İskilipli Mehmed Atıf: Frenk Mukallidliği ve Şapka

İskilipli Mehmed Atıf: Frenk Mukallidliği ve Şapka

“21. yüzyıl Müslüman mütefekkirlerinin, yakın tarihteki seleflerinden ciddi anlamda istifade etmesi gerekmektedir. Bugün tartışılan her kabulün ve itirazın tarihi izleri çok bariz olarak buralarda görülmektedir.”

“Bir kavme benzemeye çalışan o kavimdendir”
Hz. Muhammed (a.s.)

İskilipli Mehmed Atıf Efendi’nin (1875-1926) geçtiğimiz Şubat ayında şehadetinin 94. yılı idi. Yozlaşmaya ve yabancılaşmaya dönük değişime karşı yüksek sesle itiraz edenlerden biri olan İskilipli, metanetiyle bu tavrından ödün vermedi. Müslümanlar olarak İskilipli Mehmed Atıf Efendi hakkında, şapka kanuna muhalefetten dolayı idam edildiği dışında fazla bir bilgimiz yoktur. İstiklal Mahkemeleri kayıtlarında elbette bu sebepten asıldığı beyan edilmektedir. Lakin İskilipli’yi bu sürece götüren sebeplerin sonuncusu yazmış olduğu risaledir. İskilipli Atıf Efendi’nin idamına sebepler, yeni düzene karşı sürdürdüğü muhalefetinin birikimidir. “Frenk Mukallidliği ve Şapka” risalesi ise bu birikimlerin sonuncusu sayılabilir.

İskilipli, II. Meşrutiyetin ilanından sonra Beyanül Hak ve Sıratı Müstakim mecmualarında, 1920’li yıllarda da Mahfil mecmuasında kaleme aldığı makalelerinde, sürekli olarak Avrupa’ya benzemeye ve içtimai hayatın yozlaşmaya dönük tekâmülüne itirazlar etmiş, dinin ve kavramlarının yeniden yorumuna karşı yüksek sesli itirazlar dile getirmiştir. İctihad kavramı üzerinden meşruti parlamenter sistemin zorlamalı yorumlarla meşrulaştırılma çabalarına, ictihad ve müçtehid kavramlarını ele alarak itirazlarda bulunmuştur. Bir bakıma geleneğin temsilcisi olarak da anılabilecek olan Atıf Hoca, dine sarılmanın felahın kapılarını açacağını savunmaktadır.

1920’li yıllarda hemen hemen bütün ulemanın suskunluğu tercih ettiği, birçoğunun da yurtdışına çıktığı dönemde, İskilipli itirazlarına hiç ara vermeden devam ederek, inandığı dini ve o dinin hayata müdahilliğini savunarak, modern denecek yeni yorumlara karşı göğüs germiştir. Taklitçiliği ve özellikle Batı taklitçiliğine şiddetle karşı çıkan Atıf hoca, 1924 yılında neşrettiği “Frenk Mukallidliği ve Şapka” adlı eserinden dolayı İstiklal Mahkemelerince idamla yargılanarak, 4 Şubat 1926’da Babaeski müftüsü Ali Rıza Efendi (1872-1926) ile beraber idam edilmiştir. 

Biz, İskilipli Mehmed Atıf Efendi’yi her yıl dönümünde anarak gündeme getiren Müslümanlara, O’nun idam edilerek şehadetine yol açan “Frenk Mukallidliği ve Şapka” adlı eserini okuyanlara bir daha hatırlatmak, okumayanlara da kısaca tanıtmak için bir makale kaleme almanın anlamlı olacağını düşündük.

İskilipli Mehmed Atıf, Frenk Mukallidliği ve Şapka adlı eserini yazdığı ve neşrettiği tarih göz önüne alındığında, dönemin şiddetli baskısını ve korkutucu atmosferini dahi göğüslemeyi göze alarak, Avrupa taklitçisi olmayı reddetmiş, Avrupa’yı taklit etmeyi bir iman-küfür meselesi olarak görmüştür. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte başlayan ve her alandaki yozlaşmaya dönük değişim sürecine daha ilk baştan muhalefetini ifade eden İskilipli, bu tavrını şehadetine kadar sürdürmüştür.

İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesi ve Batılı formda yeni bir düzen kurma çabasına, özellikle yasama sürecine dair düşüncelerine, yapıp etmek istediklerine karşı çıkarak, “insanların hayatını huzura kavuşturacak ve adaleti sağlayacak yasaların ancak Allah’ın vaz ettikleriyle mümkün olacağını ifade etmiştir. Henüz Meşrutiyet meclisinin göreve başlamadığı tarihlerde, 30 Kasım 1908 tarihli Beyanül Hak gazetesinin 9. sayısında “İnsanların Bir Kanuna İhtiyaçları” adıyla kaleme aldığı makalesinde, “İnsanların bilgi ve becerileri insanlara adalet getirmeye kâfi değildir. Bunu sadece Allah-u Teala sağlayabilir” diyerek, ileriye dönük yasama faaliyetlerinin asıl dayanması gerektiği referansa atıf yapmaktadır.

İskilipli’nin bu muhalif tavrını peşinen sergilediği tarihlerde, ulema-ilmiye sınıfı bütün iştiyakıyla meşruti düzenin ikamesi için çaba sarf etmekte, meclis icraata başladığında alabildiğine süren yasama faaliyetlerinin içinde yer almaktadır.

İskilipli Mehmed Atıf, “Medeniyet-i Şeriyye, Terakkiyat-i Diniyye” adlı seri makaleler yazarak, Batı düşüncesinin ilerlemeci medeniyet tasavvuruna karşı çıkmış, “İnsan tabiatı itibarıyla medenidir. İnsanların ihtiyaçlarını karşılamaları için belli bir çabaya ve bilgiye ihtiyaçları, sanata dair malumatları olmalıdır ve bu her zaman olmuştur” diyerek, Batı düşüncesindeki ilerlemeci medenilik anlayışını reddetmiştir. O, bu ifadeleri zikrederken, gerekirse batının işimize yarayan kanunlarını iktibas edebiliriz, fennini ve ilmini alabiliriz diyerek sütunlar dolusu makaleler kaleme alan onlarca zat çeşitli gazetelerde neşriyat yapmaktadır. 

Biz makalemizde İskilipli Mehmed Atıf Efendi’nin hayatından ziyade, şehadetine vesile olan “Frenk Mukallidliği ve Şapka” adlı risalesine biraz değinmeye çalışacağız. 

Müellif risalesinin girişinde öncelikle taklid ve mukallid kavramlarına yer vermekte ve bu kavramları izah etmektedir. “Mukallid: Taklid eden demektir. Taklid: Güzel zannedip, muhik olduğunu itikad etmek sebebiyle bir kimseye itikadda, kavilde, fiilde, görünüşte, kılık-kıyafette ve ahlakta bila-delil ittiba ve iktida eylemek ve ona benzemek demektir.” Atıf Efendi, taklid ve mukallidin ne olduğunu ifade eder. İskilipli taklidin nereye kadar olduğunu da ele alarak, ‘Yaratana isyanda mahlûkata itaat yoktur’ hadisi şerifiyle itaatın sınırlarını da belirler.

“Bu hadisi şerifçe, ne bir müçtehidin, alimin, şeyhin, ne de halifenin, emir sahiplerinin, hakimlerin, filozofların, itikada, ibadete ve muamelata, ahlak ve adaba dair sözlerine, fiillerine tabi olmak, boyun eğmek, taklid etmek katiyen caiz değildir. Hülasa kelam, günahlarda, kötülüklerde ve dinin yasakladıklarında, şeriata muhalif olan usul ve medeni ilişkilerde hiç kimseyi taklid etmek asla caiz değildir ki, nerede kaldı küfrün alameti olan gayrimüslimleri taklid caiz olsun, bu katiyen olmaz.” (aynı eser, sayfa 4)

İskilipli Atıf Efendi, bu sözleri her şeyiyle yönünü gavurlara dönen bir düzenin yeni kurulmaya başladığı dönemde yazmakta ve söylemektedir. Allah’a isyanda kendi emir sahibine bile itaat yok iken, her şeyiyle gayrimüslimlere benzemek asla caiz değildir. Atıf Efendi bu risalesini yazdığı tarihlerde henüz şapka kanunu çıkmamıştır, fakat kamuoyunda çok erken dönemden beri konuşulmaktadır. 1908 tarihinde II. Meşrutiyetin ilanından sonra ittihatçı basının ilk dile getirdiği meselelerden biri de, fese karşı kalpak ve şapka meselesidir. Mustafa Sabri Efendi Beyanül Hak’da fese karşı kalpak ve şapkayı gündeme getirenleri eleştirmekte, kalpak ve şapkaya karşı fesi savunma ihtiyacı duymaktadır. Avrupa’daki Türklerin fesli dolaşmasının Avrupa ahalisi tarafından hoş karşılanmadığını gören Türkler, başlarındaki fesleri atarak şapka giymeye başlamıştır.

Mustafa Sabri Efendi de çok erken denebilecek dönemde sosyal yaşantıdaki şekli değişime tepki göstermekte, fesin atılıp yerine kalpak veya şapkanın gelmesini eleştirmektedir. Mustafa Sabri Efendi fesin yerine kalpak ya da şapkanın gelmesine geleneğe yaslanarak karşı çıkarken, Atıf Efendi meseleyi küfrü taklit üzerinden ele almaktadır. Mustafa Sabri Efendi bu tartışmaları henüz meşrutiyetin yeni ilan edildiği dönemde dile getirirken, İskilipli ise cumhuriyetin ilan edildiği ve devrimlerin yapılmaya başladığı dönemde, iman-küfür noktasından dile getirmektedir. 

Şu halde bir Müslüman küfrün şiar ve alametlerinden olan bir şeyi bila zarureten giymek veya takınmak suretiyle gayrimüslimlere taklidi ve kendisini onlara benzetmesi şeran yasaklanmıştır. Bu hususta ümmetin imanı vardır ve bunda şek ve şüphe yoktur. Zira Resulullah efendimiz (as) ‘Bir kavme benzemeye çalışan o kavimdendir’ buyurmuştur.” İskilipli, dinde ve Müslümanların hayatında, dinin dışında başka ibadetler icat edenlere de seslenerek, bu tür yeni şeylerin dinde bid’at çıkarmak olduğunu söylemektedir. Bu ise sapıklıktır.

İskilipli Atıf Efendi, hangi hususlarda gayrimüslimlerin taklit edilebileceğini ve onlara benzemekte sorun olmayacağını da zikreder. Alet, edevat, sanat, harp araç gereçleri, sanayideki gelişmeler, ziraat gibi hususlarda gayrimüslimlere benzemek yasak değildir.(aynı eser sayfa 7)  İslam dinine göre Avrupa medeniyetinin meşru olan ve olmayan yönleri vardır. Müslümanlar, Garp medeniyetinin meşru olan yönlerini alabilir, taklit edebilir. İslam dini de, maddi refahı sağlayacak yeni icatlara, buluşlara karşı değildir. Allah her Müslüman erkeğe ve kadına kendisi için gerekli ilimleri öğrenmeyi farz kılmıştır.

Müslümanların içinden bir kısmı dünyevi yaşantı için gerekli ilimleri öğrenmek zorundadır. Eğer böyle bir kesim bu ilimleri öğrenmezse, Müslümanların tamamı günahkâr olur. Dünya ve ahirette bu günahlarının cezasını çekerler. (aynı eser sayfa 8) İskilipli, Garp medeniyetinin böyle yükselmesinin temelinde İslam medeniyetinin varlığının olduğunu Avrupalı filozofların bile zikrettiğini ifade eder. Peki, garbın bu terakkisine vesile olan İslam’ın müntesibi olan Müslümanlar neden bu haldedir?

İskilipli böyle bir soruya da kendi zaviyesinden cevap verir: 

“Din-i Mübin-i İslam, vaktiyle medeniyetin gelişmesine ve ilerlemesine katkı sağlayacak çok önemli harika eserler ortaya çıkardığı halde, zamanımızdaki Müslümanların bu yüce faziletlerden mahrum olmalarına sebep olan nedir diye bir sual olunacak olursa biz de deriz ki: Mahrum kaldıkları diğer pek çok hususta olduğu gibi, bu mahrumiyetlerine sebep olan yüce dinin gereklerini yerine getirecek çaba ve amellerden uzaklaşmalarıdır. Din-i İslam’ın insanlık için buyurduğu yüce faydalardan istifade etmek, ancak o dinin emirlerine, ahkâmına uymak ve gereklerini yerine getirmekle mümkündür. Şu halde, Müslüman olduğunu iddia edenlere, dinin kaidelerini öğrenmek ve ezberlemek hiçbir fayda etmeyeceği gibi, bu kaideleri-yasaları ameli olarak yerine getirmezlerse maddi ve manevi olarak başarılı olamazlar.” (aynı eser sayfa 10)

İskilipli Atıf Efendi meseleye esastan bakmaktadır. O’nun için geri kalmışlığın, mahrumiyetin, çekilen sefaletin sebebi, Müslümanların dinine gereğince sarılmamalarıdır. Dönem itibarıyla kurulan yeni düzen, dinin ilerlemeye mani olduğu tezi üzerinden yürütülmekteydi. Dönemin Müslüman mütefekkirleri de, bu tezi karşı bir anti tez olarak, “İslam ilerlemeye mani değildir” diyerek mevziiye çekilmiş refleksle bir karşı tezi savundular. Oysa Müslümanların böyle bir savunmaya ihtiyaçları yoktur. Zira dini ve kitabı muhkem şekilde, tahrif olmadan durmaktadır. Laiklerin ortaya attığı böyle bir iddia, dönem itibarıyla Müslüman mütefekkirler tarafından olağanüstü bir şekilde ciddiye alınmış, savunmacı refleksleri harekete geçmiştir.

Dönemin birçok mütefekkiri Müslümanların geri kalmışlığını bilimde sanayide ilerleyemediklerine ve Avrupa’nın bu sahalardaki üstünlüğünün İslam dünyasını ezdiğine kanaat getirmiştir. İskilipli Atıf Efendi ise daha esaslı olan yere işaret etmektedir. Bu da, Müslümanlar dinlerine gereğince hürmet göstermemekte, dinin emirlerine riayet etmemektir. Esaslı sebep budur. Müslümanların sadece dinin emirlerini bilmeleri, Kitaplarını ezberlemeleri yeterli değildir. Önemli olan o emirlerin gereğini ameli olarak yerine getirmektir. Dinin emirlerini yerine getirmeyenler, dinin vadettiği huzur ve saadete layık olamazlar. Bunun ötesinde Müslümanlık iddiasında bulunanlar, dinin haram kıldıklarıyla da asla meşgul olamazlar.

“Dinden yüz çevirme, zulüm, eşkıyalık, fahşa, içki, kumar, dans, bar, tiyatro ve sair sefahat ile meyhane, kerhane, kumarhane, dans ve bar mahalleri açılışı gibi medeniyeti garbiyenin maddiyat kısmından ahlaken, içtimaen, iktisaden, namusen ve dinen muzır olan rezil işlerin ve kötülüklerin hepsi, küçüğü büyüğü haram kılıp mani eylemiştir. Binaenaleyh medeniyeti garbiyenin bu gibi rezalet cihetleri gayri meşrudur. Onun için Resulullah (as) efendimiz ‘bir kimse dini İslamda fena bir yol ihdas ve çirkin bir şey ilk defa icat ederse, o fenalığın vebali ile kıyamete kadar onunla amel edenlerin veballerinden bir misli o kimseye ait olur da ondan sonra o fenalığı işleyenlerin kendi günahından hiçbir şey noksan kılınmaz’ buyurmuştur.

İskilipli Atıf Efendi, Müslümanları yaşadığı dönemin saptırıcı atmosferinde ciddi tehditlerle uyarmaktadır. Yıl 1924, Osmanlı dağılmış, yeni cumhuriyet kurulmuş, hiçbir kutsalı tanımayan, dinin adının anılmasına dahi tahammül edemeyen zihniyet iktidar gelmiştir. Atıf Efendi’nin zikrettiği münkerat iktidar eliyle, zorla ve baskıyla devlet politikası olarak inşa edilmektedir. Dönemin siyasi ve askeri durumu göz önüne getirildiğinde, Atıf Hoca çok cesurdur. Bu sözleri yazıp söylediği dönemde ulemanın büyük çoğunluğu yeni düzenle uyum sağlamaya çalışmış, birçoğu da sağlamıştır. Mustafa Sabri baskılardan dolayı yurtdışına, Mehmed Akif Mısır’a gitmiş, Ömer Nasuhi Bilmen yeni devlette resmi kurumda görev almış, ileriki tarihlerde Diyanet İşleri Başkanlığı yapmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır, inzivaya çekilmiş sessiz sedasızdır. Hasan Basri Çantay 1. Meclis’te milletvekili olmuştur. İzmirli İsmail Hakkı, kapatılan medreselerin yerine kurulan İlahiyat fakültelerinde müderrislik yapmaktadır. Said Nursi, Van’a gitmiş ve inzivaya çekilmiştir. Daha adını sayamayacağımız birçok ilmiye mensubu, yozlaşmaya dönük değişime karşı çeşitli sebeplerle sessiz kalmış ya da bırakılmıştır.

İttihatçı zihniyetin devamı olan yeni cumhuriyetin kurucuları, Batılılaşmak serüvenini de miras almış ve milleti tamamıyla garp medeniyetinin kör taklitçisi yapmaya azmetmiştir. Bu kör taklitçiliğe şiddetle karşı çıkan İskilipli, Batı medeniyetiyle İslam medeniyetini sürekli karşılıklı olarak ele alır. Bu karşılaştırmasını hem dini yönden hem de insani-fıtri yönden değerlendirir. Müellif, insanlara doğru yolu gösterecek olanların sadece peygamberler olduğunu ve hakiki saadete ermek istiyorlarsa, peygamberlere tâbi olmanın zaruretini izah eder. Garp ise bu fikre şiddetle karşı çıkmaktadır: “Şu halde medeniyeti garbiye haddizatında eksik ve hakiki tekamüle zarar verdiğinden, mukaddes İslam dinine ve nebilere tamamen bağlanmadıkça hakiki bir medeniyet olarak kabul edilemez. Bu yüzden ehli İslam garp medeniyetine muhtaç değildir. Tam aksine garp medeniyeti İslam’a muhtaçtır.” (aynı eser sayfa 14) İskilipli hadiseleri ve gelişmeleri, yaşanan yozlaşmaya dönük değişimleri Müslüman gözüyle değerlendirmektedir. O yüzden gidilen yol yol değildir.

Garbın ilmini, fennini, alet ve edevatını, sanayisini, insanlığa faydalı buluşlarını almak, taklit etmek İslam dini tarafından yasaklanmamıştır. Fakat insanlığı sapkınlığa götüren, haramlara sevk eden, rezalet içinde yaşatan hayat tarzını asla kabul edemez. Bu türden bir hayat tarzını taklit etmeyi isteyenlerin kalpleri garbın sevdasıyla sabıkalıdır. O yüzden bu türden olanlar, İslam’ı terakkinin önünde engel olarak görürler. (aynı eser sayfa 15) İslam bu türden taklit edilecek medeniyetin terakkisine manidir. Bu tür rezil bir hayat İngiltere’de halkı hayasızlığı sürüklemiş ve bir İngiliz zat hayasızlıkla mücadele etmek için “Nezahet Cemiyeti” adından bir cemiyet kurmuştur. (aynı eser sayfa 16) İskilipli Atıf Efendi, İngiliz gibi olmak isteyenlere, İngiltere’den misal göstermektedir.

Atıf Efendi, dönemin içtimai hayatında yer almaya başlayan ve yaygınlaşan dans kültürünü de şiddetle eleştirir. 

“Esasen Avrupa’da sözlerine itimat olunan hekimler ile içtimayat alimleri dansın zararlarını delilleriyle meydana koymuşlardır: Az cümle dansın zararlarını ispat için diyorlar ki: Yakinen anlaşılmıştır ki: Dans fertlerin seciyesini, ahlakını, sıhhatini takrip edip musallat olduğu cemiyetlerin manevi bünyesini kemirmekten başka, fuhşu arttırarak nüfuz buhranı denilen felaketi ihdas ediyor.” (aynı eser sayfa 16) 

Özellikle Avrupa’da ortaçağ döneminde aristokrat sınıfın ve daha sonraları burjuva sınıfının değişen davranış kalıpları sonucunda ortaya çıkan dans kültürü, yeni kurulan cumhuriyetle birlikte Müslüman memleketine de sokulmuştur. İskilipli, Batıya ait bu türden davranışların, batı toplumlarında dahi zararlarından bahsedildiğini hatırlatmaktadır. 

İskilipli Atıf Efendi, çok ciddi bir şekilde gayrimüslimlere benzemenin dinen ve fıtraten ne kadar sakıncalı olduğunu uzunca cümlelerle izaha çaba sarf eder. Avrupa’nın yaşadığı sosyal hayatın, kendi içindeki filozoflar tarafından dahi eleştirildiğine dair misaller verir. Bütün bunların ötesinde, Müslümanların gayrimüslimlere benzemesinin bir iman-küfür meselesi olduğu üzerinde durur. İskilipli daha sonra risalesine “İman ve küfür” adından bir alt başlık açar:

“İman: Resulü Ekrem (as) efendimizin Allah-u Teâlâ tarafından getirip haber verdiği kesin ve yakinen bilinen usulü diniye ve İslam ahkâmının hak ve doğru olduğuna kalben inanıp kabul etmek ve dil ile onu ikrar etmektir.

Küfür: Dini İslam’dan olduğu kesin ve yakinen bilinen usul ve ahkâmın tamamını veya ondan birini kabul etmeyip inkâr eylemek veya inkâra delalet eden bir iş işlemek demektir.” (aynı eser sayfa 18)

İskilipli Atıf Efendi iman ve küfrü çok net olarak ifade eder. O’na göre küfür, inkâr etmekle birlikte, alenen inkâr etmese dahi, dinin hükümlerini yok sayarak eylemde bulunmak da küfre delalet eder. Bir kimse sadece Müslümanım demekle Müslüman olmaz. Dilindeki ikrar ile fiilindeki eylem birbiriyle tezatlık göstermemelidir. 

“Hiçbir zorlama olmadan putlara, yıldıza, güneşe secde ve saygı göstermek ve onlar için kurban kesmek, Hıristiyanlarla birlikte kiliseye gitmek, ayinlere katılmak, haç takınmak. Allah’tan başkasına ibadet etmek yahut Allah-u Teâlâ’yı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, şer-i şerifi, ahireti inkâr yahut bunlardan birini küçük görmek aşağılamak, mesela Kur’an’ı Kerim’i çiğnemek gibi. Dildeki ikrar ile kalpteki tasdikin yalan olduğuna alamet olan bu fiillerin kendisinden sadır olan kimse Müslüman değildir. Zira bu yaptıkları o kimsenin dilindeki ikrar ile kalbindeki tasdikin yalan olduğunun delilidir. Onun için her ne kadar Müslümanım dese de, o kimse İslam dairesinden ve ehli kıbleden çıkıp, hem Allah’ın katında hem de Müslümanların katında kâfir olmuştur.” (aynı eser sayfa 21) 

İskilipli Atıf Efendi, iman ile amelin, söz ile eylemin arasını açmaya çalışanlara hadlerini bildirmektedir. Dönem itibarıyla bu sözleri söylemek ve yazmak ancak iman kuvvetiyle mümkün olabilecek işlerdendir. Dine dair herhangi bir söze, ritüele, sembole dahi tahammülü olmayan yeni düzenin sahiplerine İskilipli, Müslüman olmadıklarını, bu şekilde Müslüman olunamayacağını anlatmaya çalışmaktadır. Müellif meseleye ciddiyetle yaklaşmakta, sorunu faydacı zeminden ilkesel zemine taşıyarak tartışmaktadır.

İskilipli, küfrü iki kısma ayırır. Biri küfrü asli, biri de küfrü arızidir. 

“Küfrü asli: Esasen dinin esaslarından olan usul ve İslam hukukunu kabul etmeyenlerin küfrüdür. Gayrimüslimlerin küfrü gibidir. Küfrü arızi: Dini İslam’ı kabul etmiş veya Müslüman ana-babadan dünyaya gelmiş iken daha sonraları kendi arzu ve ihtiyarıyla usulü İslamiye ve zarureti diniyenin hepsini veya dini İslam’ın yalnız emri vicdaniden ibaret olduğuna kail olup da dünya işlerine dair ihtiva eylediği ahkamı maddiyi ve cismaniyesini kabul etmemek gibi zaruriyatı diniyeden bazısını ret, inkar, tekzib ve tahkir eylemek veyahut şeran tahkire vacip olanlara tazim etmek suretiyle irtikab küfür etmiş olanların küfrüdür ki, bunlara mürtet ve mürteci denir. Zamanımızda türeyen dinsizler bu zümredendir. Küfrün bu nevi evvelkinden daha muzır ve daha fenadır ve hatta mürtetlerin kestikleri yenmez, Müslüman kadınlarla nikâhları helal ve Müslüman kabristanına defin olunmaları caiz olmaz.” (aynı eser sayfa 22) 

Atıf Efendi, İslam’ı en baştan kabul etmeyenlere göre, Müslümanım deyip de dinin hukukunun devlete, insana, sosyal hayata karışmasını istemeyenleri daha tehlikeli ve kötü olarak tanımlar. Bu gibi kişiler dini bir vicdan meselesi olarak görürler ve Allah’ın hayata müdahalesine karşı çıkarlar. Din ayrı devlet ayrı, din ayrı dünya işi ayrıdır derler. İskilipli’nin bunları söylediği dönem, tam da böyle bir dönemdir ve Allah’ın dini hayatın her safhasından soyutlanmaktadır. Böyle, küfrü arızi içinde olanlar, o günlerden bu günlere sürekli çoğalarak gelmiştir ve aynı zamanda kendilerini Müslüman olarak tanımlamayı sürdürmektedir.

Müellif eserinde asıl meseleye, söylemek istediğine gelir. Bu da küfrün şiarlarına, alametlerine gelir. 

“Şiarı küfür: Her asırda, her beldede değişiklik gösterse de mileli gayrimüslimenin küfre dair olan en meşhur şiarları sapka, gayyar, zünnardır. Küstic, gasli ve salibdir. 

Şapka: Örfte küfür alameti, yani gayr-i Müslimlerin Müslümanlardan ayrılmalarına alamet olan baş kisvesidir.” (aynı eser sayfa 22)

İskilipli şapkayı küfrün alametlerinin en başta gelenlerinden olduğunu ifade eder. Şapka Müslüman ile gayrimüslimi birbirinden ayıran en önemli alamettir. Müellif eserinde küfrün alametlerinden daha birçok şeyi sayar. Bu alametlerle, Müslümanlarla gayrimüslimlerin birbirinden ayrıldığını zikreder. Küfrün alametlerini Müslümanlar giyinip kuşanamaz, onlarla görünemez, kendi çevresinden, Müslüman kardeşlerinden ayrı kalamaz. İnsanın zahiren yaptıkları iç dünyasının aynasıdır.

“Zahiren işlenen ameller insanın iç dünyasının ve ruhunun yardımcısıdır. Bu hal insan kalbinde ortaya çıkar ve rağbet görür. İnsanın bazı amelleri vardır ki, kalpten bir istek ve şevkten dolayı insan o ameli yapmaya başlar. Çevresinin etkisinden uzaklaştığında ve kendi haline kalınca da o ameli işlemek mecburiyetinde olur ve ona karşı gelip engel olamaz.” (aynı eser sayfa 23)

İskilipli Atıf Efendi, insanın zahiri amellerinin, aynı zamanda o kişinin iç dünyasını ve inancını da yansıttığını ifade etmektedir. Fakat insan bir de kötü bir şeye alıştığında, zaman içerisinde onu huy edinir ve normal görmeye başlar. Müslüman kardeşlerinden, cemaatinden, çevresinden kopup yalnız kalınca da, şeytanın vesveselerine karşı direnemez. Müellif tesir-i hariciyeden bahsederken, içtimai durumun insan üzerindeki etkisine dikkat çekmektedir. İnsanın ve hassaten Müslümanın kendi halinde kalması, yozlaşmış toplumda olumsuz etkilerin baskın çıkmasına neden olur. 

Müslümanlar küfrün şiar ve sembollerini hiçbir şekilde giyinip kuşanamaz, küfrün şiarlarıyla gezip dolaşamaz. Kâfir bir kavme benzeyemez. Küfrün alametleriyle amel edenler, kâfirlere benzeyenlerin de küfründen şüphe edilemez. “Zira şer-i şerifte alameti küfür sayılan şeyleri helal sayanlar veyahut basit görenlerin küfrü şüphesizdir. Küfrün alametlerini de helal görüp dikkat etmemekte bu kabildendir.” Müslüman eğer bir zorlama, baskı, bir uzvun kesilmesi gibi tehlikelerle karşı karşıya kalırsa, o an için bu bela başından gidinceye kadar küfrün alameti olan şapkayı giyebilir. (aynı eser sayfa 25) İskilipli, bir Müslümanın küfrün alametleri olan şeyleri hangi zaruri koşullarda nasıl giyip kuşanabileceğini, hangi durumlarda caiz olduğunu uzun uzun izah eder. 

“Fakat ticaret, tahsil ve seyahat gibi hususi menfaatler için küfür diyarına gidip de, orada veya İslam diyarında bilerek, hiçbir zaruret yok iken şapka vesaire küfrün şiarlarını giyen müslim hakkında ihtilaf olunmuştur. Fukahanın ekserisi, küfür ehline mahsus ve onların şiarı olan şapkayı hiçbir zaruret olmadan giymek küfürdür. Zira bu alameti küfürdür. Onun için bunu ancak mecusiyet, nasraniyet yahudiyet gibi envai küfürden birini tercih edenler, kalpleri sabıka-i küfür ile sabıkalanmış olanlar giyebilirler. Esasen alaimi zahire ile umuru batıneyi istidlal ve onun üzerine hüküm etmek aklen ve şeran makbul ve muteber bir tariktir diyorlar.” (aynı eser sayfa 26)

İskilipli Atıf Efendi, küfre delalet eden hiçbir şiar ve sembole müsamaha göstermez. Yaşadığı dönem itibarıyla birçok devrim gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Ve devrimler iktidar baskısıyla yapılmakta, hepsi de Avrupa’ya, gavurlara benzemeye dönüktür. İskilipli özellikle şapka üzerinde çok durmaktadır.

“Şunu da arz edeyim ki bütün milletlerin kisveleri milliyet ve dinleriyle bir nevi alakaya haizdir. Şapkalar, serpuşlar mesela Avrupa memleketleri ne kadar muhtelif sınıfa ayrılırsa ayrılsın, hepsinin bir asıldan gelmiş olduğu ve zaman, mekân itibarıyla ihtilaf etmekle beraber o aslın ruhu muhafaza edilmekte bulunduğu şüphesizdir. Şu halde şapka din ve milliyet alameti olduğu için onun giyen kimse, ‘ben bu millettenim’ diye bir ikrar yapmış olur.” (aynı eser sayfa 28)

İskilipli, bir insanın hangi milletten olduğunun, kılık kıyafetiyle anlaşılabileceğini söylemektedir. Asrı Saadetten bu yana Müslüman cemaatlerin, peygamberinin (as) ve ashabının, kâfirlere benzememe konusundaki titizliğine, Müslümanlar da titizlik göstermelidir. Zira İslam’ın her husustaki yasaklarında Müslümanlar için esastan faydalar vardır.

“Esasen şiarlarında gayrimüslimlere benzemekten sakındırması ile Şari’nin murad ve maksadı beynelmüslimini ve milliyeti İslamiyi tesis etmek istemektedir. Milleti İslamiyenin yapması gereken de milleti küfre mahsus olan şiarda ve adette kâfirden ayrılıp onlara benzememektir. Binaenaleyh milleti İslamiyede gayret göstermek ve gayret etmek şiarı imandandır. Onun için her Müslüman ahkâmı diniyeye aykırı ve bilhassa milleti İslamiyeye muhalif olan amellerden kaçınmalıdır.” (aynı eser sayfa 28) 

İskilipli, yozlaşmaya dönük değişimin yaşandığı sıkıntılı süreçte, bugünkü Müslümanın aklının ermeyeceği inceliklere işaret etmekte, zahiren değişimin, ilerleyen zamanda batıni ve ruhi değişimi de getireceği endişesini dile getirmektedir. Zira dinin en büyük muradı, Allah’ın rızasına uygun bir İslam Milleti tesis etmektir. Bu tesisin ortaya çıkması için Müslümanım diyenlerin, kâfirlerle saflarını ayırmaları ve dinin hukukuna muhalif amellerden kaçınmalıdır. Bunun için de küfrün şiarlarından uzak durulmalıdır.

Sonuç yerine:

İskilipli Mehmed Atıf Hoca, zamanının şahitliğini yapmış, Müslümanca bir hayat yaşayarak, bu yaşantısını teorik ve pratik olarak zaman-mekân düzleminde göstermiş, bedelini de canıyla ödemiştir. Her anlamda kâfirlere benzemek üzerine kurulmaya çalışılan yeni düzene karşı, İskilipli Müslümanları uyarmakta, “Kâfirlere benzemeyin” diyerek haykırmaktadır. İskilipli’nin dönemi itibarıyla ele alıp tartıştığı ve şehadetine sebep olan konu, günümüz Müslümanlarının gündeminde olmayan, belki de akla bile gelmeyen bir meseledir. Akıl almaz hızda ve ayartıcı şekilde gelişen yozlaşmaya dönük değişimden her Müslüman kendine düşeni almıştır. 

“Kâfirlere benzememek” bugün itibarıyla neye tekabül eder? Kanaatimizce 21. yüzyıl Müslümanlarının “Kâfirlere benzememek” gibi bir konuyu ne ele alacak mecalleri ne böyle bir konuyu tartışabilecek kapasiteleri ne de cesaretleri vardır. İslam düşüncesinin kurucu kavramlarının dahi reel-politik söyleme malzeme edildiği dönemde, “kâfirlere benzememek” gibi bir mesele çok gereksiz ve sıra dışıdır. Evet, ‘kılık kıyafet çok önemli değildir’ denilebilir, bu itiraza hak da verilir. Lakin kafirlere benzememek meselesi sadece kılık kıyafetle de sınırlı değildir. İskilipli merhumun, “Frenk mukallidliği ve şapka” diye kaleme aldığı risalesi günümüze uyarlanarak, “Frenk mukallidliği ve siyaset” olarak güncellenebilir mi? Ya da, “Frenk mukallidliği ve dünyevileşme” olarak yeniden yorumlanabilir mi? Bu tarz başlıkları daha çoğaltmak elbette mümkün. 

21. yüzyıl Müslüman mütefekkirlerinin, yakın tarihteki seleflerinden ciddi anlamda istifade etmesi gerekmektedir. Bugün tartışılan her kabulün ve itirazın tarihi izleri, doğruları yanlışları çok bariz olarak buralarda görülmektedir. Müslümanlar tarihi okumalarını nedensellik üzerine kurmalı, tedebbür ve tefekkür etmeli, feraset sahibi olmalıdır. Müslümanlar olarak tarihi veriler açısından başka milletlerin sahip olmadığı büyük ve paha biçilmez hazineye sahibiz. Bu hazinen kıymetini bilmeliyiz ve bugünümüze yarayacak bilgiyi devşirmeliyiz. Yarın çok geç olabileceğinden, çok daha acı sonuçlarla karşılaşabiliriz.

İktibas, Mart 2020, sayı 495

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

1 Comment

  • Mehmet Atahan
    19 Nisan 2020, 10:35

    Allah razı olsun güzel bir çalışma olmuş çok istifade ettim. Allah rahmet etsin öğünebilecegimiz atalarımız var

    REPLY