21. yüzyıl ABD yüzyılı olmayacak!

21. yüzyıl ABD yüzyılı olmayacak!

Normal şartlarda ABD’deki güç merkezleri arasında yaşanan rekabet, sistemi daha güçlü kılarken, bugün bu dinamikler arasında yaşananlar güç mücadelesi/kavgası olarak görülüyor ve sistemin çöküş sürecine geçişiyle eşdeğer bulunuyor.

ABD kendisiyle savaşıyor

Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol / AA

Yaklaşık iki yıl önce, ABD ile tüm seviyelerde “tek sesle” konuştuklarını söyleyen Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ABD yönetimindeki dağınıklığa atıfta bulunarak “Henry Kissinger’ın şakasıydı zannedersem. ‘Avrupa’yı aramak istesem kimi arayayım?’ derdi. Şimdi ABD’de Avrupa’nın numarası var. Sorma sırası bizde: Washington’u aramak istediğimizde kimi arayalım?”

Amerika’nın düştüğü hali çok net bir şekilde özetleyen bu ironi, haliyle birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Bunların başında ise şu dört soru geliyor: ABD’de neler oluyor? ABD’yi aslında kim ya da kimler yönetiyor? ABD nereye, nasıl bir geleceğe doğru sürükleniyor? Dünya üzerinde sahip olduğu gücü Roma ile karşılaştırılan ve bu bağlamda “neo-Roma” olarak da adlandırılan ABD miadını doldurdu mu?

Bu sorulara verilecek cevap, aynı zamanda dünyadaki yeni uluslararası sistemin inşa sürecinin geleceği (ve elbette Türkiye) boyutuyla da önemli. Ne de olsa ABD’nin yaşadığı her bir kriz, kaçınılmaz olarak (sahip olduğu niteliğe/boyuta göre) bölgesel ya da küresel bir kriz doğurma kapasitesine sahip. ABD sonrası dünyanın nasıl bir hal alacağı sorusunun halen cevap bulamamış olması burada önemli. Zira tarihin kaydettiği en güçlü ve en özgün imparatorluk olan ABD’nin dağılmasını ya da çökmesini, Sovyetler örneği ile bir tutmak pek mümkün görünmüyor.

Claude Julien’in Amerikan İmparatorluğu kitabında yer alan “Amerika, sınırları belli klasik imparatorlukların yerini almış, sınırları belirsiz yeni bir imparatorluktur” cümlesi, bu bağlamda çok derin anlamlar ifade ediyor. ABD imparatorluğunun sınırlarının belirsizliği, kendisinden sonrası nasıl bir dünyanın şekillenebileceğiyle ilgili tahminleri de zorlaştırıyor. Bu belirsizlik, hiç kuşkusuz sadece Amerika dışındakileri değil, Amerikalıların bizzat kendisini de derin bir endişeye sevk ediyor. Nitekim yukarıda zikredilen soruları sadece ABD dışındakiler kendilerine sormuyor; başta bu sürecin müsebbibi ya da (en iyimser ifadeyle) hızlandırıcısı konumunda olan Neo-Conlar ve onların arka planında yer alan müesses nizam (establishment) olmak üzere, ABD içindeki farklı dinamikler bu ve benzeri çok sayıda soruyu kendilerine soruyor ve bir cevap arıyorlar.

ABD içindeki sistem çatışması/krizi de zaten büyük ölçüde bunun bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Burada dikkat çeken mevzu, normal şartlarda ABD’deki güç merkezleri arasında yaşanan görüş ayrılıkları ve bunlar arasındaki rekabet, sistemi daha güçlü kılarken, bugün bu dinamikler arasında yaşananlar bir güç mücadelesi/kavgası olarak görülüyor ve sistemin çöküş sürecine geçişiyle eşdeğer bulunuyor. Beyaz Saray merkezli yaşanan gelişmelerin uzun bir süredir Bizans saraylarındaki entrikalarla/komplolarla özdeşleştirilmeye başlanmış olması da belki bundan kaynaklanıyor.

Beyaz Saray mı, “Bizans Sarayı” mı?

ABD’nin başlatmış olduğu kontrollü kaos stratejisinde yaşanılan olumsuzluklar, ABD iç siyasetini ve dinamiklerini de derinden etkilemeye başlamış durumda. ABD siyaseti, güvenlik bürokrasisi ve düşünürleri/entelektüelleri arasında yaşanan, Amerikan demokrasisinin öz denetleme kapasitesine ve karar alıcıların akılcı yaklaşımlarına güveni derinden sarsmaya başlayan görüş ayrılıkları ve çatışmaların temelinde de bu husus yatıyor.

Bu kesimlerden biri ABD’nin 11 Eylül sonrası uygulamaya koyduğu politikaların devam ettirilmesinden yana tavır koyarken diğer kesim bu politikanın/anlayışın ABD’nin sonunu getireceğini düşünüyor ve bir an önce politika değişikliğine gidilmesini istiyor. Birincisi askeri güçle her şeyi yapabileceğine ve bu bağlamda ABD’nin bir küresel imparatorluk olduğuna inanırken, diğer kesim ABD’nin kendi gücüne ve yeni dünya gerçeklerine uygun bir politika izleyerek hâkim güç statüsünü devam ettirebileceğini savunuyor.

“Amerika, kendinden önce gelen tüm imparatorluklar gibi, bir tek düşüncenin esiri olacaktır: Hakimiyetimi sürdürmek için ne yapabilirim, nasıl ayakta kalırım ve bu süreci nasıl uzatabilirim” sözleriyle ifade edilen neo-emperyal anlayış ile Amerika’nın emperyal bir güce sahip olduğunu, fakat emperyalist bir eğilim taşımadığını, zira hiçbir ulusun “dünya jandarması ya da hakemi” rolünü üstlenemeyeceğini iddia eden iki tezat görüş arasındaki bu çatışma, Suriye iç savaşı ve Ortadoğu’da yaşanan diğer gelişmelerle birlikte ayyuka çıkmış durumda.

Burada özellikle Suriye iç savaşı, İran, Rusya ve Türkiye merkezli yaklaşımlar ile İsrail (Büyük İsrail Projesi-Evanjelizm) boyutu, hatta AB ve NATO ile ilişkilerde yaşanan gerilimler, ABD’deki siyaset ve kurumlar arasındaki derin yönetim krizini ortaya çıkaran bir turnusol kâğıdı vazifesi görmüş durumda.

Beyaz Saray/Trump, CIA ve Ordu/Savunma Bakanlığı (Pentagon) arasındaki görüş ayrılıkları aslında bugüne mahsus değil. Söz konusu görüş ayrılıklarını sadece başkan ve diğerleri arasında değerlendirmemek lazım. Kurumlar arasında, hatta kurumların kendi içinde de ciddi görüş ayrılıkları söz konusu. Buradaki kırılma noktasını 11 Eylül ve George W. Bush önderliğinde hayata geçirilmeye çalışılan yeni emperyal kurallar ve buna itiraz eden Trump oluşturuyor. Burada Obama’nın başarısız kalan denemesi ise hiç kuşkusuz Trump’ın işini daha da zorlaştırıyor. Daha da ötesi, Trump’ın 11 Eylül’ü ve bir saçmalık olarak nitelendirdiği “terörle savaşı” hedef alan, “ABD’nin sonu gelmez saçma savaşlardan çekilme vakti geldi, artık eve dönme zamanı” şeklindeki çıkışları, onu hedef haline getirmiş durumda.

Peki, terörle savaş üzerinden Amerikan hegemonyasını inşa etmek ve onu ebedi kılmak kimlerin düşüncesiydi? Elbette Neo-Con’ların! Dolayısıyla Trump Neo-Con politikalara, onun yönlendirmelerine ve bu ekibin arkasındaki derin güçlere bir savaş açmış görünüyor. Bundan ötürü Trump, ABD siyasetinin başat oyuncuları olan müesses nizam (daha somut ifadeyle askeri ve endüstriyel kompleks) karşısında bitirilmeye çalışılıyor. İbre bir kez daha Neo-Con’lar lehine döndürülmek isteniyor. Dolayısıyla ABD dış politikasında yaşanan olumsuzluklar ve bunun ülke ekonomisine ve iç siyasetine yansımaları, seçilmişlerle atanmışlar arasındaki “derin refleksleri” harekete geçirmiş durumda.

WASP-Siyonist Amerikalar savaşı

Peki, Trump ile yeni bir aşamaya geçilmesini kabul etmeye yanaşmayan savaş lobisi ve onun kurumsal uzantıları için, daha önceki örneklerde görüldüğü üzere, Trump engelini ortadan kaldırmak mümkün mü? Açıkçası o kadar kolay görünmüyor. Zira yekpare bir ABD olmadığı gibi, bugün ABD’de yekpare kurumlar da yok. Hatta Neo-Con’lar bile kendi içlerinde fikir ayrılığına düşmüş vaziyette. Örneğin kendisi de aynı zamanda bir Neo-Con olan, sürecin ideologlarından Francis Fukuyama Neo-Con’ların Sonu: Yol Ayrımındaki Amerika adlı eserinde, Amerikan gücünün tüm dünyada yanlış kullanıldığını çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Harvard Üniversitesi’nden Nathan Glazer da Fukuyama’nın “Neo-Con’ların Sonu” başlıklı çalışması hakkındaki değerlendirmesinde “Amerika’nın gücünün sınırlarının daha fazla farkında olan, orduya daha az bağımlı ve diğer ülkelerin çıkarlarına ve görüşlerine, ayrıca ortaya çıkmakta olan uluslararası normlara ve kurumlara daha saygılı bir Amerikan dış politikasına ihtiyaç var” diyor.

Dolayısıyla “Milliyetçi Amerika”, daha somut olarak WASP’lar (White Anglo-Saxon Protestant [Beyaz, Anglosakson ve Protestan]), sistemdeki Siyonist etkiyi/çemberi kırmak için Trump üzerinden bir savaş başlatmış görünüyor. Bundan dolayı Trump da pek geri adım atacağa benzemiyor.

Trump’ın azil süreci, burada kurumların oynadığı rol ve buna Trump’ın verdiği cevap işte bu yüzden çok önemli. Trump yakın çevresinden başlayarak kuşatılmış durumda. Pompeo ve Esper örneklerinde görüldüğü üzere, Trump’ın ekibinde görev yapan isimlerin özgeçmişleri epey dikkat çekici ve aslında bugün yaşanılanlara dair oldukça somut bilgiler içeriyor. Yönetime geldiğinden bu yana Trump’ın ekibinde yaşanan değişimlerin temelinde de bu yatıyor. CIA’nın Trump’a karşı bir tuzağı olarak nitelendirilen bu süreçte, Demokratların ve bazı Cumhuriyetçilerin oynadığı rol de elbette dikkatlerden kaçmıyor.

Adaylık sürecinden bu yana malum bazı çevrelerce hazzedilmeyen ve “istenmeyen adam” olarak ön plana çıkan Trump’ın macerası, birçok açıdan kırılmalara ve ilklere sahne olacağa benziyor. Örneğin düne kadar hiçbir Amerikan başkanı kendisine yönelik bir yargı sürecinin ya da görevden almanın ABD’nin sonu ile eşdeğer olacağını söylememişti. Fakat bugün Trump kendisine yönelik herhangi bir yargı sürecinin başlatılması halinde Amerikan piyasalarının çökeceğini, hatta daha da ötesi, bu durumun ülkede iç savaşa yol açacağını dile getiriyor; hatta dile getirmenin de ötesinde, böyle olacağına dair tehditte bulunuyor. Bu bile ABD’deki sistemin zannedildiğinden çok daha kırılgan bir hale geldiğini ve içerideki savaşın nasıl bir boyut alabileceğini göstermesi açısından fazlasıyla dikkat çekici.

“Washington’da iç savaş” olarak değerlendirilen bu çıkış, önü alınamadığı takdirde, ABD’nin ülke çapında ikinci bir iç savaşı ile eşdeğer olacaktır. Nitekim şu anki gelişmeleri Amerikan İç Savaşı (1861-1865) öncesi, 1850’li yılların sonlarına doğru yaşananlara benzeten birtakım analizler de gündemdeki yerini almaya başlamış durumda.

“America First” politikası bir tercih mi yoksa mecburiyet mi?

Trump’ın kendisi de seçildikten sonra yaptığı balkon konuşmasında bu tehlikeye dikkatleri çekmişti. Dolayısıyla Trump’ın aslında böylesi bir gidişatı engellemek adına “Milliyetçi Amerika” tarafından tercih edildiği, “America First” (Önce Amerika) söylemini gelişigüzel dillendirmediği anlaşılıyor.

Düne kadar ABD dış politikasında bir “ulufe” göstergesi olarak kabul edilen “first” tabirini (“Russia First” örneğinde de görüldüğü üzere) artık kendisi için kullanmaya başlaması, ABD’nin içinde bulunduğu zayıflığı gösteriyor. ABD’deki rasyonel akıl, mevcut gidişatın ABD’yi şiddetli bir yıkımla karşı karşıya bırakabileceğini, bundan ötürü de tekrar güç kazanması, toparlanabilmesi için frene basılması gerektiğini öngörüyor.

Fakat bu hususta ne kadar başarılı olunabilir, işte bu büyük bir soru işareti. Zira mevcut konjonktür ABD’nin bu saatten sonra, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve iki savaş arası döneminde olduğu gibi izolasyoncu politikaları bir kez daha uygulamasına imkân tanımayabilir. Çünkü ABD o dönemlerde küresel bir güç değildi ve dolayısıyla kendi kabuğuna çekilme lüksüne sahipti. Şu anda ise kendi istese de, yakın çevresinden başlamak üzere, istediği ortamı bulamayacaktır. Meksika’ya çekmeye başladığı duvarlar, bunun sembolik bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Daha da ötesi, bu politika ABD’nin yenilgisi olarak anlaşılacaktır. Çin’e ve diğerlerine karşı uygulamaya çalıştığı himayeci politikalara verilen tepkiler ortada.

21. yüzyıl ABD yüzyılı olmayacak

Tüm bu gelişmeler şu gerçeği ortaya koyuyor: 11 Eylül sonrası tek kutuplu bir dünya inşa etmek, dünyanın efendisi olmak isteyen ABD, Batı üzerindeki liderliğini tartışmalı hale getirmenin ötesinde, kendi içindeki kontrolü de kaybetme riskiyle karşı karşıya. Karşısındaki blok güçlendikçe ve manevra alanı daraldıkça da ABD hem agresifleşiyor hem de buna nasıl bir tepki vereceğini tam olarak kestiremiyor. Çünkü böylesi bir olasılığı öngörmediği gibi, kaybetmeye dair bir tecrübesi de yok. Dış dünyaya yönelik tepki ve tehditlerin eş zamanlı olarak kendi içerisine kanalize olmaya başlaması, çöküş sürecine girmiş olan büyük güçlerin verdiği refleksi anımsatıyor. Her geçen gün dünyaya ve kendisine yabancılaşan, ötekileşen ABD’nin işi açıkçası hiç de kolay görünmüyor.

[Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol aynı zamanda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM) başkanıdır]

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *