Bugün bizler İslâm dünyası toplumları olarak bu uyku/uyuşukluk durumundan uyanmalı ve kendimize gelmeliyiz. Anlamlı ve kavi bir benlik/kendilik inşa edebilmeliyiz…
“gerçekler acıdır, acıtır…”
Bugün içinde yaşadığımız süreçte İslâm dünyası olarak tam bir varoluşsal kriz içerisindeyiz. Bizi biz yapan temel umdelerden -ne yazık ki- bile isteye, göz göre uzaklaştık, uzaklaşıyoruz. Özellikle zihin dünyamız büyük bir travma hali yaşıyor. Düşünme/sorgulama/fehmetme gibi bize inancımız tarafından bizzat emredilen kavramlardan çok ama çok uzağız hatta bu kavramlar bize yabancı gelmeye başladı. Her şey bir “oldu-bitti” haliyle olağandışı bir sürece doğru akıyor. Bilincimiz bizimle değil, bizden başka her yerde her şeyde. Hayatlarımız/düşünce dünyamız kör ve kötü bir taklidin basit bir dışavurumu sadece. “Evet, bu da bizimdir; kaynağı/menşei bizdendir.” diyebileceğimiz neredeyse hiçbir şey yok. Çünkü -maalesef- ortada “biz” diyebileceğimiz bir irade bile yok! Dağılmış, yıkılmış, Peygamber aleyhisselamın deyimiyle “sel suları üzerindeki çerçöp” bir topluluktan öte bir eser bir ziya yok bizden geriye.
Bir kere bütün bir benliğimiz topyekûn işgal ve hatta iğfal altında. Çok büyük bir sosyal/kültürel/fikirsel/zihinsel bombardıman altındayız. Üstelik bunlara karşı tam bir savunmasızlık içindeyiz. Neoliberal/Seküler/Kapitalist/Siyonist sistemin zihinsel/fikirsel/kültürel/konjonktürel baskısı ve işgali altındayız. İnançlarımız keza bir folklor statüsünden öteye gidemiyor. Fikirlerimiz/düşünce dünyamız herhangi bir alanda meşruiyet zemini bulamıyor. Daha kötüsü hem düşünce/fikir üretiminden haberimiz yok ve böyle bir çabamız da yok hem de bu olan bitenden özellikle de bu evrensel baskıdan zerrece haberdar da değiliz. Topyekûn bir uyku ve hatta teslimiyet hali bizimkisi, kronik bir vurdumduymazlık sendromu. Ne yazık ki bu durum patolojik bir hal de almaya başladı. Hastalıklarımız sınır tanımıyor. Bizi sarmalayan bu öldürücü virüs her geçen gün bir parçamızı daha etkisiz/tepkisiz hale getirmeye and içmiş gibi. Üzücü durum ise buna karşı herhangi bir önleyici edimimiz/bağışıklığımız yok.
İş bu ahval içinde bizim ilgi duyduklarımız dünyevî ihtiraslardan başka bir şey değil ne yazık ki. Birçoğumuzun en büyük hatta tek düşüncesi/gayesi mal biriktirme/aşırı ve sonu gelmez kazanç hırsı/makam – mevki/şan – şöhret ve hatta şehvet hırsından gayrı bir şey değil. Özellikle bu durum son zamanlarda kendisine “İslâmcıyım” diyen ya da umumi olarak “muhafazakâr” bilinen kitle içersinde de derin bir yara hali almaya başladı. Hele ki “dindar nesil yetiştireceğiz” diyen ve bu şiarla yola çıkan siyasî akımın ileri gelenlerinin bugün geldiğimiz noktada herkesten daha çok ve acımasızca “dünyevîleşmesi” ironik ve hatta trajikomik bir tabloyu beraberinde getirdi. Özeleştiri kavramı işlemez hale getirildi hatta suç sayılacak kerteye getirildi. Bunu göze alabilenler neredeyse “hainlikle” suçlanır hale geldi. Bunun temel nedeni istişare geleneğimizin felce uğramış olması ve işlevsiz hatta değersiz/gereksiz görülmesi, tekçilik tekeli altında ezilmesi.
İslâm toplumlarında son zamanlarda görülen en büyük ve yürek burkan yaralardan biri de milliyetçilik/ırkçılık ve bunun doğal ya da dolaylı bir sonucu olarak da aşırı ve içi boş/kof bir hamaset çöplüğüdür. Herhangi bir düşünce/fikir ve bununla birlikte sağlam bir zihni yapı inşa edemeyen toplumlar eninde sonunda bu gibi cahiliyye devri illetlerine teslim olup kendini kaybediyorlar. Bu durumun en büyük sebebi toplumlarımızın İslâm’dan ve onun ilmî yapısı üzerinde inşa edilen köklü medeniyetin varlığından bihaber ve bir hayli ırak olmasıdır. Bugün eğer İslâm toplumları bundan yani kendinden/öz değerlerinden haberdar olsaydı küresel şer hegemonyasının varlığından ve onun şedid baskısından da haberdar olacaklardı. Bu duruma karşı bilinçli ve temkinli bir irade gösterebilecek gücü kendinde bulabilecekti. Ancak ne yazık ki realite hiç de oralı değil, çünkü Müslüman kitle kendinde değil. Sağlam bir “kendiliği” yok. Tıpkı narkozlu bir hastayı/hastalığı andırıyor. Bu haliyle neresinin ağrıdığını bile hissetmiyor. “His” melâikelerini kaybetmiş durumda. Bu durum kendine Müslüman diyen, kendini bu kimlikle müsemma eyleyen bir toplum için kesinkes kabul edilemez/edilmemeli.
Hayatın her alanında varoluşsal/özsel/hayati kararlar ve tercihlerden ırak, ne yazık ki salt bireysel menfaatler çerçevesinde konjonktürel tercihler yapan bir kitlenin derin ve büyük adımlar atması elbette ki beklenemez. Büyük bir kayıtsızlık ve konformizm içinde, tam bir “Oblomovluk” bilinçaltıyla davranan topluluklar büyük ve devrimsel edimler sergileyemez. Büyük ve ilkeli gayeler peşinde koşmayan ve bunlar adına anlamlı mücadelelere girişmeyen, korkak ve sinik bir topluluk ne kendine ne dünyaya ahlâkî ve ilkeli gür ve hür bir sesle seslenemez. Bu tam bir imkânsızlık halidir, tıkanıklıktır, infial halidir.
Öncelikle şu hususu kabul edelim. Bizler, İslâm dünyası toplumları olarak derin bir zihinsel yapıdan, felsefeden yoksunuz. Bu yoksunluk ve hatta entellektüel yoksulluk durumu bizlere, küresel hegemonya karşısında direnç şansı bile tanımıyor, tutunamıyor, düşüp kalıyoruz. Batı’nın bu saldırıları karşısında nutkumuz tutulmuş haldeyiz, cevapsız sorular üst üste binmiş durumda. Oysa ki bizler bunun farkında olabilsek, üzerimizdeki şu ölü toprağını bir atıverip kendimize gelsek, inanıyoruz ki bu acı halde olmayacağız. Bugün İslâmî düşünce alanı tamamen sekülarizmin/liberalizmin işgali altında. Kabullerimiz, işgalci düşüncenin meşruiyet filtresinden/işgal hattından öteye geçemiyor. Maalesef onların kabulleri haricinde hiçbir şeye yaşam hakkı/meşruiyet zemini tanınmıyor, anında aforoz ediliyorsunuz. Ontolojik bir yok olma, yokluğa/kuraklığa terk edilme halini ne yazık ki hep birlikte müşahede edebiliyoruz, bu çok acı!
Herhangi bir alanda farkındalık sahibi değiliz, kendimizin bile! Kendimizin farkında olamadığımızdan basit ve ahlâkî temeli çürük millî/ırkî hamasetlere/popülizmlere ve hatta yer yer romantizmlere esir oluyor, bu acımasız ve amaçsız bumerang içinde öğütülüp gidiyoruz, boşu boşuna. İslâm dünyası neredeyse topyekûn olarak ideolojikleşmiş/kafataslaşmış/katafalklaşmış durumda. Coğrafyamızda birçok batıl adına insanlar katlediliyor, seyrediyoruz ve hatta bu halimizle bu duruma ortak bile olabiliyoruz denilebilir. Katliam sadece bununla sınırlı değil. Hakk, adalet, ahlak, hukuk, basiret, liyakat, tevazu, saygı, sevgi, hoşgürü, ehliyet, vs. bilimum öz değerler ayaklar altına alınıyor. Kötüsü bu birçoğumuzun umrunda değil, bizi enterese bile etmiyor. Hatta buna itiraz edenlerin çoğu da bu durumun yanlışlığına değil kendilerinin neden bunu yapamadığına itiraz ediyor. Tam bir patolojik vaka hali, korkunç bir durum.
Bugün bizler İslâm dünyası toplumları olarak bu uyku/uyuşukluk durumundan uyanmalı ve kendimize gelmeliyiz. Anlamlı ve kavi bir benlik/kendilik inşa edebilmeliyiz. Bu hayati ve ahlâkî iradeyi kendimizde bulabilmeli ve bize deyim yerindeyse sarhoşluk vadeden dünyevî uyuşturuculardan/morfinlerden/afyonlardan bilhassa uzak durmalıyız. Sırf hoşumuza gidiyor diye yalanlara aşık olmamalı ya da acıdır, acıtır diye doğrulara sağır olmamalıyız. Bilmeliyiz ki bizi acıtacak doğrular/gerçekler bizi sevindirecek/hoşumuza gidecek yalanlardan daha değerli ve güzidedir. Bize yalan söyleyenler bizim varlığımıza kastediyorlar ve şurası gerçektir ki yalancının mumu ancak yatsıya kadar yanacaktır. Bununla birlikte gerçeklerin de er ya da geç ortaya çıkma gibi bir huyu vardır. Bu nedenle her zaman gerçekçi olmalı ve hayatımızın her alanında da bu durumu şiar edinmeliyiz. Yarınlar; gerçeğin farkında olanların, gerçeği hep birlikte inşa eden ve sımsıkı ayakta tutanlarındır…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *