisi de, İslam’ı makalesinin mukaddimesinde bütüncül olarak tanımlayarak konuya giriş yapan Said Halim Paşa’dır. Said Halim Paşa’nın beyanlarından, İslamlaşmaktan demokratikleşmeye yönünü çevirdiği, ya da demokratikleşmeyle İslamlaşma arasında bir çatışmanın olmadığını söyleme çalıştığı anlaşılmaktadır.
İslam’da siyaset
Müellif makalesinin devamında İslamlaşmak düşüncesinde siyasetin nasıl işlediğini değerlendirmektedir.
“İslâm’ın siyasi zemini içtimai zeminden neşet etmiş olduğu için kin, rekabet, husumet gibi hissiyatın hepsinden uzaktır.
Müslümanlıkta siyasi hâkimiyette, siyasi kurumlarda, içtimai dayanışmadan çıkmış olmak itibarıyla her ikisi bu dayanışmayı ortaya çıkaranlardır. Binaenaleyh İslam cemiyeti arasında siyasi kurumlar ancak ahlâk ve İslam toplumunun daima daha mükemmel bir surette tatbik olunmasını temin etmek maksadıyla ortaya çıkar. Siyasi hâkimiyet ise o kurumların her daim canlı ve uyanık durmasını sağlamaktan başka bir şey değildir.” (a.g.m.)
Said Halim Paşa, siyasi iktidarın varlık sebebini çok dar bir çerçevede ele almaktadır. İslam düşünce geleneğinde vazgeçilmez olan birçok kavram, Paşa’nın izaha gayret ettiği meselenin içinde zikredilmez. O’na göre İslam’ın siyasetine dair esaslar İslam ahlakının ilkeleri içinde gerçekleştiği için, kin, rekabet, düşmanlık, husumet gibi kötü duygu ve davranışlardan arınmıştır. Siyasi hâkimiyet bu uyum ve ahengin sağlanması için gereklidir. Paşa bu düşüncelerinde elbette haklıdır fakat siyasi hâkimiyetin varlık gerekçesini sadece bu kadar dar çerçevede değerlendirmek yetersiz kalmaktadır. Paşa’nın bu ifadelerinin ve demokratlık vurgusunun sebebini ilerleyen satırlarında anlıyoruz. O’nun da hedefinde saltanat vardır:
“Şimdi hâkimiyet hakkı ancak o kimseye emanet edilmiştir ki bütün hukuku bilecek, herkes kendisine hakkıyla itaat etmek mecburiyetinde bulunacak, bununla beraber (hükmedenin) bütün hal ve harekâtı en sıkı bir şekilde özenle ve titizlikle dikkatlice gözden geçirilecektir. Zira içinde kendi zatının selametinin de dahil olduğu halde bütün cemiyetin selametinden mesul olan ancak (hakimiyeti elinde bulundurandır) odur.
Bu müstesna mevkii onu cemiyetin menfaatine en münasip surette idare şartıyla idare etme ehliyeti olanlara bizzat cemiyet tarafından verildiği gibi, aksine kanaat ortaya çıkarsa derhal yine o cemiyet tarafından geri alınır. Bu itibar ile hâkimiyet asıl milletin elindedir ve bu hâkimiyeti elinde bulunduran hükümdar ancak ehil davrandığı müddetçe bu hâkimiyetin temsilcisi olabilir.
Bununla beraber hükümdarın kendisi de şeriata bağlı kalmak mecburiyetindedir. O şeriat ki, külli hakikatin Kadiri Mutlak tarafından Nebiyi Muhteremi vasıtasıyla bizlere tebliği edilen kısmıdır. İşte milli hâkimiyetin, milli iradedeki tezahüratına ilham veren, sevk ve idare eden hep odur.
Bundan dolayı İslam’ın hâkimiyetini temsil edecekler, her şeyden evvel şeriatın sadık bir hizmetkârıdır. Bu hâkimiyet hürriyete ve şahıslar arasındaki eşitliğe gücü yettiği kadar saygı göstermek mecburiyetinde bulunduğu gibi, hürriyetin ve eşitliğin neticesi olan içtimai dayanışmaya da saygı göstermekle mükelleftir.” (a.g.m.)
Meselenin anlaşılması için biraz uzunca bir alıntı yapmamız gerekti. Tabi Said Paşa’nın bazı hususlarda elbette haklılık payı bulunmaktadır. Lakin İslamlaşmak tanımında yaptığı bütüncül İslam tanımıyla, milli hâkimiyet, hâkimiyetin millete ait olduğu, demokratik temelli parlamentoyu, İslam Siyaset düşüncesinin içinde değerlendirmesi, üzerinde yeniden düşünülmesini gerektirecek beyanlardır. Şunu da söylemekte fayda vardır, dönemin milli hâkimiyet düşüncesi, teşri makamı olan parlamentoya işaret etmektedir ve bu teşri makamında gayrimüslimler de yer almaktadır. Hâkimiyetin milletin elinde olması, çağdaş dönem ulus devlet oluşumunda, modern iktidarın egemenliğine meşruluk sağlayan söylemdir. Bu meşrulaştırıcı kavramsallaştırma “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” kabulüyle tekâmülünü tamamlamış olacaktır.
Sonuç yerine
Said Halim Paşa, Osmanlı modernleşmesi sürecinde Osmanlılık, İslamcılık, Türkçülük akımlarının en çok konuşulmaya tartışılmaya ve Türkçülüğün öne çıkmaya başladığı dönemde, İslamcılığı-İslamlaşmayı savunmuş, bu fikir akımına dair düşüncelerini söylemiştir. İslamlaşmayı Müslümanların kurtuluş düşüncesi olarak telakki eden Paşa, İslam’ın imana, ahlaka, içtimai hayata ve siyasete dair öngördüklerini açıklamaya çalışmıştır. Fakat Said Halim Paşa’nın da çağdaşı mütefekkirlerde olduğu gibi kafasının karışık olduğu görülmektedir. Özellikle siyaset alanına dair fikirlerine bakıldığında, modern siyaset tasavvurunun etkisinden kurtulamadığı söylenebilir.
Said Halim Paşa Türkçülük düşüncesine de karşı çıkmakta, kavmiyetçi anlayışın çöküşü hızlandıracağı endişesini dile getirmektedir. Fakat anlaşılmakta zorluk çekilen mesele, makalesinin ilerleyen bölümlerinde aşırı bir şekilde Türkçülük-Türklük vurgusu yapmaktadır.(4) Said Paşa’nın bu tutumunu, çok yoğun şekilde süren milliyetçilik tartışmalarından etkilenmesine bağlayabiliriz.
Said Paşa toplumu üç tabakaya ayırmaktadır. Yüksek, orta ve aşağı tabaka olarak ayırım yapar. Böyle bir toplumsal sınıflama sosyolojik olarak mümkün gibi gözükebilir, normal olarak karşılanabilir. Fakat Paşa’nın üst tabakayı demokratlar sınıfı olarak ifade etmesi, İslamlaşmak düşüncesini savunan bir mütefekkiri anlamak zorluğunu ortaya çıkarmaktadır. Tabi burada müellifin demokrasiden ne anladığı da önemlidir. Dönemin Müslüman mütefekkirleri meşruti idareyi meşveret meclisi gibi düşünmüşler, sorunları çözmek için bu meşveret meclisinin çok yararlı olacağına kanaat getirmiştir. Demokrasiyi de şura ile değerlendirmeye çalışmıştır.
Son dönemde ortaya çıkan İslamcılık tartışmaları da bir bakıma yakın tarihten bu yana gelen tartışmaların devamı niteliği taşıyor denilebilir. Zira tartışmalar aynı mahiyet üzerinden yürütülüyor. Müslüman zihin, İslamcılığı ya da İslamlaşmak düşüncesini salt siyasi merkezli olarak tartışmıştır ve halen de o merkezde tartışmalar sürmektedir. Dikkat edilirse, İslamcılık tartışmalarının hiçbir kavramsal boyutu konuşulmamaktadır. Yani dine ait hukuk, hadler, muamelat, siyasi ve içtimai düzeni temin edecek kavramlar yapılan tartışmalara dahil edilmemektedir.
1 Sebilürreşad, cilt 15, sayı 378, sayfa 256, tarih 15 Kasım 1918.
2 Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, sayfa 97, Hazırlayan İbrahim Kutluk, 1. Bakı 1976.
3 Sebilürreşad, cilt 15, sayı 379, sayfa 272.
4 Sebilürreşad, cilt 15, sayı 380, sayfa 290
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *