“Bugün oynanan senaryo yakın tarihimizde yazılmıştır ve bugünkü versiyonu o dönemin devamıdır. Aktörler, isimler, oluşumlar farklıdır. Fakat oynanan senaryo aynıdır.”
Osmanlı modernleşmesini askeri, siyasi, hukuki, iktisadi ve kültürel anlamda Tanzimat’la başlayan süreç olarak ele alacak olursak, günümüzde yaşanan ifsada dönük siyasi politikaların tarihi izlerini bu dönemde görmek mümkündür. Hatta mümkün olmanın ötesinde, Tanzimat sonrası dönemde ferdi ve toplumsal ifsat bir iktidar politikası olarak süregelmiştir. 19. yüzyıl ortalarından başlayan “Batılı olmak” merakıyla yanıp tutuşanların, 20. yüzyıl başlarında askeri ve siyasi gücü ele geçirmeleriyle birlikte devlet politikası olarak sürdürülebilir düzeye çıkmıştır.
21. yüzyılda kadın üzerinden toplumu yeniden inşa etme ve aile kurumuna karşı yapılan saldırıların devlet politikası olarak sürmesi, 19. ve 20. yüzyılda başlayan “Batılı olmak” politikalarının devamıdır. Günümüzde devlet kurumları tarafından ve özellikle muhafazakâr iktidarın eliyle sürdürülen politikayı anlayabilmek için geçmişteki tarihi izlerini iyi bilmek gerekmektedir. 20. yüzyıl başlarında kurulmaya başlayan yeni düzen, her yönüyle Batılı olmak yemini ederek yola çıkmıştır. Bugün aile üzerine oynan oyunlar, kadın egemen bir toplum kurgusu, siyaset, askeri, hukuk, eğitim, ekonomi alanlarında sürekli kadınlara öncelik verilmesi, iktidarın en üst düzeydeki yetkililerinin beyanatlarıyla kadın erkek eşitliğinden bahsedilip durulması ittihatçı zihniyetin Batılı olmak idealine hizmettir. Buradan şu çıkmaktadır: Devleti yönetmeye kim talip olursa olsun, bu zihniyetin hizmetkârlığını yapacaktır. Müslüman mütefekkirler bu meseleyi iyi anlamalıdır.
21. yüzyılda süren kadın ve aile merkezli politikalar, kurucu iktidarın kurulmuş iktidara emir buyurduğu vazifeler cümlesindendir. Kurucu iktidarın öncelikli politikalarını kurulmuş iktidarların sorgulamak, savsaklamak gibi bir seçenekleri yoktur. İttihat Terakki zihniyetinden doğup gelen kurucu iktidar Kemalizm’dir ve ideolojinin müntesipleri aynı zamanda devletin de sahipleridir. Bu devleti yönetmeye kim gelirse gelsin, ister Müslümanım desin bireysel ibadetlerde bulunsun, isterse kiliseye havraya gitsin, laik Kemalist kurucu iktidara tabidir. Günümüzde siyasi iktidardan yana taraf olan Müslüman mütefekkirler ne yazık ki bu önemli ayrıntıyı kavrayamadığından, iktidarda bulunanlardan olmayacak beklentilerin ümidi içine girmiştir.
II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte iktidarı ele geçiren ittihatçı tayfa, İngiliz ve Fransızların hadım ettikleri zihniyetleriyle, yeni düzenin yeni bir toplumunu oluşturma yolunda hiçbir itiraza müsamaha göstermeden ellerinden geleni geri koymamıştır. Özellikle II. Meşrutiyetin ilanıyla ortaya çıkan hürriyet ortamını kendi lehlerine dönüştürmekte ustaca davranırken, hürriyet kavramının muhtevasını ideolojik olarak inşa etmeyi kendilerine hedef olarak görmüştür. İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da eğitim görmüş Batı hayranı aydın entelektüel kesim, Batılı toplumlarda gördükleri sosyal ilişkileri, kadın-erkek münasebetlerini, terakkiye giden yoldaki mecburiyetler zümresinden gördükleri için, kendi Müslüman toplumuna yabancı olan bu ilişkileri hürriyet ortamıyla birlikte aleni kılmak üzere, vatanlarına (!) dönmüştür.
Avrupa kültürüyle tanışmış olan asker, politikacı, tüccar, aydın, gazeteci olanlar, döndüklerinde asrileşmiş kadınlarıyla birlikte birer Avrupalı olarak(!) toplum arasına karışmış, Batı kültürünün taşıyıcısı olmuştur. Bu zihniyete göre Avrupalı olmak ve terakki etmek için kadın-erkek ilişkileri yeniden düzenlenmeli, aile yapısı ve kadının toplumdaki yeri değişmelidir. İttihatçı zihniyet devlet yönetimini ele geçirince kadın-erkek ilişkilerine ayrı bir önem vermiş, kadınların toplum içerisindeki varlığını hissedilir derecede görünür kılmanın mücadelesini sürdürmüştür. Bu mücadelede esasa tekabül eden ise, İslam düşmanlığıdır. Özellikle II. Meşrutiyet döneminde Müslüman ya da Batıcı hemen hemen her düşünür, bu mesele üzerine makaleler yazmış, düşünce üretmiştir.
Bahsi geçen dönemin basınını, Batı yanlıları ve Müslüman cenah olarak iki kesime ayırmak mümkündür. Batı müptelası neşriyat kadın ve aile üzerinden toplumu Avrupalı olarak kurmaya çalışmasına karşılık, Müslüman neşriyatın mütefekkirlerinin bu çabalara karşı savunma merkezli bir direniş gösterdiği söylenebilir. Müslüman mütefekkirlerin fikirlerinin savunma merkezli olarak değerlendirilmesine sebep ise, artık gücün ve iktidarın el değiştirmiş olmasıdır. Devletin icraat merciinde Batılı kesim egemendir. Egemen sınıfın asri bir toplum meydana getirme ve yeni bir ulus yaratma özlemi, dinden soyutlanmış Avrupa merkezli kavmiyetçilik üzerine inşa edilirken, geleneksel toplum düzeninde asırlardır yeri yurdu belli olan kadını ve toplumun taşıyıcı değeri olan aileyi de asrileştirmesi gerektirmektedir.
Aile ve kadın üzerine çok ciddi fikirsel tartışmaların yaşandığı dönemlerde, kadın ve aile direk olarak hedef seçilmiş, kavgası yüz yıl sürecek tartışmaları da ateşlemiştir. Ulus devletin kurucu fikirlerini üreten Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” adlı eserindeki “Hukuki Türkçülük” bölümünde, asri aileden bahseder.
“Hukuki Türkçülüğün üçüncü gayesi de bir asri aile vücuda getirmektir. Asri devletteki müsavat umdesi, erkekle kadının nikâhta, talâkta, mirasta, meslekî ve siyasi haklarda müsavi olmasını da istilzam eder. O halde, yeni aile kanunu ile intihabat kanunu bu esasa istinaden yapılmalıdır.
Hülâsa, bütün kanunlarımızda, hürriyete, müsavata ve adalete aykırı ne kadar kaideler ve teokrasi ile dine ait ne kadar izler varsa, hepsine nihayet vermek lâzımdır.”1
Ziya Gökalp bu ideolojik eserini 1923 yılında kaleme almıştır, fakat buraya gelişine kadarki çabasının ciddi bir mazisi vardır. Gökalp bu eşiğe gelinceye kadar 1917 yılından itibaren kadın ve aile üzerine makaleler yazmakta, hassaten de ahlak üzerinde durmaktadır. Kadını, aileyi ve ahlakı beraber ele alan Gökalp, ileriye dönük kurulacak olan yeni düzen için gerekli olacak kadın ve ailenin yetiştirilmesi hususunda, hem geleneği terbiye etmekte, hem de asri bir toplum kurmaya dair, Batılı değerler ışığında geleneksel toplumu dışlamaktadır.
Ziya Gökalp 1917 yılından itibaren “Aile ahlakı” üst başlıklı makale serisi kaleme alarak, Batı tipi aile yapısını teorik olarak şekillendirmeye başlar. Gökalp makalelerinde, temelini dinin şekillendirdiği geleneksel aile üzerinde sürekli yeni yorumlar yapar ve bu yorumlarıyla süreç içerisinde ait olduğu toplumun aile yapısını belli bir seviyedeki itirazlarıyla olumsuz olarak ele alır. 1923 yılında “asri aile” olarak geldiği eşiğin bu yıllarda yolunu açmaktadır.
Ziya Gökalp, aileyi ele aldığı makalelerinde, tarihsel süreç içerisinde ailenin geçirdiği tekâmülleri değerlendirir. Gökalp’in bu tekâmüllerde dikkat çeken özelliği, ilerlemeci bir mantıkla değerlendirmesidir. Makale serisinin birincisinde, aileyi tanımlayan Gökalp, “akrabalık bağıyla birbirine bağlı olan fertlerin toplamına aile denir” demektedir.”2 Gökalp akrabalık bağının kadim esasının kandaşlık olmadığını ispata çalışır ve uzunca izahlar yapar. Düşüncesindeki aile yapısı tam bir Avrupalı olan, dinden ve bütün kutsallardan arınmış bir ailedir. Tanzimat’la birlikte yeni bir toplum yapısının ortaya çıkmaya başladığına işaret eden müellif, bu yeni değişimden bazılarının rahatsız olduğunu ve düzenin bozulduğunu iddia ettiklerini ifade eder.3 Gökalp’e göre, bir şey bozulurken yerine inşa edilen diğer şey, zamanla tekâmülünü tamamlayacak ve mükemmel seviyeye gelecektir.
Müellif makale serisinde uzun uzun Türk kadının ve Türk ailesinin nasıl dönüşeceğini ve nasıl dönüşmesi gerektiğini Avrupa perspektifinden kavmiyetçi bakış açısıyla izaha çalışır. Gökalp, aileyi geleneksel yapısından çeşitli evrelerle teorik olarak “asri aile ve milli aile” yapısında dönüştürür. Fakat bu değişimin işe yarayıp yaramayacağından kendisi de emin değildir. Tanzimat’la birlikte başlayan ve her geçen gün hızını yükselterek dönüşen Türk kadını ve Türk aile yapısı için acaba bu değişim hayırlı olacak mıdır?
“Türk kadınının başlamış olduğu bugünkü hayat, acaba Türk ailesi hakkında hayırlı olacak mı? Buna verilecek cevabın şekli, Türk kadınının bu yeni hayatta nasıl bir felsefe takip edeceğini bilmeye bağlıdır. Feminizm kadının erkekle müsavi olması, erkeğe benzemesi demektir. Erkek yalnız içtimai hayatta değil, ihtilati hayatta da kadından daha şedit daha faal bir surette yaşadığı için, ona nispetle hem şahsiyeti hem de ferdiyeti daha kuvvetlidir. Binaenaleyh, kadın erkek kadar şahsiyet sahibi olmaya çalışmalı, fakat onun gibi ferdiyetine esir olmamalıdır. Erkek vatani ve mesleki ahlakta kadının fevkindedir. Kadın bu hususlarda erkeğe ne kadar benzerse o kadar teali eder.”4
Ziya Gökalp makale serisinin sonunda asri aile ve milli aileye gelir. Müellife göre Müslümanlar Avrupalı olmaya mecburdur, fakat kültür olarak bağımsız olmaya çalışmalıdır. Devleti teşkil eden hukukun bir ayağı kültür diğer ayağı ise medeniyettir. Avrupa medeniyetine girerken, aile ve kadınlık telakkilerinde eski zihniyetimizi değiştirerek Avrupa zihniyetini kabul etmemiz zaruridir. Memleketimizde asri aile ve asri kadınlık hareketlerinin meydana gelmesi bu zaruretin neticesinden ibarettir.5 Ziya Gökalp sıradan bir filozof değildir, kurulmakta olan yeni cumhuriyetin teorisyenlerindendir. Dikkat edilirse, Gökalp’in o zamanlar yapılmasını söylediği hemen hemen her şey, günümüz iktidarları tarafından yapılmaya çalışılmaktadır.
Ziya Gökalp’in “asri aile” kavramına dönemin pek çok Müslüman mütefekkirinden eleştiri gelmiş, Sebilü’r-Reşad Gazetesinden Hasan Hikmet konu ile ilgili olarak uzunca makaleler yazmıştır. Hasan Hikmet makalelerinde Garbçıların aslında ne yapmak istediklerini uzunca anlatmış, aile ve kadın üzerinde oynanan oyunlara dikkat çekmiştir. Hasan Hikmet bu girişimler sonucunda ortaya çıkan tabloya dair dikkat çekici bir tespitte bulunarak, “ev kadını zevk kadını yapılmak isteniyor” demektedir.6 Müellif Garpçıların kendi milletinin kadınlarını da nasıl aşağıladıklarını uzunca anlattığı makalesinde, Avrupalı olmak dürtüsünün insanı nasıl da aşağılık kompleksine ittiğini gözler önüne serer.
“Garpçılarımızın kadınlığımız hakkındaki tasavvur ve tasvirlerine bakılırsa, on sene evveline kadar kadınlığın cahil, medeniyetsiz, umacı, düzgün tabiata sahip olmayan bir mahlûk, yeni kadınlığın da mebusluğa nazırlığa kadar muhtelif mertebelere ermeye namzet, müterakki ve mütekâmil insanlar olduğunu kabul etmek icap ediyor.”7
Gökalp’in asri aile derken ifade etmeye çalıştığı, Avrupai bir aile yapısıdır, milli aile derken de kendi milliyetçi-ulusalcı kültürüyle yoğrulmuş, dinden kutsaldan maneviyattan soyutlanmış, kültürel olarak Türklüğe ait tarihi birikiminden ilham alan ailedir. Bu aile hukukunda evlenme, boşanma, miras velayet vb. durumlar artık tamamen Avrupai kaideler üzerine inşa edilirken, (nasıl olacaksa) kültürel olarak da kendi milli gelenek ve göreneklerine göre bir yapıda olması gerekmektedir. Bu dönemde çıkarılan “Hukuk-ı Aile Kararnamesi”nin çıkmasında, yine Gökalp’in hazırladığı rapor etkili olmuştur. İlginçtir ki, bu kararnamenin 4. maddesinde evlenecek erkeğin 18 yaşını, kızın da 17 yaşını doldurması hukuken mecburiyet olmuştur.8 Aynı zamanda bu kararname ile evlenme ve boşanmalar da devlet kontrolü dahiline girmiş, nikahın hakim tarafından tescili esası getirilmiştir. Yüzlerce yıldır devam edegelen dini ve örfi hukuk, modern olan lehine değiştirilmiştir.
Bu aile kararnamesine bugünkü zihinle bakıldığında birçok olumlu yeniliğin getirildiği tespit edilebilir. Lakin bugünkü bakış açısıyla olumlu olarak görülen bu tespitler, değişen dönüşen dünya görüşünün neticesidir. Dönemin aile üzerine çıkan kararnamesi, kadının ve ailenin tamamen devletin kontrolü altına girmesi, birçok gereksiz harcamanın devlet lehine ödenmesi ve aynı zamanda devletin onaylamadığı hiçbir nikâhın meşru kabul edilemeyeceğini yasal olarak kabul eder. Evladın üzerinden velinin tasarruf hakkının kaldırır ve bu hakkı iktidara verir. Kararnamenin uygulanmasını sağlamak için cezai müeyyidelerde getirilir. Bu kararname, 21. yüzyılda iktidarın kadın ve aile üzerindeki sınırsız tahakkümüne ve modernleşmeye yönelik adımlardan ilki sayılabilir.
Ziya Gökalp Müslüman aile yapısını hem ağır bir şekilde eleştirip hem de dönüştürmeye çalışırken, kendisi gibi Avrupa hayranı fanatikler de mümkün olan her cepheden saldırmaktan geri durmazlar. Gökalp gibi Müslüman aileye saldıranlardan (birçok kişi olduğu gibi) biri de “varsa medeniyet Avrupa medeniyetidir, başka medeniyet yoktur” diyen Abdullah Cevdet’tir. Bu şahıs tam bir Avrupa hayranı, aynı zamanda İslam ve Müslüman düşmanıdır. Çıkarmış olduğu gazetesi İctihad’da İslami geleneklere, dine, Müslümanlara her fırsatta saldırmış, özellikle kadın ve aile üzerinde giderek gavurlaşmayı tetiklemiştir. Gazetesi İctihad’da ‘Samizade Süreyya’ adlı bir müellifin yer verdiği “Bizde Aile Hayatı” adlı makalesinde, Müslüman aile yapısını çok ağır bir dille eleştirmiş, özellikle aile reisi olan babalara ağır ithamlarda bulunmuştur. Müslüman ailelerin babalarını zevk ve keyif düşkünü olarak ifade eden müellif, erkekleri etkisizleştirmek ve kadını öne çıkarmak için yoğun bir çaba harcamaktadır.9
Aile ve kadın üzerine şer’i olanın terki ve Avrupalı hukukun kabulüne dayanan değişim ve dönüşümler, dönemin Müslüman mütefekkirleri tarafından da çok ciddi şekilde eleştirilmiş, tepki görmüştür. Ziya Gökalp ve zihniyeti, Avrupa-i asri aile üzerine makaleler yazarken, Müslüman mütefekkirler de bu fikirlere karşı eleştirel düşüncelerini kaleme almış, şer’i olanı savunmuştur. II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte İttihatçı zihniyet, kadın ve aile üzerine operasyonlar yapmaya çok erken dönem denebilecek bir zamanda başlayarak hiç çekinmeden icraata geçmiştir.
Dönemin Müslüman basınında yer alan Beyanül Hak, Sıratı Müstakim-Sebilürreşad, İtisam, Ceride-i İlmiyye, Ceride-i Sufiyye, Hikmet gibi gazete ve mecmualarda bu değişime karşı fikri bir direniş görülmektedir. Fakat gelinen bu eşikte artık fikri direnişin ve pasif itirazın bir önemi kalmamıştır. Güç ve iktidar fesat ehlinin eline geçmiştir.
Ne demeye çalışıyoruz?
Bu memlekette modernleşme süreciyle birlikte üzerinde en çok konuşulan meselelerden biri kadın ve ailedir. Fertten topluma insanları Avrupa medeniyet ve kültürüne dönüştürmeyi çağdaş olmanın gerekliliği olarak gören siyasi, askeri ve burjuva olmak üzere üç sınıfı vardır ve bu sınıflar söz sahibidir. Avrupa hayranı bu sınıflar iktidarı ve gücü ele geçirir geçirmez hiç gecikmeden politik ve kültürel hamleler yaparak icraata başlamış, II. Meşrutiyetten sonra bu icraatlarını devlet politikası olarak belirlemiştir.
Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan içinde yer alan ulema-ilmiye sınıfına ait parlamenterlerin basiretsiz tutumları ve mevcuda eklemlenmeleri, Avrupa felsefesini yaşam tarzına getirmek mücadelesi veren yerli gavurlara cesaret vermiş, istedikleri gibi at oynatmaktan çekinmemiştir. Özellikle kadın ve aile üzerinden toplumu dönüştürme işi İngiliz aklıyla hiç aksatmadan yürürlüğe konmuştur. İnsanlığın yumuşak karnını ve zaaflarını iyi bilen akıl, fesadı kamusal hale getirmek üzere kadın üzerinden hamle yapmıştır/yapmaktadır.
Meşrutiyet sonrası kurulan yeni devletin kurucu paradigması bu aklın devamıdır. Ve bu akıl anayasal olarak değiştirilemez hükmünde karara bağlanmıştır. Kurulan yeni devletin hukukunu kurucu iktidar oluşturmuştur. İşte bu sebepten kurucu akıl hukukun üstündedir. Zira hukuku oluşturan bizatihi bu akıldır.
Tek partili dönemden çok partili döneme geçen devleti, her görüş ve düşünceden insanlar siyasi organizasyonlar kurarak yönetmeyi talep etmiş, fakat iktidara gelen hangi dünya tasavvuru olursa olsun, kurucu akla tabii olmuştur. İşte işin can alıcı noktası da tam burasıdır. 21. yüzyıl başlarında devleti yönetmeye talip olan muhafazakâr cenahın devletin sahibi gibi görülmesi telafisi mümkün olmayan zararlar açmıştır. Bugünlerde çok konuşulan kadına şiddet, kadın hakları, kadın özgürlüğü, aile, İstanbul sözleşmesi, Avrupa Birliğine üyelik, bireysel özgürlükler gibi meseleler, tamamen o dönemin süregelen politik adımlarıdır.
Dönem itibarıyla çok konuşulması ve tartışılması ise, toplumun büyük çoğunluğunun demokratik yollarla teveccühünü kazanmış olan siyasi oluşumun, bu ikna yetisini kullanarak, bu meselelerin bir an önce kurucu iktidar lehine halledilmesi içindir. Bu iktidardan sonra da iktidara kim gelirse gelsin, bu siyasi politikalardan asla vazgeçilemeyecektir. İşte bu sebeplerden dolayı, Müslüman cenah bu hususları yeniden düşünmeli, iktidara gelenlerin bireysel yaşantılarına bakarak bir şeylerin düzelebileceği zannına kapılmamalıdır. Eğer böyle bir yanılgıya düşülürse, laik seküler kurucu akla olağanüstü hizmet etmiş olunacaktır.
Devleti yönetmeye talip olan siyasi oluşumlara, “ola ki bir şeyler düzelir” diyerek teveccüh gösterenler, maddi ve manevi destek verenler, belli kazanımları elde etmeyi düşünenler, kazanımlarını kaybetmekten korkanlar, ne kazanıldığına bakmalı, yakın tarihe dair hafızalarını yeniden yoklamalı, tedebbür ve tefekkür etmelidir. Zira bugün oynanan senaryo yakın tarihimizde yazılmıştır ve bugünkü versiyonu o dönemin devamıdır. Aktörler, isimler, oluşumlar farklıdır. Fakat oynanan senaryo aynıdır.
Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp, Ahmed Rıza, Moiz Kohen (Munis Tekinalp) vb. gibi Avrupalı olmak ve her nefes alanı Avrupalı yapmak azminde olanları eleştirmek, nefret etmek, lakin bu zevatın fikirlerini siyasi-politik girişimlerle bir kültür haline getirerek hayata hakim kılmak peşinde koşanlara da teveccüh göstermek, en basit tabirle tutarsızlıktır. Dün olduğu gibi, bugün de siyasi ve içtimai alanda bu zevatın dünya tasavvurları, bütün Müslüman alemini birer Avrupalı yapmak meramıyla yanıp tutuşan varisleri tarafından sahiplenilmektedir.
Hassaten ve tekraren ifade etmek gerekirse, 20. yüzyıl Müslüman aklının düştüğü hatanın telafisi imkân dahilinden çıkmış, dönemin ilmiye ulema sınıfı çok büyük yanılgıya düşmüştür. Kendi başlarına bağımsız bir muhalefet oluşturamayan Müslüman muhalefet, kurucu aklın Avrupa olduğu İttihatçı zihniyete yamanmıştır. 21. yüzyıl Müslüman aklı da aynı hataya düşmüş, kendi usul geleneği içinde bütüncül ve bağımsız bir muhalefet oluşturamadıkları için, Muhafazakâr demokratlara teveccüh göstermiştir. Bu teveccüh aynı zamanda Müslüman parçalanmasını da ortaya çıkarmış, ciddi anlamda kırılmalar ortaya çıkmıştır.
Müslüman cenah, bugün yaşadığımız sıkıntılı sürecin ideologlarını nasıl eleştirip yargılıyorsa, fiili olarak bu zevatın değişim düşüncelerini yerine getirenlere de mesafeli durmalıdır. Zira hiçbir haramdan helal çıkmaz. Müslüman mütefekkirler yaşanan olağanüstü olumsuzluklar karşısında egemen kılınmaya çalışılan fesada karşı, bütün insanlık adına kendi usul geleneği içinde topyekûn bir muhalif cephe oluşturmaya çalışmalıdır. 20. yüzyıl başları, II. Meşrutiyet döneminde bu beceriyi gösteremeyen Müslüman mütefekkirlerin açtığı yaraların sızılarını bugünkü nesil çekmektedir. Eğer günümüz Müslümanları da bu beceriyi gösteremezse, ileriye dönük çok büyük acılar yaşanacak gibi görünmektedir.
Dipnotlar
1- Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, sayfa 162, Ankara, Matbuat ve İstihbarat Matbaası, 1339
2- Ziya Gökalp, Aile Ahlakı I, Yeni Mecmua, cilt: I, sayı: 10, sayfa 181, 13 Eylül 1917
3- Ziya Gökalp, Aile Ahlakı IV, Gevşek Yuva, Yeni Mecmua, cilt I, sayı, 18, sayfa 342, 08 Teşrinisani 1917
4- Ziya Gökalp, Aile Ahlakı: Şövalye Aşkı ve Feminizm, Yeni Mecmua, cilt: I, sayı: 19, sayfa 364, tarih 15 Teşrinisani 1917
5- Ziya Gökalp, Aile Ahlakı: Asrî Aile ve Milli Aile, Yeni Mecmua, cilt: I, sayı 20, sayfa 382, tarih 22 Teşrinisani 1917
6- Hasan Hikmet, İctimaiyyatta Garpçılık ve Bozgunculuk: Asri Aile! –I-, Sebilü’r-Reşad, cilt XXII, sayı 569-570, sayfa: 181, tarih 18 Teşrin-i Evvel 1339-18 Ekim 1923
7- Hasan Hikmet, İctimaiyyatta Garpçılık ve Bozgunculuk: Asri Aile –II, Sebilü’r-Reşad, cilt XXIII, sayı 573, sayfa 4, tarih 1 Teşrin-i Sani 1339-1 Kasım 1923
8- Nikâh-ı medenî ve talâk hakkında hukuk-u aile kararnâmesi, İstanbul: Matbaa-i Orhaniye, 1336
9- Samizade Süreyya, Bizde Aile Hayatı, İctihad, cilt V, sayı 108, sayfa 149, tarih 29 Mayıs 1330-11 Haziran 1914
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *