Müslüman mütefekkirlerin hiç ara vermeden savunmada kalmalarının önemli nedenlerinden biri de, Avrupa’dan bastıran oryantalist geleneğin, yurtiçindeki uzantılarının, meseleyi sürekli kaşımalarıdır.
Çağdaş İslam Düşüncesinde Terakki Meselesi
Yakup Döğer
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki, makalenin başlığı altında ele alınmaya çalışılan mesele, bir makaleye sığmayacak kadar derin, bir makale muhtevasını fazlasıyla aşan bir konudur. Buna rağmen, meseleyi daha derin ve daha teferruatlı olarak ele almak, araştırmak isteyenlere bazı hatırlatmalarda bulunmak, çok daha verimli çalışmaların ortaya çıkmasına vesile olmak gibi bir niyete sığınarak böyle bir başlık seçmeyi ve muhteva olarak sınırlı da olsa böyle bir konuyu ele almayı faydalı gördük. Müslüman modernleşmesinde “Terakkinin-ilerlemenin” bir mesele olarak ele alınması, geçmişten günümüze kadar kesintisiz süren etkisinin görülebilmesi için, günümüz Müslüman mütefekkirleri tarafından ele alınıp değerlendirilmesi kanaatimizce çok önem arz etmektedir.
Osmanlı modernleşmesi sürecinde erken dönem itibarıyla Müslüman mütefekkirleri en çok meşgul eden hususların başında din-bilim ilişkisi bağlamında terakki-ilerleme tartışmaları gelmektedir. Din-bilim-terakki ilişkileri bir mesele olarak ele alınmakta ve uzun süren tartışmaların yaşandığı görülmektedir. Avrupa’nın kedine özgü siyasi, askeri, ekonomik ve sosyolojik olarak yaklaşık dört yüzyıllık deneyimiyle yaşadığı tecrübe, bu coğrafyayı özel olarak Hıristiyanlıktan genel olarak da bütün dinlerden uzaklaştırmıştır. Kendilerince vardıkları sonuçta elde ettikleri en önemli tecrübe, dinin, insanlığın fende bilimde, bilimsel buluşlarda, doğaya söz geçirme ve her şeyi bir hesaba bağlamada engel olduğu kanaatidir. Bu kanaat Avrupa coğrafyasını kutsaldan uzaklaştırdığı gibi, kendi döneminden sonra gelecek yüzyıllar boyunca küresel ölçekte de etkili olmuştur, halende olmaktadır. Bu gelişmeden de olumsuz manada en çok etkilenen şüphesiz ki Müslüman dünyadır.
Hıristiyanlığı hayatın her alanında etkisizleştiren Avrupalı filozoflar, yüzyılların birikimi olan oryantalist geleneğin yardımıyla İslam’a karşı tavır almış ve Müslüman dünyaya karşı bir saldırı gerçekleştirmeye başlamıştır. Bu saldırının zamanlamasıyla, Müslüman modernleşmenin aynı dönemde karşı karşıya gelmesi elbette bir tesadüf değildir. Değişen dünya karşısında kendisinden şüphe etmeye başlayan Müslüman dünyanın bu şüphelerinin aynı zamanda zaaf olarak ortaya çıktığı, savunmacı bir refleksle hareket ettiği görülmektedir. Uleması, aydını, entelektüeliyle yaşanan bu zafiyet atmosferi, dışarıdan dine karşı yapılacak saldırılar için surda önemli bir gedik açılmasına neden olmuştur.
Oryantalist tez ‘duvara tosladı’
Oryantalist geleneğin hedef olarak seçtiği ve direkt olarak kendisine muhatap aldığı, Müslümanlar olmaktan ziyade, değer olarak İslam Dini olmuştur. Avrupalı filozoflar İslam’ı dinlerden bir din olmaktan öte, karşılarındaki din olarak ilksel duruşunu zaafa uğratmak için büyük çaba sarf etmiştir. Bu ve bunun gibi sebeplerden dolayı, Müslüman dünyanın geri kalmışlığına İslam’ın neden olduğu üzerinde çok baskıcı bir taarruz gerçekleştirmiştir. Müslüman mütefekkirlerin bu saldırılar karşısındaki itirazlarına dikkat edildiğinde, her ne kadar modernleşmeden yana tavır alsalar da, bir bakıma asıl direnilecek cepheyi çok doğru tespit ettiklerini görmek açısından önemlidir. Dönemin İslam’a karşı yapılan ve dinin bilime, ilerlemeye engelliği üzerine yoğunlaşan Avrupa merkezli saldırılara, Müslüman mütefekkirler tarafından belki de Avrupalı filozofların beklemediği şekilde karşılık verilmiştir.
19. yüzyılın son çeyreğinde yoğunlaşan ve İslam’ı terakkinin önündeki en büyük engel olarak gören oryantalist geleneğe karşı Müslüman mütefekkirlerin (daha sonraları İslamcılar olarak anılacaktır) direnişi, bu saldırıları felsefi olarak çürütmüş ve bu bloğu parçalamıştır. Müslümanlar, oryantalist geleneğin hedef gösterdiği İslam Dinini bu vebalden ayırarak, suçlunun din değil, dini temsil eden Müslümanlar olduğu üzerinde durmuştur. Bu çıkış Avrupalı filozofların beklemediği bir direniş ve savunma hattı oluşturmuştur. Bu tavrın ortaya konması, ileriki süreçte gerek Avrupalı gavurların dine karşı tavrında, gerekse Müslüman mütefekkirlerin düşünsel yaklaşımlarında belirleyici olmuş ve daha sonraki stratejiler bu merkezde yeniden oluşturulmuştur. Yani Oryantalist gelenek İslam’ın insanlığın önünde engel olduğuna dair ileri sürdüğü tezinde duvara toslamıştır. Bu iddiaların arkası kesilmese bile, önceki durumuna göre çok daha cılız ve ciddiyet dışı kalmıştır.
En dikkat çeken saldırı Ernest Renan’dan
Bu saldırıların İslam Dinine ve Müslüman dünyaya aleni olarak yapılanı ve en çok dikkat çekenlerden birisi, Fransız filozof ve tarihçi Ernest Renan’ın, Mart 1883 tarihinde Sorbonne Üniversitesi’nde verdiği “İslam ve Bilim” adlı söylevidir. Ernest Renan’ın bu söylevi Müslüman dünyada pek çok tartışmaya yol açmış, hakkında çeşitli reddiyeler yazılmıştır. Bu konu üzerine önemli bir müktesebatın ortaya çıktığı da söylenebilir. Özellikle Müslüman modernleşmesinin ivme kazandığı bir döneme denk gelmesi nedeniyle, Müslüman mütefekkirler tarafından oldukça ciddiye alınmıştır. Fakat Ernest Renan’ın din-bilim bağlamında İslam’a yönelttiği eleştiriler, O’nun tarafsız olarak bütün dinlere karşı böyle düşündüğünü göstermemektedir. Renan, İslam hakkında böyle bir konferanstan yaklaşık olarak iki ay sonra, Hıristiyanlığa ve Yahudiliğe karşı muhabbet, İslam’a karşı husumet beslediğini ifade etmekten çekinmemektedir.
“Hıristiyanlık medeniyetin ilerlemesine büyük ölçüde yardım etti derken, Yahudilik hakkında da ‘Geçmişte pek çok hizmet eden Yahudilik gelecekte de hizmet edecektir. Gerçek davaya, liberalizmin modern ruhun davasına hizmet edecektir. Her Yahudi liberaldir. O özü bakımından liberaldir. Yahudiliğin düşmanları ise, dikkat edilecek olursa, aksine olarak umumiyetle modern zihniyetin düşmanlarıdır’ şeklinde konuşabilmektedir.(1)
Namık Kemal’in Müdafaanamesi önemlidir
Ernest Renan’ın bu konferansına ilk ve en şiddetli itiraz Namık Kemal’den gelmiştir. Namık Kemal, Renan’ın dine karşı ileri sürdüğü iftiralarına, “Renan Müdafaanamesi” adlı bir risale ile cevap vermeye çalışmıştır. Namık Kemal bu itirazında Renan’a karşı duygusal bir tepki gösterdiği ve tatmin edici bir cevap olmadığı, yazdığı müdafaanamenin içeriğinden anlaşıldığı gibi, kendisi de bunun farkındadır. Kendisine, Renan Müdafaanamesini bitirip bitirmediğini soranlara, yazdığından kendisinin de tatmin olmadığını bu sebepten bastırmayacağını belirtmiştir.(2) Namık Kemal reddiyesinin girişinde Renan’ın ciddiye alınamayacağını belirtse de, reddiye yazmaktan geri durmamıştır.
“Fransız erbabı kaleminden Musevi Ernest Renan’ın irad ve neşrettiği ‘İslamiyet ve Maarif’ ünvanlı bir hitabe hayli zamandan beri gazetelerde bahis olmaktadır. Bu hitabe daha elime yeni geçti. Hitabı kısa bir şey ise de, mündericatı birkaç yüz cilt kitap ile izaha olunmaya müsait bulunduğu için mütalaamı yazmakla söylenmiş şeyleri tekrar etmekle beyhude bir çaba sarf etmiş olacağımdan eminim.
İslamiyet’in maarife mani değil, bilakis mürebbi olduğunu ispat için yanımda lüzumu kadar kitap yoktur. Bununla beraber hitap sahibi, kendi davasının batıl oluşunu kendi sözlerinde o kadar çok deli ortaya koymuş ki, şu cevabı yazabilmek için başka kitaplara müracaat mecburiyeti sakıt hükmüne girmiştir.”(3)
Renan’ın bu konferansı tüm dünyadaki Müslümanların tepkisini çekmiş ve buna karşı reddiyeler yazma akımı başlamıştı. Namık Kemal’in de bu cereyana kapıldığı ve konuyu işleme tarzından siyasi bağlamda bir reddiye yazmaya giriştiği anlaşılıyor. Fakat kendisi de yazmış olduğu reddiyenin nitelik ve dayanaklarından tatmin olmadığından olsa gerek, yayınlamaya teşebbüs etmediği gibi, bu yazısından sarf-ı nazar etmiştir. Bununla beraber, bu reddiyenin Türk düşünce tarihindeki önemli etkilerini tespit etmek mümkündür. Her şeyden önce bu müdafaanamenin yayınlanması, memleketimizde bilim ve felsefe tarihi araştırmalarını tetiklemek suretiyle bu alanda yeni bir çığır açmıştır.(4)
Renan’ın bu çıkışının ardından Müslüman mütefekkirlerin ciddi anlamda tepkiler gösterdiği söylenmekle birlikte bu tepkilerin daha çok savunmacı psikolojiyle ele alındığı gözlemlenmektedir. Bu mesele bahsettiğimiz bu merkezde yaklaşık olarak yarım asır Müslüman mütefekkirleri meşgul etmiş, halende etmektedir. Renan’ın bahsi geçen konferansından sonra yüzlerce makale yazılmış, dinin terakkinin önünde bir mani olmadığı, bilimin ve ilerlemenin önünde dinin engel teşkil etmediği izaha çalışılmıştır.
Dönemin İslami Basını da ciddiyetle ilgilendi
Bu zaviyeden süren tartışmaların özellikle II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte daha da ileri bir boyuta taşındığı söylenebilir. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte ortaya çıkan basın-yayın hayatı Müslüman mütefekkirlerin konu üzerinden fikir beyanında bulunmalarına olumlu katkı sağlamıştır. Dönemin ilmiye sınıfı özellikle terakkinin ne olduğu üzerinde durarak, meseleyi aydınlatmaya çalışmıştır. Dönemin İslami basını mesele üzerinde ciddiyetle durmuştur.
Beyanül Hak Gazetesinden Halil Edib Terakki meselesi üzerinde makale serisi kaleme almış, Avrupa’yı taklit meselesinin terakkiyle olan ilişkisini anlatmaya çalışmıştır.(5) Halil Edid, Avrupa’yı taklit etmedikten sonra bizim için terakkinin mümkün olmadığını ileri sürenleri ifrat ve tefrit çizgisinde gidip gelenleri eleştirmektedir. Aynı merkezde meseleyi ele alan diğer bir mütefekkir İskilipli Mehmed Atıf Efendi’dir. İskilipli “Medeniyet-i Şeriyye, Terakkiyat-i Diniyye” adıyla kaleme aldığı makale serisini Beyanül Hak Gazetesinde neşreder. İskilipli makalelerinde İslam Medeniyetinin nasıllığını izah ederken, bu husus üzerinde ciddi çaba harcadığı görülmektedir. (6) Bu tartışmaların, başka bir şeyinde gündeme gelip tartışılmasını gerekli kıldığı söylenebilir. Bu da, “İslam’ın Terakkisi” meselesidir. Oryantalist gelenek, Renan’ın ifadeleri gibi, İslam’ın geri kaldığını ve Müslümanların dinlerinden dolayı zelil bir halde yaşadığını ileri sürmekteydi. Bu merkezde İslam ve Terakki meselesi, dönemin Müslümanları tarafından tartışılmıştır. Fakat burada göze çarpan olumsuz ifadelerin olduğu da gözlemlenmektedir. O da, Oryantalist dilin ve üslubun Müslümanlarca da kullanılması, aynı dilin ve üslubun yüksek sesle dile getirilmesidir.
“En ağır baskıların olduğu idarelere bile üstün gelen bazı Yahudi, Ermeni gibi kavimlerin oldukça hareketli oldukları ve ilerledikleri görülüyor. Yirmi-otuz senelerden beri hür iradeye tabi olarak istifade edemeyen Müslümanlardır. Otuz seneden beri Bulgarlar kırk adım ileri gittilerse, Bulgaristan’daki Müslümanlar hicret fikrinden başka bir şey düşünemiyor. Mısır’ın Kıptileri medenileşiyor, fellahları hala baş açık yalın ayak geziyor. Cezayir Yahudileri Fransa’nın maliyesine el uzatıyor, Cezayir Arapları ise saadeti hurma dalında ve deve ayağında görüyor.”(7)
Elmalılı’nın ifadelerinde dikkat çeken üslup
Bu ifadelerde barınan aşağılayıcı üslup ve tarza dikkat edin. Bu ifadeler bir hakikatin ilanı da olsa, farkında olarak ya da olmayarak oryantalist geleneğin ezici üslubu karşısında kabullenmeyi de beraberinde getirmiştir ki, bu kabul dinin gelişmeye mani olabileceğine dair yaklaşımın ileriki süreçte kendi geleneğinin dışındaki yorumları da beraberinde getirecektir. Müslüman mütefekkirlerin dine dair ileriye dönük yaklaşımları, daha modern yorumlara kayacaktır. Gözlemlenen o dur ki, oryantalist geleneğin dinin terakkiye-ilerlemeye mani olduğu iddiası, Müslüman cenah tarafından her ne kadar reddedilse de, aslında gizliden gizliye bu iddianın doğasına uygun temayül sergileyecektir. İlk başlarda bunun en bariz örneğinin “istibdad” ve “saltanat” kavramları etrafında şekillendiği söylenebilir. Tabi bu iddia ileriye dönük olarak kadim kavramların yeniden yorumunda da varlığını gizlenemeyecek derecede ortaya çıkacaktır. Meseleye dair Elmalılı Hamdi Efendi’den kısa bir pasaj meramımızı anlatmak hususunda yardımcı olabilir:
“Halife bir taraftan kendisine bey’at eden ümmetin vekâletini taşırken, diğer taraftan kendisinin de vekâlet veren ümmeti gibi uygulamak ve uymak zorunda olduğu kanunların sorumluluğunu taşır, yasa koyucunun da koyduğu yasalara hiçbir zaman şahsi olarak itiraz edip karşı gelemez. Eğer yasa koyucunun koyduğu yasalara karşı gelirse, Hakimiyet-i Millet gerekli olanı yapar. Bundan dolayı İslamiyet’te Hilafet, şer-i kanunun uygulayışından başka bir şey olmadığı gibi, ruhani bir başkanlık değildir. Hilafet bir Hükümet-i Meşruta-i İslamiye Reisi demektir. Bunun için yabancı memleketlerdeki Müslümanlara velayet hakkı yoktur. Fakat Müslümanlar manevi duygularla halifeye bir bağlılık duyarlar. Baskı ve musallat olma manalarına gelen saltanat anlam itibarıyla baskıyı içinde barındırdığından, artık hürriyet devrinde hilafetin manasını meşrutiyetin icap ettirdiği şekilde tanımak zaruridir.”(8)
Dikkatli tahlil edildiğinde aslında Elmalılı’nın bu ifadeleri, bir bakıma (en azından) dinin mevcut haliyle terakkiye mani olduğu iddiasının kabulünden başka bir şey değildir. Yani terakki-ilerleme için birçok şeyin değişmesi gerekmektedir. Elmalılı halifeyi parlamenter meşruti hükümetin bir başkanı olarak sıfatlandırırken, hâkimiyeti millet kavramına vurgu yapmakta, daha da ileriye giderek, hürriyet devrinde hilafetin manasını meşrutiyetin icap ettirdiği şekilde tanımak zaruridir diyebilmektedir.
Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin yaklaşımı
Siyasi alanda böyle yorumların olduğu gibi, içtimai alana dair de çok uç yorumlara rastlamak mümkündür. Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin meşrutiyetin ilanından sonra çok erken denebilecek dönemde şimdi bile dile getirilmeye cesaret edilemeyecek cesurca ifadeleri dikkatlerden kaçmamaktadır. Musa Kazım Efendi özellikle Hürriyet ve Müsavat kavramları üzerine seri makaleler yazarak, bir bakıma Avrupa’nın yaptığı eleştirileri geri püskürtmeye çalışmaktadır. Dinin kadına baskıcı davrandığını ve hürriyetini kısıtladığına dair oryantalist geleneğin iddialarını Musa Kazım Efendi bakın nasıl cevaplamaya çalışmaktadır:
“Şerî’at-ı Muhammediyye kadınlarımıza son derece şefkat ve merhamet göstermiş ve onların bütün hukukunu kendi garantisi altına almıştır. Bundan başka birçok imtiyazda bulunmuştur. Ezcümle bir erkek hem kendi nafakasını, hem zevcesinin ve çocuklarının nafakasını ve bütün muhtaç oldukları şeyi karşılamaya mecburdur. Hâlbuki kadın bunlardan hiçbirisini tedarike mecbur değildir. Nafaka, mesken ve saire gibi şeyleri tedarik münhasıran erkeklere havale edilmiştir. Bir kadının evlenmeden önceki bütün masrafı babasına aittir. Babası yok ise kardeşine aittir. O da yok ise, babasından da kendisine bir mal intikal etmemiş ise hazineye aittir. Evlenmeden önceki hüküm böyledir.
İşte görülüyor ki Şerî’at-i Muhammediyye’de bir kadın hiçbir vakit geçim cihetini düşünmeye mecbur değildir. Hatta bir kadın yemek pişirmeye, çamaşır yıkamaya, bazı şerâ’itin vücûd-ı takdîrinde çocuğunu emzirmeye bile –hasbe’d- diyâne mecbûrsa da– kazâ’en mecbûr değildir. Yani bunları yapmak için hâkimin cebretmeye salâhiyeti yoktur. Şimdi insaf edelim kadınlara bu kadar imtiyâzâtı Şerî’at-i Muhammediyye’den başka hangi kanun, hangi şerî’at bahşetmiştir?”(9)
Bu ifadeler günümüzde feminist cenahın dahi rahatça dile getiremeyeceği türden ifadelerdir. Meselenin çok erken bir dönemde ve bu şekilde ele alınması ayrıca üzerinde durulması gereken başka bir husustur. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte öne çıkan bu tür savunmacı tepkiler, tarihi süreç içerisinde hiç hız kesmeden devam etmiştir. Musa Kazım Efendi’nin bu ifadelerinden on beş yıl sonra Elmalılı “Müslümanlık Mani-i Terakki Değil, Zamin-i Terakkidir” diyecektir. Konu ile ilgili olarak Sebilürreşad’da seri makalesi yayınlanacaktır.(10) Mehmed Akif Kastamonu’da verdiği bir vaazda, Müslümanların ilerlemelerinin dinlerine sarılmakla mümkün olduğunu söyleyecektir. Akif bu sözlerini kullanırken hassaten öne çıkardığı düşünce, Müslümanların geri kalmışlığında dinin bir suçunun olmadığını, asıl suçlunun dinlerine gereği gibi sarılmayan Müslümanlar olduğu üzerine yaklaşımıdır.(11)
Dinin terakkiye mani olup olmadığı çok uzun zaman tartışılmış
Tabi Müslüman mütefekkirlerin hiç ara vermeden savunmada kalmalarının önemli nedenlerinden biri de, Avrupa’dan bastıran oryantalist geleneğin, yurtiçindeki uzantılarının, meseleyi sürekli kaşımalarıdır. Batıcılığın en aşırı temsilcisi olan Abdullah Cevdet gibileri, bu konuları sürekli gündeme getirmektedir. O’na göre, geri kalışımızın nedeni Asyalı kafamız, yozlaşmış geleneklerimizdir. Bizi yenen güç, bizim görmek istemeyen gözlerimiz, düşünmek istemeyen kafalarımızdır. Bizi geride bırakan, bırakmaya devam edecek, gelecekte de bırakacak olan güç dünya işlerini hükmü altına alan din-devlet bileşimi sistemidir.(12)
Dönem itibarıyla oryantalist geleneğin ileri sürdüğü ve içerideki Avrupa taklitçilerinin de sahiplendiği din, bilim, ilerleme, dinin terakkiye mani olup olmadığı meseleleri çok uzun zaman tartışılmış, Müslüman mütefekkirlerin epey uğraşmasına sebep olmuştur. Bu konu üzerine daha onlarca makale ele alınıp tartışılabilir, fakat konunun fazla uzamaması için biz bu kadarla bırakıyoruz. Mesele üzerinde araştırma yapmak isteyenlere, bir hatırlatma ve ilgilenilmesi gereken önemli bir saha olduğuna işaret etmek istiyoruz. Yakın tarihi dönemdeki bu merkezde sürem tartışmalar, bugünlerde başka bir şekle bürünmüş olarak devam etmektedir. Kur’an’ın bilimle buluşturulması, bilimsel tefsirlerin yapılması, akıl ve bilimle açıklanamayan ayetlerin tevil edilmesi, mucizelerin başka şekilde yorumlanması, tefsir usulünden koparak yorum merkezli yaklaşımlar ve daha sayılabilecek birçok problem bugün çok şiddetli bir şekilde kendisini göstermektedir. Kanaatimiz o ki, bugünkü yaklaşımları besleyen ve büyüten, yakın tarihin içerisinde yer alan tartışmaların tarihi izleridir.
Dipnotlar:
1-Dücane Cündioğlu, Ernest Renan ve “Reddiyeler” Bağlamında İslam-Bilim Tartışmalarına Bibliyoğrafik Bir Katkı Divan, 1996/2
2- Fevziye Abdullah, Namık Kemal’in Midilli’de Yazdığı Manzum ve Mensur Eserler, s. 89
3-Namık Kemal, Renan müdafaanamesi sayfa 2, İstanbul, Mahmud Bey Matbaası, 1326
4-Melek Dosay Gökdoğan, Renan’ı Yeniden Düşünmek: İslam ve Bilim
5-Halil Edib, Beyanül Hak, cilt: I, sayı, 8, sayfa, 160-162 – sayı 9, sayfa: 182-186 – sayı 10, sayfa, 207-209 – sayı 14, sayfa, 299-304 – sayı 15, sayfa, 334-337
6-İskiliplinin ilgili makaleleri için bakınız: Beyanül Hak Gazetesi, cilt: VI, sayı: 139, sayfa: 2495-2497 – cilt: VI, sayı: 140, sayfa: 2510-2511 – cilt: VI, sayı: 141, sayfa: 2524-2526 – cilt: VI, sayı: 142, sayfa: 2542-2543 – cilt: VI, sayı: 143, sayfa: 2556-2557 – cilt: VI, sayı: 144, sayfa: 2574-2576 – cilt: VI, sayı: 145, sayfa: 2589-2590 –cilt: VI, sayı: 146, sayfa: 2606-2607 – cilt: VI, sayı: 147, sayfa: 2620-2621 ve devam sayılarda
7- Terakkiyat-ı İslamiye Kongresi Sıratı Müstakim, cilt 2, sayı 48, sayfa 339, tarih 5 Ağustos 1909
8-Elmalılı Hamdi, İslamiyet ve Hilafet ve Meşihat-ı İslamiye, Beyanül Hak, sayı 22, sayfa 511, tarih 1 Mart 1909)
9-Musa Kazım, Hürriyet-Müsavat, Sıratı Müstakim, cilt 1, sayı 3, sayfa 37, tarih 10 Eylül 1908
10-Elmalılı Hamdi, Müslümanlık Mani-i Terakki Değil, Zamin-i Terakkidir, Sebilü’r-Reşad, cilt: XXI, sayı: 544-545, sayfa: 187-189 – cilt: XXI, sayı: 546, sayfa: 203-205 ve devam sayılar
11-Mehmed Akif, Müslümanların Terakkileri İslam’a Sarılmalarına Bağlıdır, Sebilü’r-Reşad ,cilt: XVIII, sayı: 465, sayfa: 267-271
12-Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, sayfa 412
Taranan veri tabanı: İSAM Kütüphane, IDP Katalog
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *