Hafız Baki Efendi’nin makalesine konu ettiği ulema sınıfı, II. Meşrutiyet döneminde iktidara gelen İttihatçı tayfaya arka çıkan ve onları farkında olarak ya da olmayarak meşrulaştıran bir fonksiyon icra etmiştir…
Yozlaşma Sürecinde Müslüman Entelektüellerin Payı
Yakup Döğer
Bazı çığlıkların, haykırışların, ikazlar ve uyarıların, yüzyıl önce yapılmış olmasını unutur, sanki saniyen yapılmakta olduğunu anlarız. Bu yazımızda kritik etmeye çalışacağımız makale, yüzyıl önce Hafız Baki tarafından İtisâm Mecmuasının 9 Mayıs 1919 tarihli, 24. sayısında yer alan “Bugünkü Felaketlerimizden Ulemamızın Hisse-i Seyyiatı” adlı makaledir. Biz makalenin muhtevasından bugüne atıf yapabilmek için, günümüz kavramlarıyla makale başlığını güncellemenin uygun olacağı kanaatine vardık. Artık ne yazık ki okuyup yazan, medyada ya da etrafından fikir belirten hiçbir Müslüman, alim-ulema sıfatı ile sıfatlandırılmadığı gibi, kendileri de böyle bir sıfata sahip çıkmamaktadır. Artık Müslümanlar popüler olan sıfatlar aydın, entelektüel, akademisyen, profesör, doktor gibi modern kavramlarla kendilerini ifade etmektedir.
Yüzyıl önce yazılmış makalenin içeriğinden, bugün yaşadığımız gerçekliğin olağanüstü benzerlikleri, yüzyıl öncesiyle yüzyıl sonrasının çok da değişiklik göstermediği anlaşılmaktadır. Baki Efendi, yeni düzenin kurulmasının üzerinden henüz on yıl geçmiş olmasına rağmen, yaşanan siyasi ve içtimai sorunları dile getirirken, bu sürece katkı sağlayanların nasıl bir vebal altında olduklarını satırlarına konu edinmiştir. Laik İttihatçı zihniyetin iktidara gelmesiyle birlikte ortaya çıkan dinden uzaklaşma ve gavurlaşma temayüllerinin vebalini, dönemin iktidarı kadar, bu iktidara arka çıkan ulemaya da yüklemektedir.
Şunu ifade etmekte fayda vardır ki, İttihatçı zihniyetin ardından iktidara gelen Kemalist zihniyet, ittihatçıların devamıdır ve iktidarı ittihatçılardan devralmıştır. Laik Kemalist rejim çok partili döneme geçinceye kadar baskı ve zulümle devletin temel dinamiklerini sağlamlaştırmıştır. Çok partili dönemin başlamasıyla birlikte iktidara gelen bütün siyasi partilerin parti tüzükleri ve hükümet programları, tipik birer İttihat Terakki programıdır. Pozitivist düşüncede, aklın ve bilimin gösterdiği yolda muasır medeniyetler seviyesine çıkmak ve Avrupalı olmak hedefi mecburiyetler zümresindendir. Özellikle muhafazakâr kesimin iktidarla tanışma dönemlerinde bu hedef daha belirgin ve aktif olarak kendisini göstermiştir. Tabii ki bahse konu olan muhafazakâr iktidarlarla, bu iktidarlara arka çıkan Müslüman muhafazakâr entelektüellerin hakkını yememek gerekir.
Hafız Baki Efendi’nin makalesine konu ettiği ulema sınıfı da, II. Meşrutiyet döneminde iktidara gelen İttihatçı tayfaya arka çıkan ve onları farkında olarak ya da olmayarak meşrulaştıran bir fonksiyon icra etmiştir. Kendisinden yüzyıl sonra gerçekleşen hadiseler de mahiyet olarak çok farklı değildir. Muhafazakâr kesimin iktidara gelişlerinde, İttihatçı zihniyete yaslanan parti tüzükleri ve hükümet programları, yine dönemin Müslüman entelektüelleri tarafından savunulmuş, arka çıkılmış, iktidarla arası bozuk olan bütün kesimler, egemen düzenin kanatları altına girmeye razı edilmiştir.
II. Meşrutiyet, dönem olarak Müslüman milletin dinden uzaklaştırılması hususunda, iktidar tarafından ciddi gayretlerin sergilendiği dönemdir. Müslüman milleti gavurlaştırmak yolunda elinden geleni esirgemeyen dönemin iktidar sahiplerinin içindeki bir çoğu da ciddi anlamda ilmi birikime sahip insanlardır. Fakat hem dinin gereklerini dilleri ile ikrar ederken, hem de dinin haram dediklerini işlemekten ve yasallaştırmaktan geri durmamıştır. Süreç içerisinde birçoğunun pişmanlığıyla sonuçlanan bu durumun geldiği yerden, pişman olmanın bir fayda sağlamadığı görülmektedir.
Yani bugün olduğu gibi, çeşitli gerekçelerle laik seküler iktidarlara destek olmuşlar, hem de iktidarın işlediği zulümlerden sürekli şikâyet etmişlerdir. Adeta entelektüel bir basiretsizliğin batağına saplanan günümüz Müslüman aydınları, Hafız Baki Efendi’nin azarladığı ulemadan çok daha fazla taşınılamaz sorumluluğu omuzlamıştır.
İlginçtir ki, bir süreden beri gerek Şehir Üniversitesi’ni, gerekse Bilim Sanat Vakfı’na kayyım atanmasını tartışan Müslüman entelektüeller, ilginç bir zihin karmaşası içinde dönüp durmaktadır. Şehir Üniversitesi’ne ve Bilim Sanat Vakfı’na müdahalenin tamamen siyasi nedenlerle olduğunu sürekli zikretmekteler. Egemen siyasi organizasyona muhalif bir kesimin bu iki yapı içerisinde bulunması, üstüne üstlük mevcudun dışında başka bir organizasyona yönelmeleri, bahsi geçen kurumlara müdahaleyi getirmiştir. Entelektüeller böyle bir girişimin kabul edilemeyeceği üzerinden olayı yorumlamaya çalışıyorlar. Oysa bakmaları gereken yer kanaatimizce burası değildir. Asıl bakmaları gereken yer, onlarca yıldır millete sevdirmeye çalıştıkları demokratik temelli iktidar tarafıdır.
Demokratik temelli iktidarın felsefi alt yapısı, iktidarın ve gücün paylaşılamazlığı üzerine inşa edilmiştir. Bu yaşananlar üzerine şunu söyleyebilirim ki, Şehir Üniversitesi ve BİSAV Vakfı’nda olan kesim, eğer kendilerini provoke eden iktidarın yerinde olsalardı, kendileri de aynı şeyi yapacaktı. Zira laik-seküler zeminde egemen olmanın doğası bunu gerektirmektedir. Bu olaylar karışında asıl sınıfta kalanlar, Müslüman entelektüellerdir. Meseleye gerek bakış açıları, gerekse yorumlama usulleri önemli basiretsizlik örneği ortaya çıkarmıştır.
Entelektüel basiretsizlik belki başka bir tartışmanın konusu olabilir. Biz Hafız Baki Efendi’den devam edelim. Baki Efendi kendi döneminde yükselmeye başlayan dinsizliğe ve dine karşı tavır almaya değinir.
“Dünyada her fert bir dinle mükelleftir. Hiç bir dine malik olmayanlar insanlar içinde en adi en kötü mahlûklardır. On seneden beri başımıza gelen bunca değişik yollar ve felaketler hep dine karşı gösterdiğimiz hürmetsizliktendir.
Fakat maatteessüf ki, biz senelerden beri -bilhassa on seneden beri- karanlık ve tehlikeli yollara sevk edildik, yanlış düşünceler içinde yaşadık. Fena telkinler ile dimağlarımız zehirlendi. Ben felaketlerimizin sorumlularından biride ulemamızdır diyorum. Evet, ulema isteseydi on senden beri bütün cihana karşı dinen, ahlaken sükûtumuzu ihzar eden rezillikleri, felaketleri yok etmeye çalışır ve belki de muvafık olurdu.”
II. Meşrutiyet, İslam ümmeti için ciddi bir kırılma dönemini beraberinde getirmiştir. Bu kırılma ne yazık ki artık tedavi olunabilecek imkânını kaybetmiş, geri dönülmez eşik aşılmıştır. Kim ne derse desin, bu sıkıntılı sürece girilmesinde, bilerek ya da bilmeyerek dönemin Müslüman muhalefeti önemli katkı sağlamıştır. Öyle ki, Müslüman muhalefet millet arasında Avrupai kültürün yayılmasının arka planında örtülü olarak rol alırken, Avrupai siyaset modelinin cari olmasında ise safını alenen seçmiştir. Baki Efendi’nin dediği gibi, isteselerdi kendi başlarına bağımsız bir muhalefet oluşturabilirler, inandıkları dinin muhalefet usulüne uygun hareket edebilirlerdi. Fakat onlar böyle yapmadılar:
“Lakin onlar değil bunu yapmak, milleti bu perişan hale getiren cemiyete her dakika yardakçılık ettiler. (Bazı muhterem simalar müstesna) Onlar ulemalığı adeta kölelik menziline düşürdüler. Evet, o dinsiz ve hayasız beylerden, paşalardan ne emir alıyorsa yalnız onu söylüyorlardı.
Mukaddesat tahkir ediliyor, edepsizlik yükseliyor. Kadınlar en adi yollara sevk olunuyor. Mukaddes ve mazin camilerimiz asker koymak bahanesiyle kapatılıp, harap ediliyor. Evet, bunca fenalıklara karşı yine ulema hiç fütur bile getirmiyorlardı. Bütün her fenalığa, her şeye göz yumdular.”
Baki Efendi döneminin ilmiye sınıfına ciddi eleştiriler getirmektedir. Müellifin ifadesiyle, asli görevini unutan ulema sınıfı, iktidardan taraf olmuş, iktidarın paralelinde yazıp konuşmaktadır. Bunların ötesinde hiç yapmamaları gereken başka bir şey, yardakçılık yapmaktalar, yozlaşmaya gözlerini yummaktalar. Dönemin içtimai alandaki ve özellikle kadın merkezli değişiminin baş döndürücü bir şekilde gerçekleşmesi/gerçekleştirilmesi, dönemin ilmiye sınıfını pasif bir muhalefetin girdabına itmiş, iktidara esastan muhalefet kesilmiştir.
Baki Efendi, yüzyıl sonrasını görür ya da günümüzde yaşar gibi yazmakta, konuşmaktadır. Her yönüyle Avrupalı olmak sevdasına tutulmuş iktidarların, bu sevdanın yolunda ellerinden gelen her şeyi yapmalarına, yüzyıl sonraki Müslüman entelektüellerde pasif muhalefet göstermekte, esastan eleştiriler yerini sessizliğe bırakmaktadır. Özellikle son dönem aile ve kadın üzerinden iktidarın fiilen icra ettiği “İstanbul Sözleşmesi” gibi birçok olumsuz gelişme, ciddi anlamda Müslüman STK’lar tarafından ele alınmadığı gibi, kalem erbabı aydın kesim de (yok denecek kadar az kısmı müstesna) olağanüstü ahlaksızlığın esastan nedenlerine değinmemektedir.
Hafız Baki Efendi, döneminin ulema kesimini bu sessizliklerinden dolayı ciddi bir tehditle uyarmakta, “Bu gibi hoca efendiler emin olsunlar ki, bugün pençe-i kanun ve adaletten kurtulsalar bile yarın divanı ilahide pek büyük hesaplar vermeğe mecburdurlar” diyerek, ahireti hatırlatmaktadır. Baki Efendi haklıdır. Adaletsizliğe, ahlaksızlığa, küfre tuğyana, zulme, fuhşa, edepsizliğe, Allah’a şirk koşmaya, dini oyuncak ederek siyasi ve hukuki emellerine alet etmeye çalışan muktedirleri görüp de itiraz etmeyen kim varsa, bu dünyanın geçiciliğinden dolayı, dünyada hesap vermekten kurtulsalar da ahirette asla hesaptan kaçamayacaklar. Baki Efendi de bunu kendi çağdaşlarına hatırlatmaktadır.
Müellif, iktidar odaklı baskı ve korkudan dolayı kendilerini aklamaya çalışan ulemaya da bir hatırlatmada bulunur:
“Ama diyecekler ki: O zaman hiçbir kimse ağzını açamazdı. Pek ala kabul ediyorum. Lakin neden onlara arka çıktılar desteklediler? Evet neden? O cemiyetten (ittihat terakkiden) alakalarını kesmediler? Neden bunca fenalıkları gözleri gördüğü halde vicdanları duymadı? Öyle sualler ki, dünyada sorulmasa bile yevmi kıyamette, o mahkeme-i hak ve adalette Cenabı Hak mutlaka soracak.
Zaten bizde bilhassa ulemamızda meskenet anane şeklinde devam edip duruyor. Uyuşukluk devam edip duracak mı? Artık gözlerimiz hak ve hakikati görsün. Fenalığa karşı omuz silkip geçmeyelim. Bu ümmetin çektiği meşakkat ve sıkıntılar yetişir. Bu mazlum milletin hakkını ne zaman ödeyeceğiz. Başımızdaki sarıkları, arkamızdaki cübbeleri çıkarsak daha iyi olur. Biz değil onları, kendimizi tariki hakka koymaktan aciziz.”
İttihatçı tayfa gücü eline geçirince Abdülhamid’e rahmet okutacak bir baskı sergilemeye başlar. Bu baskıya ilk maruz kalanlar da, kendilerini iktidara taşıyan ilmiye sınıfıdır. Siyasi ve içtimai ideallerini tasvip etmeyen muhalif ulema dışlanır, siyasi konularda konuşması dahi yasaklanır. Laik seküler iktidar böyle bir şeydir. Güç elde edilince önce kendi çocuklarını yer. Meşrutiyet devrimi de öyle yaptı ve ilk olarak Müslüman muhalefetin sesini kesti.
Oysa Müslümanlar, ulemasıyla, talebesiyle, tebasıyla dinlerinin esasına ve usulüne riayet etselerdi böyle mi olurdu? Baki Efendi’nin serzenişiyle; “Biz o kadar yüksek hikmet ve hakikatleri muhkem ve mükemmel kanunları faziletleri ihtiva eden dinimizin kadrini meziyetini neden bilmiyoruz? Neden onun ulviyetini kutsiyetini takdir edemiyoruz?” Baki Efendi’nin ardından yüzyıl sonra aynı hataya düşülmesi, tarihten ibret alınmadığını göstermez mi? Şimdi omuz verilen iktidarın yaptığı münkeratta, haramlarda, yaşanan yozlaşmada, en kötüsü dinin kullanışlı bir malzemeye dönüşmesinde, Müslüman entelektüellerin payına düşenlerin yeniden düşünülmesi gerekmez mi?
– Makale kaynağı: H. Baki, Bugünkü Felaketlerimizden Ulemamızın Hisse-i Seyyiatı, İtisâm Mecmuası, 24. Sayı, Tarih 9 Mayıs 1919
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *