Yakup Döğer: “Mesele, Tanzimat’la başlayan Avrupalı olmak serüvenini tamamlamaktır. Kurucu iktidar bunu hedef olarak belirlemiş, geleneksel kadim bağların kopmasını, insanların bireyleşerek yalnızlaşmasını istemektedir.”
Kadın meselesi
Yakup Döğer
“Kadın bir mesele olarak ele alındığından bu yana, bu kelime zamanımızın en dikkat çekici, en süslü, en önemli meselesini teşkil etmeye başladı. Toplumsal meselelerle az çok alakası olan hemen hemen herkes, erkek-kadın bu mesele ile meşgul oluyor. Hayatın en önemli meseleleri bile çözülmeye çalışılırken bu mesele üzerinden değerlendiriliyor.
Asıl kadın meselesini mevzu bahis etmeden bizdeki kadınların hallerini göz önüne getirelim:
Tütün dumanlarına boğulmuş süslü bir odada, üzerinde konyak şampanya şişeleri bulunan masanın etrafında, ince nezaketler ibraz eden birkaç erkekle beraber, erkek kılıklı erkekleşen bir kadın söylüyor, gülüyor, güldürüyor, eğleniyor, eğlendiriyor.
Yahut süsler içinde bir hanımefendi, muhakemeden uzak ani bir tahrikle herhangi bir hayalin netice-i tesiri altında kalmaya hazır. Bunlar için aile düğümü, kadınlık annelik vazifeleri fazla bir değer olduğundan hürriyet ile kabil telif değildir. Bunun ağzında da hürriyet kelimesi dolaşır durur. Vakadan vakaya atılır durur. Nihayet feci vakaların karabeti olup gider. Yahut yüzü gözü düzgünlerle güzelliğine ait değerleri gaip etmiş bütün efkarı kendi güzellik ve kıyafetine matuf olduğu halde hiç bir şeyde bilmeyerek anlamayarak bir takım büyük meselelerden bahis eder, söylenir durur, güya her bir kadın bir alem imiş!”(1)
Yukarıdaki alıntı, yüz yıl önce yazılmış bir metindendir. Bugün konuştuğumuz sıkıntısını çektiğimiz, kadın, aile meselelerinin tarihi kökleri hakkında bilgi vermesi açısından kayda değer metinlerden biridir. Yüzyıl öncesine ait bu merkezde yüzlerce makale olduğu gibi, daha önceki tarihlere ait kadın ve aileyi mesele olarak ele alan metinler, risaleler çoktur. Bugün iktidarın, medyanın, iktidar merkezli STK’ların kadın ve aile üzerinden toplumu yeniden kurma girişimlerinin tarihi kökleri çok geriye dayanmakta, tartışılmaya başlandığı ilk dönemden itibaren ara vermeden sürmektedir.
Ne hikmetse son yıllarda yazılı ve görsel basında sürekli kadın cinayetleri manşetlerden verilmekte, memleketin tek meselesi olarak sürekli şişirilmektedir. 80 milyonluk bir ülkede, mevcut uygulamaların sonucu olarak yaşanan bu meselenin kökü aslında görünen sığlığından daha derinlerdedir. Bu memlekette kurucu iktidar Avrupalı zihniyle inşa edilmiş ve bu inşanın öngördüğü kurulması gereken toplum yapısı İngiliz toplumuna paraleldir.
İngiltere’de sanayi devrimiyle birlikte artan işgücüne ihtiyaç, sermayenin merhametsiz ve doyumsuz tavrı her insanın makinenin birer dişlisi gibi görmüştür. İngiliz sermaye sahipleri ihtiyaç duydukları işgücünü sağlamak için eli ayağı tutan kim varsa çalışmaları için fabrikalara mecbur ederek, tüketime dayalı kapitalist üretimin sürdürülebilir düzeye çıkması için kullanışlı birer malzeme olarak görmüştür. Lakin karşılarında geleneksel yapının ürünü olan geniş aileler, feodal yapılar üretimin sürdürülebilir boyutuna karşı direnç göstermekte, tüketimin sağlıklı yürümesine de mani olmaktadır.
Buharla çalışan fabrikalara sürekli kömür atacak, buharın döndürdüğü makinelerden çıkan üretim maddelerini işleyecek, işlenmiş üretimi tüketime sunabilecek kim varsa bu çarkta yerini almalıdır. Fakat kadının ve çocuğun geleneksel toplum yapısı ve aile kurgusuyla böyle bir şeyin gerçekleşmesi çok zordur. Geleneksel yapıda aile kurumu önemlidir ve neslin devamı bekanın temini için vazgeçilemez değerdir. Dönem itibarıyla halkın yoksulluğu, zaruri ihtiyaçlara olan mecburiyeti gerek kadın gerek çocukların bu yeni üretim anlayışında ister istemez yerini almaları açısından kaçırılmaz bir fırsattı.
Geleneksel toplum yapısında bir şekilde kendi yerinde yurdunda, köyünde kasabasında geçimini sağlamaya çalışan insanlar, yeni üretim anlayışıyla kaynakları sömürülmeye, ürettikleri yok pahasına satın alınmaya, toprakta yetiştirdikleri de, ağılında besledikleri de para etmemeye başladı. İnsanlar kitleler halinde yerinden yurdundan, toprağından vatanından sanayi kentlerine işçi olmak geçimini sağlamak için mecburi göçe başladı. Bu göç kadın çocuk demeden sürdü. Geniş aile bağları koptu, nesiller birbirinden uzak yaşamaya başladı. Baba evladını göremediği gibi, evladının evladını hiç göremez hale gelen bir yaşam tarzıyla yüzleştiler. Yerinden yurdundan kopan insanlar sadece toprağından evinden kopmuyordu. Anne-babasından, cemaatinden, geleneğinden, kendisini koruyup gözeten mahallesinden de kopuyordu.
Bu durum kapitalist üretim anlayışında kadınların kullanışlı bir metaya dönüşmesi için bulunmaz fırsattı. Geniş aile yapıları dağılmış, insanlar kendilerini güvende hissettikleri cemaatlerinden kopmuş, konteyner gibi evlerde çekirdek ailelere dönüşmüştü. Avrupa İngiliz aklının öncülüğünde mekanik medeniyetini kuruyordu. Fakat kapitalist üretim bu safhayı da yeterli görmedi. Çekirdek aileler de dağılmalı, nefes alan ve eli iş tutan kim varsa bu adaletsiz üretimde yerini almalıydı. Sermaye ve iktidar anlaşarak, öncelikle kadına anne olduğunu unutturacak tekliflerde bulundu. Bu cazip teklifler kadınların öncelikle kamuda yerini almalarına dönük oldu. Kamusal alan, devlet kademeleri, resmi yerlerde kadınlara vazife tayin edildi. Artık erkekler ve kadınlar aynı alanda aynı işi yapmakta, erkekle kadın arasında bir fark olmadığı ispat edilmekteydi!
Avrupa’daki bu gelişmeleri ve kadınların erkeklerle aynı işte çalışmalarının neticesinde ortaya çıkan içtimai durumu, bozulan aile yapılarını, kadınların ağır işlerde çalışmalarını gören İkdam Gazetesi Londra muhabiri Sbüşürreşad’a konu ile ilgili bir haber yazar. Muhabirin yazdığı haberde İngiltere’de aile yapısının büyük zarar gördüğünü ve neslin devamının tehlikeye girdiğini ifade eder. Osmanlı memleketlerindeki Avrupa’ya benzeme meramının ileriye dönük büyük sıkıntılar çıkaracağını izah eder.
“Kadınların hâricde iş işlemeleri maddesine gelince: Bu mesele de bizde gittikçe ehemmiyet peyda ediyor. Kadını mümkün mertebe aile sâhibi eylemelidir. Bir kadın için teehhül imkân dâhilinde olmazsa o zaman kadın aile dışarısında işle meşgul olur. Yoksa kadını insaniyetin nısfıdır diye erkek işlerinde kullanmak iyi bir netice vermez.
Ma’a hâzâ kadın, öğreneceğini öğrenmeli, hukukuna sahip olmalı, fikren teâlî eylemelidir. Kadının ma’lûmât sâhibi olması bilhassa ailesi ve evlatları için gerektir.”(2)
Avrupa’da bütün bu gelişmeler yaşanırken, Osmanlı aydınları terakki sevdasıyla yüzünü Avrupa’ya döndü. I. Meşrutiyetin ilga edilmesiyle Avrupa’ya giden bu aydın entelektüel çevre, Avrupa yaşam tarzını, kadın erkek ilişkilerine şahit oldu. Gavurlaşmış zihinleri, ilerlemenin şartını, kadının ailenin, evinin dışına çıkmasıyla mümkün olacağı kanaatine vardı, ya da onlara bu öğretildi. İttihat ve Terakkinin kurucularından olan Abdullah Cevdet, “Varsa medeniyet Avrupa medeniyetidir, başka medeniyet yoktur” diyerek, kadınların hem tesettürden hem de yuvasından çıkmaları gerektiğini savundu.
Kadın ve erkek el ele verip geri kalmışlığa çare olacaktı. İttihatçı zihniyet Avrupa’da çıkardığı gazetelerle sürekli kadın meselesini Avrupa anlayışına paralel olarak kaşımaya, Müslüman topluma bu anlayışı dayatmaya başladı. Abdullah Cevdet, “Hem Kur’an’ı açacağız hem de kadınlarımızı” diyordu. 1907 yılında Mısır’da yaptığı bir konuşmada, İngiltere’nin gözetiminde “Umum Müslümanlar Kongresi” yapılması gerektiğini söylüyordu. Konuşmasının esasını kadının toplumdaki yerinin değişmesi oluşturmaktaydı.
II. Meşrutiyetle iktidara gelen zihniyet, Avrupa merkezli ilerleme düşüncesinden hiç vazgeçmedi. Şimdi iktidarda ellerindeydi. Artık kadının anne olmasından daha önemli olan kamusal alanda görünmesini sağlamaktı. Kadın ve aile üzerine yapılan politik girişimler, yasal düzenlemeler devlet politikası olarak hayata geçmekte, Avrupalı toplum yapısına yetişebilmek için büyük çaba sarf edilmekteydi. İktidara gelen İttihatçı zihniyet öncelikle eğitim alanında kız-erkek karma eğitimin yapıldığı mektepler açmayı, kızlarımızın mekteplerde gayrimüslim kızlarla erkeklerle okuması gerektiğini, bu memlekette yaşayan herkesin eşit haklara sahip olduğunu söyleyerek, müsavat-eşitlik üzerinden kendilerine meşruiyet devşirdiler.
II. Meşrutiyetin, Batıcıların ifadesiyle hürriyetin (!) ilanıyla bundan sonra kentli kadının yaşamında yeni bir dönem başlamıştır. Avrupa’da tahsil yapan, ya da gezi, görev ve staj gibi nedenlerle Paris, Sofya, Roma, Londra, Cenevre, Berlin vb. kentleri ziyaret etmiş, oralarda “Avrupai kadın”ı görmüş olan asker ve sivil seçkinlerin kendi kadınlarına Avrupai bir veçhe vermek için yanıp tutuşmaktadır. II. Meşrutiyet ilan edilince, birçok konuda olduğu gibi kadın konusunda da İttihat ve Terakki hiç vakit kaybetmeden bazı atılımlarda bulunmuşlardır. İlk göze çarpan dernekler 1898’de Selanik’te kurulan Şefkat-i Nisvan ve yine Selanik’te 1908’de kurulan Osmanlı Kadınları Şefkat Cemiyet-i Hayriyesi’dir.
Kızlar için 1913 yılında ilk kız lisesi olan İstanbul İnas (kadınlar) Sultanîsi, bugünkü adıyla İstanbul Kız Lisesi açılmış ve bunu halen günümüzde de eğitim veren Erenköy, Çamlıca ve Kandilli Kız Liseleri’nin açılışı takip etmiştir. İkinci Meşrutiyet Dönemi’nin kadınlar için en önemli özelliklerinden biri de yükseköğrenim hakkını elde etmiş olmalarıdır. 1914’te Darül-Fünun’da kızlara yönelik derslere başlanmış ve 1914’te ayrı bir İnas (kadınlar) Darül-Fünun’u kurulmuştur. 1915 yılında İstanbul Darül-Fünunu’nda kadınlara haftada dört gün olmak üzere düzenli konferanslar verilmeye başlanmıştır. Ayrıca 1915’de ilk defa İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde Türk kızları erkekler ile beraber yükseköğrenim görmeye başlamıştır. 1917 yılında kızlar için Güzel Sanatlar Okulu ve Konservatuar, terzilik eğitimi veren okullar ile hemşirelik ve ticari derslerin verildiği okullar açılmıştır. İlk defa yurt dışına eğitim için kızların gönderilmesi de bu dönemde gerçekleşmiştir. 1914’te kurulan İnas Darül-Fünun’u, kız öğretmen okullarına bağlanmış ve matematik, edebiyat ile tabii bilimler alanlarında eğitim vermiştir. Bu okul aynı zamanda, kız öğretmen okullarına da öğretmen yetiştirmek amacıyla kurulmuştur. (3)
Din ile devlet işlerinin belli bir ölçüde ayrılmak istenmesi, Masonluğun da etkisiyle laikleşme eğilimleri, kadın konusunda liberalleşme rüzgârlarını daha hızlı estirmiştir. Kadın meselesi milli bir iktisat ve kültür meselesi olarak ele alınmıştır. Kadın cemiyetleri kurulmuştur. Darülfünun Edebiyat Fakültesi’ndeki umumî derslere kız talebelerin erkeklerle birlikte devamı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sosyal ve kültürel alandaki icraatından bir başkasıdır. Cemiyet daha sonraları Türk Ocakları’nda düzenlenen konferanslar aracılığıyla kadınları yetiştirmek, onlara bir yandan kendi resmî ideolojilerini öğretmek, öte yandan toplumsal hayata daha geniş ölçüde katılmalarını sağlamak istemiştir.(4)
Bu gelişmelerden dönemin Müslüman mütefekkirleri ve kurumları rahatsız olmuş, bu rahatsızlıklarını çeşitli beyanatlarla kamuoyuyla paylaşmıştır. Bu beyanatlardan en dikkat çekici olanlarından birisi, dönemin dini meselelerine çözüm üretmek için kurulan Dar-ül Hikmet-il İslamiye’nin “Haya ve Namus Hakkında Beyanname” sidir.
Kurum tarafından Şeyhülislamlık makamına yazılan uzun beyanatın içinde yer alan “İffetin muhafazası”bölümünü, dönemin kadın üzerinden süren yozlaşmasını yansıtması açısından önemlidir. Beyanatın ilgili bölümünde şöyle demektedir:
“Eskiden yabancıların nazarlarından muhafaza olunması ve iffetin vakar ve ciddiyeti sayesinde her tarafta ruhi ulviyetine hürmet ettirerek mes’ud yaşayan İslam kadınları, ilk cahiliyete irtica, cahiliyet açık saçıklığına sevk olunarak, tezlil (aşağılanmış), mahfel ve toplantı yerlerinde ihtirasın ayaklar altında kalmış olmak derecesine düşürülmüştür. Bu halin zamanın ihtiyaçlarından değil, ilmi müesseselere kadar sokulan bazı yapmacık çirkin olan şeylerin güzel gösterilmesinden neşet eylediğine (ortaya çıktığına) matbuat sayfalarından bazıları pekiyi şahit olabilirler. Umumi efkar (genel düşünceler, fikirler) ve hissiyat gözetilmeden ittihaz ediliveren (karar alınıveren) bazı hususi kararlar, istibdat arzuları (baskı yönetiminin bahane edilmesi) neticesi olarak bugüne kadar meydana gelen kötü olaylar yalnız memleketimizde değil, bütün dünyada fena intibalar husule getirmiştir. “Türklerin terakki namına yaptıkları yegâne şey, kadınlarını rezil etti etmekten ibaret oldu.”(5)
Bu süreç içerisinde Ziya Gökalp gibi teorisyenler Milli aile-Asri aile gibi kavramlar icat ettiler. Bu aile yapıları, dinden kutsaldan, gelenekten, edepten hayadan, maneviyattan uzak olmalı, aklın ve bilimin merkezi olan Avrupa-i tarzda aile kurumu yeniden kurulmalıdır. II. Meşrutiyet devlet idaresi Cumhuriyetin kuruluşuna kadar bir devlet politikası olarak kadının annelik vasfından soyutlanmasını ve aile kurumunun İngiliz-Avrupa-i olmasını sağlamak üzerine sürdü. Avrupa merkezli ilerlemecilerin gündeminde sanayi, teknoloji, bilimsel ilerleme hiçbir zaman ilk sırada yerini almadı. İlerlemenin Avrupa tarzı kültürel olarak yeni toplumun oluşturulmasıyla ve Müslümanların inancalarından uzaklaştırılması sayesinde olabileceğini ileri sürdüler. Gizli niyetleri toplumu gavurlaştırmak, dini hayatın her alanından soyutlamaktı. Nitekim Cumhuriyetin ilk yıllarında bazı şahıslar resmen Hıristiyanlığa geçmeyi dahi tekli ettiler. Hedef, devlet ve millet olarak Avrupalı olmak, Avrupa kültürüyle yeniden doğmaktı.
Cumhuriyetle birlikte bu politikalar daha da belirgin ve muhalefet kabul etmez tarzda resmi politika olarak baskıcı tarzda sürdü. İktidara gelenler Avrupa’nın ezici mekanik gücü karşısında aşağılık duygularıyla hareket ederek, İslam’ı ve Müslümanları sürekli aşağıladılar. İlerleyen süreçte çok partili siyasal hayatta da bu politikalardan vazgeçilmedi. İktidara gelen muhafazakâr partiler, Avrupalı olmak meramında daha da şevkle çalıştılar. Kurucu akıl kadın üzerinden mahremiyetin dönüşümünü sağlamak, aile bağlarını koparmak, her bireyi özgürleştirmek (!) için kapitalist üretime ve dünyevileşmeye davet etti. Önce Türkiye, Avrupa Ekonomik Topluğu ile ortaklık anlaşması imzalandı, ardından tam üyelik başvurusu yapıldı. Bütün bu girişimler hep muhafazakâr iktidarlar döneminde gerçekleşti.
21. yüzyılın başlarında iktidara gelen diğer bir muhafazakâr zevat, Avrupalı olmak yolunda kendisinden önceki dönemlerin kat be kat üstesinde bir gayret gösterdi. 2004 yılında yapılan Bürüksel zirvesinde Türkiye’nin siyasi kriterleri yeterli ölçüde karşıladığına hükmedildi ve müzakerelere başlanması kararı alındı. Namazlı niyazlılar kendilerine kadarki siyasi iktidarların hiçbirinin beceremediğini becermiş, AB’den resmen müzakere tarihi almıştı. Avrupalı olmak serüveninin babaları olan Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp, Ahmed Rıza gibilerin hayali, kendilerinden nefret ettiklerini söyleyenlerin iktidarında müzakere sürecine girmişti.
Bu iktidar, kadını evinden barkından, anneliğinden soyutlamak için kendisinden öncekilerin yapmaya cesaret dahi edemediği birçok girişimde bulunmaktan kaçınmadı. Kadınların kamusal alanda daha rahat yer alabilmelerini sağlamaya yönelik çeşitli siyasi yetkiler kullandı. İktidarın eliyle KADEM kuruldu. Kurucu kadronun tamamı tesettürlü ve muhafazakâr camianın önde gelenlerindendi. Misyonu; “Kadının insanlık onurunu teslim etmek üzere savunuculuk yapan bir sivil toplum kuruluşudur” diyerek deklare etti. Vizyonu ise daha dikkat çekiciydi:
“Kadın çalışmaları alanında yerleşik toplumsal kabullerin ve modern Doğu – Batı düşünce yapısının sorunlu kısımlarının dışına çıkarak yeni bir söylem üretmek üzere akademik çalışmalar yürütmek. Ulusal ve uluslararası lobi faaliyetleri yapmak, kadın ve erkek arasındaki rol paylaşımının ancak hak ve sorumluluk dengesi gözetilerek gerçekleşeceğine dair toplumsal bilinç oluşturmaktır”diyerek beyan etti.
Bu ifadeler mahiyet olarak 1916 yılında kurulan “Kadınları Çalıştırma Cemiyeti” nin maddelerinden çalınmış bir vizyondur. Dönemin kadınlarını çalıştırmaya azmetmiş bu cemiyet, isminin sonunda bir de “İslamiye” eklemiştir. Yani adı “Kadınları Çalıştırma Cemiyeti islamiyesi”dir. Cemiyetin maksadını izah eden ilk maddelerinde:
“İş bu cemiyetin maksadı kadınlara iş bulup kendilerini namuskarane temin-i maişete alıştırarak himaye etmektir. Cemiyet iş bu maksadını temin etmek için kadınların yapabileceği bilcümle işlere kendilerini sevk edecek ve bu suretle çalışacakları daimi surette himaye edecektir”(6) denilmektedir.
Avrupalı olmak bunu gerektiriyordu. Bireysel özgürlük haklarının tamamen kadın ve aile üzerinden kurguladılar. Başörtülü okumayı ve kamusal alanda vazife almaya imkân sağladılar. Kadınları annelikten soğutmak ve aile kurumunu ortadan kaldırmak için çalışan kadınlara sürekli para vermeyi vaat ederek, evinde durmak anne olmak isteyenleri bile ayartmaktan geri durmadılar. Nikâhsız birlikteliği meşrulaştırdılar. Sürekli aileye saldıran ahlaksız programların, dizilerin yayınlanmasına katkı sağladılar. Yurt dışına dizi ithalinden ekonomiye kazanç devşirdiler. Avrupa devletlerinin birçoğunun imzalamaktan kaçındığı İstanbul Sözleşmesini mecliste bütün siyasi oluşumlar oybirliğiyle kabul ettiler.
İktidar medya anlaşarak, özgür basın safsatasıyla her gün kadın hakları, kadın cinayetleri, kadınlara eşitlik gibi modern söylemlerle kadın merkezli bir toplum kurmaya çabaladılar/çabalıyorlar. Esas amaç olan “Ailesiz toplum ve cinsiyet eşitliği”hedefine ulaşmak için durmadan çalıştılar, çalışmaktalar.
Mesele, Tanzimat’la başlayan Avrupalı olmak serüvenini tamamlamaktır. Kurucu iktidar bunu hedef olarak belirlemiş, geleneksel kadim bağların kopmasını, insanların bireyleşerek yalnızlaşmasını istemektedir. Bu yalnızlaşmanın sağlanabilmesi içinde dağılan geniş aile yapılarından kalan çekirdek ailenin de çözülmesi gerekmektedir. Çekirdek ailenin çözülebilmesi için evde annelik yapan kadının evinden hanesinden uzaklaşması, her sabah çocuklarının annesiz uyanması, anne şefkatinden mahrum büyümesi gerekmektedir. Bu bir süreçtir, bu sürecin akıllıca yönetilmesi gerekmektedir.
Siyasi iktidar tam da bunu yapmaktadır. İktidarı, medyası, toplum mühendisleri, sosyal medyası, pedagoglar, sosyologlar bu sürecin akamete uğramaması için çeşitli planlar yapmakta, meseleyi soğutmamaya çalışmaktadır. En yetkili ağızlardan kadının, itibarını ve onurunu koruması için, evini yuvasını, ailesini, çoluk çocuğunu bırakması gerektiği söylenmektedir. Çalışan kadınlar ekstra paralar ödeneceği, torunlara bakan büyüklere ücret tahsis edileceği türünden vaatler, evinde hiçbir annenin oturmaması için sürekli gündem edildi.
Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp, Ahmed Rızaların hayalleri, yapmak isteyip de bir sonuca bağlayamadıkları ne varsa, muhafazakâr iktidarın eliyle birer birer yapılmaya, hayata geçirilmeye başlandı. Yaşadığımız gelişmelere direnç gösterebilecek, ayartmalara kanmayacak bir tek kesim vardır. O kesim Müslüman camiadır. Bütün dünyevi tekliflere rağmen evini terk etmeyen, ailesine, eşine çocuklarına kendisini adayan, Allah rızası için sadakatle bağlanan her Müslüman kadın, geleceğin esenlik yurdunu inşa edecek olanlardandır.
Dipnotlar:
1- Fevziye Abdurreşid, Kadın Meselesi, İslâm Mecmuası cilt: V, sayı: 53, sayfa: 1054, Rumi 15 Mayıs 1333-Miladi 15 Mayıs 1917
2- Sebülirreşad, Nüfus Meselesi ve Kadınların Harici İşlerde Uğraşmalarındaki Hata, cilt 15, sayı 366, sayfa 36, 22 Ağustos 1918
3-Ahmet Özkiraz-M. Nazan Arslanel II. Meşrutiyet Döneminde Kadın Olmak Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi Cilt 3, No 1, 2011
4- Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, cilt 3, sayfa 860
5- Dar-ül Hikmet-il İslamiye, Haya ve Namus Hakkında Beyanname, Ceride-i İlmiye, 1511, tarih Temmuz-Ağustos 1919
6- Kadınları Çalıştırma Cemiyeti islamiyesi, 2. ve 3. Maddeleri, Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi Nizamnamesi, Nizamname dahiliye nezareti celilesinin 27 Mayıs sene 1332 tarih ve 3 numaralı tevdi-i ilim ve haberi ile tasdik aliye iktiran etmiştir. Dersaadet Mabaa-i Askeriye 1332
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *