İslamcılık tartışmalarının başını çeken üçüncü nesil İslamcıların büyük çoğunluğu laik-seküler-kemalist iktidarın en üst yerlerinde aktif olarak görev yapmakta, diğer bir kısmı da gerekli malzemeyi sağlamak için uğraşmaktadır…
Yakup Döğer
Son dönemde İslamcılık tartışmaları yeniden alevlendi. Abdullah Gül’ün Siyasal İslam’ın tüm dünyada çöktüğüne dair ifadeleri bu tartışmaları tetikledi. Bunun sonucunda medya organlarında birtakım makaleler yazılmaya, mesele üzerinde konuşulmaya başlandı. Biz bu tartışmaların dışında, kanaatimizce İslamcılık hakkında esasa tekabül ettiğini düşündüğümüz başka bir hususa değinmek istiyoruz. Bu husus, İslamcılık cereyanının ortaya çıkmaya başladığı, olgunlaştığı ve günümüze kadar gelen inşa sürecinin hangi değerler üzerinden gerçekleştiği, bir bakıma hangi kavramların kurucu fonksiyon icra ettiğine dair olacaktır.
Osmanlı modernleşmesinin öncelikle askeri yenilenmede Avrupa’yı taklit etmek ve askeri alanda modernizasyona gitmek olarak başladığı işin ehli olanlar tarafından ve az çok bu mesele üzerinde emek sarf edenlerce bilinmektedir. Askeri, siyasi, ekonomik ve içtimai alanda sıkışmış olan Devlet-i Ali, bir çıkış yolu aradı. Bu arayış sonucunda böyle bir değişimin mecburiyetine kendisini ikna etti ve gerçekleştirmeye çalıştı. Bu çabalar sürerken Osmanlı mütefekkirlerden, özellikle Avrupa görmüşler, Avrupa’nın kültürüne, aristokrat ilişkilerine yakinen şahit olanlar, siyasal ve sosyal alanda da değişikliklerin yapılması gerektiğinin zaruretine yüksek sesle ifade etmeye başladılar.
Müslüman mütefekkirler öncelikle siyasi talepleri gündeme getirdi ve saltanatın-padişahlığın ilerlemenin önünde büyük engel olduğunu ileri sürdüler. Tek adam rejimi kurtuluşun, ilerlemenin önünde engeldi ve parlamenter sistem olan meşrutiyet uygulanmalıydı. Anayasalı meşruti sistem İslamcı cenahın ilk talepleri olarak ortaya çıktı. Bu bakımdan İslamcılık cereyanının tamamen siyasal talepler üzerine inşa olunmaya başlandığı söylenebilir.
Dönemin mütefekkirleri meşruti sistemi cari kılmak ve yazılı bir anayasa hazırlamak için Sultan Abdülaziz’e baskı uygulamaya başladılar. İşi ağırdan alan Abdülaziz, İmam-ı Sultani unvanı olan Şeyhülislam Hayrullah Efendi tarafından bir fetva ile azledildi. Yerine yine Hayrullah Efendinin fetvasıyla V. Murad getirildi. V. Murad’ın bazı rahatsızlıklarından dolayı bu işi yerine getiremeyeceğini anlayan meşrutiyet taraftarları, tekrar Hayrullah Efendi’nin fetvasıyla sultanı azletti ve bu kez II. Abdülhamid tahta geçti. İslamcı aydınların istediği olmuş, meşrutiyet ilan edilmiş, Kanuni Esasi hazırlanmaya başlamıştı. Fakat önemli sorunlarını henüz aşamamışlardı. Bu sorun da hukuki olarak parlamenter meşruti sistemin İslami yönden meşruluğuydu.
Meşrutiyet sistemini ve anayasayı gündeme getirenler, bu taleplerini gerçekleştirinceye kadar hiçbir İslami kavrama gerek duymamıştı. Fakat şimdi yeni düzeni meşrulaştırıcı olarak bazı kavramların ele alınıp meşrutiyet lehine yeniden yorumlanması gerekti. Bu kavramlardan ilki ‘meşveret’ kavramı oldu. Meşveret kavramı dönemin Müslüman mütefekkirleri-uleması tarafından yeniden yorumlandı. Parlamentonun meşveret meclisi olup olamayacağı üzerine uzun tartışmalar yaşandı. Bu tartışmaların sonucunda meşveret kavramı, ait olduğu yerden kaynaklanan sorunlardan dolayı kendi kavramsal çerçevesinde parlamentoyu meşrulaştırıcı bir işlevi yerine getiremediği için, meşveret kavramının yorumunun içtihadi bir mesele olduğu hususunda hem fikir oldular. Ve meşveret kavramı içtihada açık bir kavram olarak değerlendirildi.
İlk nesil İslamcıların kavramları ele alıp, dönemin siyasi oluşumuna dair kullanışı hale getirme çabaları böyle başladı ve tahrif edilen ilk kavram meşveret kavramı oldu. İlk dönem İslamcılar siyasal taleplerini elde etmek için, siyasal alana dair dinin onlarca kavramı olmasına rağmen hiçbirini gündeme getirip tartışmadı. Mesela şari, teşri, şeriat, tagut, ilah, şura, hüküm, egemenlik, ehliyet, yasama, ümmet, hükümet, hilafet, haram, helal, cemaat vb. kavramlar dönemin İslamcılarının dikkate almadığı kavramlardır. Bu ve bu gibi sebeplerden dolayı ilk nesil İslamcıların Müslümanlık düşüncesini yeniden ihya etmek –en azından dinin kavramsal çerçevesi içerisinde- gibi niyetlerinin olmadığı söylenebilir. Ya da en iyimser yaklaşımla bu kavramları daha sonra tartışmak için geriye attıkları düşünülebilir.
İlk nesil İslamcıların bu girişimleri çok kısa sürede akamete uğrar ve meşrutiyet idaresine Abdülhamid tarafından son verilir. 1878-1908 arası otuz yıl boyunca Abdülhamid iktidarda kalır. Temmuz 1908 de II. Meşrutiyet ilan edilir ve parlamenter sisteme yeniden geçilir. İkinci nesil İslamcıların ilk talebi de yine ilk nesilde olduğu gibi siyasidir. Bu dönemde gördüğümüz kavramlar üzerindeki tartışmalar çok daha yoğun ve çok hızlıdır. Kavramlar adet olarak fazlalaşmıştır. Fakat fazlalaşan kavramlar daha önce olduğu gibi tamamen siyasidir, siyasi olmayanlar da siyaset lehine yorumlanmak için yeniden ele alınmıştır. İkinci nesil İslamcıların en çok tartıştığı kavramlar arasında ilk göze çarpanlar meşveret, hürriyet, müsavat, içtihat, kanuni esasi, tecdid, milleti hakime, şari, teşri, uhuvvet kavramlarıdır. İkinci nesil İslamcıların döneminde de ilah, tagut, hüküm, şirk, müşrik, ümmet, mülk, velayet, egemenlik, İslam devleti, Ehlü’l Hal ve’l-Akd, kafir, küfür, vahiy, haram, helal, sevap, günah, nebevi usul gibi kavramlar görülmemektedir.
İkinci nesil İslamcıların kilitlendiği tek hedef, meşrutiyetin ve parlamentonun sağlıklı bir şekilde işlemesidir. Bu sebepten tartıştıkları ve yorumladıkları kavramların tamamının içini meşrutiyet idaresinin bekasını sağlayacak, meşrulaştıracak anlamlarla doldurmuşlardır. Meşrutiyeti ilk nesilde olduğu gibi meşveret kavramıyla meşrulaştırırlar. Meşveret kavramını içtihadi alan içine dahil ederek, parlamentoyu meşveret meclisi olarak değerlendirirler. Gayrimüslimlerin de meşverete dahil edilebileceğini ileri sürerek, dinen mahzurun olmadığını söylerler. Meşveretle yeni siyasi-idari sistem, halifeyi de kontrol altına alacak şekilde düzenlenir. Meşruti sistem bu şekilde meşruluğunu kazanır. İçtihat kavramıyla siyasal alandaki düzenlemeler, hürriyet kavramıyla bireysel özgürlükler, müsavat-eşitlik kavramıyla toplumsal inşa gerçekleştirilmeye çalışılır. Fakat İslam Siyaset düşüncesiyle esastan ilişkili olan yukarıda bahsettiğimiz kavramların hiçbirisi ikinci nesil İslamcılar tarafından ele alınmaz.
Birinci nesil İslamcıların 19. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıktığı söylenebilir. İkinci nesil İslamcılar 20. yüzyıl başlarında kendilerini gösterir. Üçüncü nesil İslamcılar ise 21. yüzyıl başlarında zuhur eder. Üçüncü nesil İslamcıların da dikkat çekici tarafı, onların da siyasi taleplerle ortaya çıkmış olmalarıdır. Fakat bu neslin elinde selefleri gibi üzerine yoğunlaşacak, tartışacak çok fazla kavramları yoktur. Zira kendilerinden öncekiler ve özellikle ikinci nesilden olanlar siyasi iktidara dair her kavramı ele alıp tartışmıştır. Diğer dikkat çeken bir yön ise, İslamcılığın hamiliğini yapmayı, ilmiye-ulema sınıfı ortadan kalktığı için akademik gelenek devralmıştır. Akademik gelenek kendi doğası gereği iktidarla olan açık-gizli işbirliğinden dolayı, İslamcılığın taleplerini farklı bir formatta ifade etmeye başlamış, İslamcılık düşüncesinin beklentilerini demokratik temelli taleplerle dile getirmiştir. Kanaatimizce en büyük kırılma da burada yaşanmıştır.
Üçüncü nesil İslamcıların siyasi iktidarla olan ilişkisi, aynı zamanda erteledikleri dünyevi beklentilerini de gün yüzüne çıkardığından, bu beklentilerine nail olabilmek için egemen siyasi yapıyı önceleri devletten ayrı meşrulaştırma çabalarına girmiştir. Fakat yeni bir kavram üretmeleri gerekmektedir. Zira üçüncü nesil İslamcıların seleflerinin tartıştıkları kavramları yeniden ele alıp tartışmaya açabilecek ne ilmi seviyeleri ne de mecalleri yoktur. Meşveret, içtihat, uhuvvet gibi kavramlar zaman içerisinde itibarını yitirdiğinden ve aynı zamanda zamanın ruhuna aşırı muhalif olduğundan dolayı görmezden gelinmiştir. Bu sebeplerden dolayı demokratik temelli iktidarın İslamileştirilmesi için başka kavramlara ihtiyaç vardır.
Üçüncü nesil İslamcılar bu meselede çok mahirce davranırlar ve daha önceki seleflerinin aklına gelmeyen başka bir meşrulaştırma aracı bulurlar. O da Medine Vesikasıdır. Bu vesikayı çoğulculuk üzerinden yorumlayarak demokratik yönetime giydirmeye çalışırlar.
Diğer ve çok önemli bir kavram da maslahat kavramıdır. Maslahat kavramını da ‘Ümmetin maslahatı’ olarak ele alırlar ve İslam düşüncesine aykırı olan/olabilecek siyasi manevraları bu kavramla normalleştirirler. Siyasi iktidarın Müslümanlara açtığı alanları yeni kazanımlar olarak değerlendiren üçüncü nesil İslamcılar, kendilerini eleştiren dinde kardeşlerine tahammül edemezler.
Dikkatlerden kaçmayan esas meseleye gelecek olursak, üçüncü nesil İslamcılarda da ilah, tagut, hüküm, şirk, müşrik, ümmet, mülk, velayet, egemenlik, İslam devleti, Ehlü’l Hal ve’l-Akd, kafir, küfür, vahiy, haram, helal, sevap, günah, nebevi usul gibi kavramlar, siyasi eylemlerin meşruluğu açısından belirleyici olarak tartışılmamaktadır. Tartışılmadığı gibi, bu kavramları yeniden hatırlatmak isteyenler ya ciddiye alınmamakta, ya da fitnecilikle suçlanmaktadır. İslamcılık tartışmalarının başını çeken üçüncü nesil İslamcıların büyük çoğunluğu laik-seküler-kemalist iktidarın en üst yerlerinde aktif olarak görev yapmakta, diğer bir kısmı da gerekli malzemeyi sağlamak için uğraşmaktadır. Buna rağmen İslamcılık hakkında kendilerini konuşmaya salahiyet sahibi olarak görürler.
Üç nesil İslamcıların da en önemli iddialarının başında gelenlerden birisi kaynaklara dönüş, dini hurafelerden arındırmak ve asrı-saadetten ilham almaktır. Bu iddiayla ortaya çıkan İslamcılar, geldikleri eşikte dini anlamda Asrı-saadete dönmekten ziyade, dini asrı hazıra uydurma yolunu takip etmiştir. Kaynaklara dönme iddiasıyla çıktıkları yolda, İslam siyaset düşüncesine ait kurucu metinleri atlamış, bin yıllık birikimi yok sayarak, köksüz fikirler üretmeye çalışmıştır. Son dönemde İslamcılık adına yazılan hangi makale vardır ki, dinin kurucu kavramlarına atıf yapmaktadır? Ve hangi mütefekkir vardır ki makalesinde siyasi organizasyonun eylemlerini haram, helal, tagut, kafir, zalim, fasık, küfür, günah, sevap, hüküm, şari, şeriat, halife, hilafet, İslam Devleti, Darül-İslam, Dar’ül-Harb gibi kavramlara göre değerlendirmektedir?
En basit bir dünya görüşünün, beşeri ideolojinin dahi sahip olduğu kavramsal bir çerçeve vardır. Kavramları olamayan, olan kavramları da hayata şekil vermeyen dünya görüşleri ne kadar ikna edici, ne kadar uzun ömürlü olabilir? Bu gün İslamcılık hakkında konuşan, yazan, fikir beyan eden üçüncü nesil İslamcılar, kendi meşruluklarını sağlamak ve insanlığa kurtuluş düşüncesiyle gidebilmek için, gözlerden uzak tuttukları kavramsal çerçeveyi yeniden düşüp ele almalıdır. Bu ele alış ise siyasi iktidarlardan bağımsız olmalıdır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *