ABD’nin “kendi evlatlarını” başkalarının savaşlarından uzak tutmak için giriştiği entrikaların geçmişi 1960’lı yıllara dayanıyor.
Küba’dan Suriye’ye ABD’nin kiralık orduları
Mehmet A. Kancı / AA
Suriye’deki iç savaş sekizinci yılını geride bırakırken Türkiye’nin 9 Ekim’de başlattığı Barış Pınarı Harekâtı bir hafta gibi kısa bir sürede Fırat nehrinin iki yakasında inşa edilen ve statüko haline getirilmeye çalışılan yapıyı alt üst etti. Suriye’nin kuzeyindeki haritayı doğudan batıya değiştiren hamle ABD ve Rusya’yı pozisyonlarını yeniden belirlemeye zorladı. Barış Pınarı harekâtı Suriye’deki iç savaşın aslında çoktan bitmiş olduğunu, günümüzdeki meselenin ise ABD denetimindeki terör örgütüne Mezopotamya topraklarında bir devlet kurdurmaktan ibaret olduğunu ayan beyan ortaya koydu. Suriye’nin kuzeyini terk edeceğini açıklayan ABD’nin bilahare zırhlı birlikleriyle Kamışlı’nın güneyindeki petrol ve doğalgaz yataklarına geri dönüşü de PKK/YPG’nin hangi çıkarlar için ortak olarak tercih edildiğinin bir başka kanıtı oldu. PKK/YPG’nin Irak sınırından başlayıp Suriye’nin kuzeyi boyunca uzanan terör devletini Akdeniz kıyısına ulaştırma çabası Türkiye’nin üç harekâtı ile akamete uğratıldı. Fakat ABD’nin İran’daki rejim değiştirme hedefiyle başlattığı ambargo ve askeri çevreleme harekâtı, tehlikenin henüz ortadan kalkmadığını gösteriyor.
PKK/YPG’yi sahada bir anda sıfırlayan gelişmeler Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Trump arasında 6 Ekim gerçekleştirilen telefon görüşmesiyle ivme kazandı. Trump Suriye’nin kuzeyindeki Amerikan askerlerini çekeceğini 2018 yılının Aralık ayında da dile getirmişti. Ancak bu defa, Türkiye’nin talep ettiği şekilde, söz eyleme dönüştü. Trump Amerikan kamuoyuna bu kararını izah ederken “Askerlerimizi evlerine geri getireceğiz, sonu gelmeyen savaşlarda var olmamız mantıklı değil” ifadelerini kullandı.
Peki, Trump’ın selefi Obama ve ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) Suriye iç savaşının hangi noktasında ve hangi amaçlarla bir terör örgütüyle ortak olmaya yönelmişti? Irak ve Suriye’de örgütlenen DEAŞ’ın lideri Bağdadi’nin de ortadan kaldırıldığı konjonktürde, PKK/YPG ile ittifakın en önemli bahanelerinden biri de ortadan kalkmış olmadı mı? Bu soruların cevaplarını ABD’nin yakın tarihinde, Washington yönetiminin tasarımı olan ve terör örgütlerine dönüşen gizli orduların kaynağında aramak gerekiyor.
ABD’nin “kendi evlatlarını” başkalarının savaşlarından uzak tutmak için giriştiği entrikaların geçmişi 1960’lı yıllara dayanıyor. ABD küresel emperyal hakimiyetini tesis ederken Küba’dan Afganistan’a, Nikaragua’dan Irak’a kadar PKK/YPG ortaklığına benzer örnekler ortaya koydu. Bu tecrübelerin kaynağı ise Birinci Dünya Savaşı’nın Amerikan toplumunda yarattığı travmalara dayanıyor. Birinci Dünya Savaşı’nı takiben Wilson prensipleriyle kendisini eski dünyadan yalıtan ABD, bir sonraki büyük savaştan uzak durmakta kararlıydı.
Franklin D. Roosevelt 1940 yılındaki seçim kampanyasını bu vaat üzerine şekillendirmiş ve şu sözleri sarf etmişti: “Daha önce söyledim ama şunu tekrar, tekrar, tekrar söylemeliyim. Çocuklarınız yabancıların hiçbir savaşına müdahil olmayacak”. Japonya’nın Pearl Harbor baskını Roosevelt’in sözünü tutmasını imkânsız hale getirdi. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlayan Soğuk Savaş’ın ilk sıcak çatışması olan Kore Savaşı’nda da bu söylem tekrarlanacaktı. Bu kez ABD Başkanı Harry S. Truman 1952 yılının 17 Ekim tarihinde yaptığı konuşmada, en önemli hedeflerinin ”Amerika’nın evlatlarını eve geri getirmek” olduğunu, ancak “Kore yarımadasındaki mevcut durumun” buna müsaade etmediğini söylüyordu.
Soğuk Savaş’ın doğası gereği çatışmalar dünya geneline yayılırken, ABD’nin evlatlarının yabancıların savaşlarında harcanmaması meselesi Washington’ın iç politika kaygılarında daha fazla ağırlık kazandı. 1959 yılında Fidel Castro liderliğindeki devrimcilerin Küba’daki Batista rejimini devirmesi, ABD’ye kendi ellerini kirletmeden ve “evlatlarını” sahaya sürmeden bir savaş yürütmenin ilk denemesini yapma fırsatını verdi. Küba örneği ABD’nin yasadışı ordu inşa etme yolculuğunun başlangıç noktasıydı. ABD Başkanı Dwight Eisenhower, ülkesinin kıyılarına yalnızca 160 kilometre mesafedeki Küba’nın, Soğuk Savaş’ın en civcivli günlerinde Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti ile yakınlaşmasına göz yumamazdı. Eisenhower ABD topraklarına sığınan Batista yanlılarının Miami’de askeri eğitimden geçirilmeleri için Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı’na (CIA) yetki verdi. Bin 400 Kübalı devrim karşıtı, Castro yönetimini devirmek için silahlı eğitimlere başladı. Plan, Eisenhower’ın halefi Kennedy tarafından uygulamaya konuldu. 15 Nisan 1961’de Nikaragua’daki üslerden havalanan ve üstlerine Küba uçaklarının işaretleri boyanan B-26 uçaklarıyla operasyon başladı. İki gün sonra ise ABD’de gerilla savaşı için eğitilen bin 400 Batista yanlısı Kübalı, adanın güneyindeki Domuzlar körfezine çıktı. Ancak Castro ve adamları davetsiz misafirlerin gelişinden haberdardı. Operasyon felakete dönüştü. Kennedy skandalı önlemek için, üzerlerindeki ABD Hava Kuvvetleri işaretleri silinmiş uçaklarla çıkarmaya destek verilmesini onayladı. Ancak bu da yeterli olmadı. CIA eğitimli ordunun 114 mensubu öldürüldü, bin 100’ü esir düştü.
ABD’nin gizli ordu kurarak Castro’yu devirme girişiminin yarattığı kaosun devamında, SSCB ile ABD arasında dünyayı nükleer savaşın eşiğine getirecek füze krizi yaşanacaktı. İlerleyen yıllarda, “evlatlarını” Vietnam’a göndermelerinin bedelini yine iç politikadaki şiddetli sarsıntılarla ödeyen Washington’daki siyasetçiler, Latin Amerika’daki bir sonraki sınavlarında Küba örneğine geri döndüler. Bu defa kurdukları gizli ordu hem Amerikan yasalarına hem de uluslararası yasalara meydan okudu. 1979 yılında Nikaragua’da Marksist Sandinist gerillalar, ABD tarafından desteklenen diktatör Anastasio Somoza Debayle’yi devirdiler. Dönemin ABD Başkanı Carter’ın ilk hamlesi, ekonomik yaptırımlar ve Nikaragua’daki ılımlı kesimlere destek vermek yoluyla Sandinist yönetimi istikrarsızlaştıracak yöntemleri denemek oldu. Fakat Beyaz Saray’ın bir sonraki ev sahibi ve SSCB’yi “Kötülük İmparatorluğu” olarak niteleyen Ronald Reagan, arka bahçelerindeki bu tehlikeyi bertaraf edecek daha kesin ve etkili bir çözüm arayışındaydı. Nikaragua’daki rejimi devirmek için 1981 yılında CIA’ya yeşil ışık yakıldı. Devrik diktatör Somoza’ya yakın siyasi kesimlerden devşirilen, eli silah tutan Sandinist yönetim karşıtları Nikaragua’nın Honduras sınırında eğitilmeye başlandı. “Kontra” olarak anılan bu silahlı grup aynı zamanda ABD’nin bir başka ülkenin sınırında desteklediği ilk terörist grup olma özelliğine de sahip. Kontraların uyguladığı şiddet ve insan hakları ihlalleri yalnızca Sandinist silahlı güçleri değil, binlerce kadın ve çocuğu da hedef aldı. Sandinist rejim de şiddete şiddetle karşılık verince çatışmalar iç savaşa dönüştü. ABD’nin kontraları desteklemek için başvurduğu yöntemler de 1986 yılında uluslararası bir skandal olarak basına yansıdı. Amerikan Kongresi’nin 1984 yılında kontraların doğrudan ya da dolaylı desteklenmesini yasaklayan kararına rağmen, Reagan yönetiminin kontralara silah temin etmeye devam ettiği, üstelik bunu İran’daki Humeyni rejimine silah satarak yaptığı, dahası CIA’nın yine Nikaragua’daki savaşı finanse etmek için Latin Amerika’da kapsamlı bir uyuşturucu kaçakçılık ağı kurduğu ortaya çıktı.
Günümüzde popüler kültür ürünü dizi ve sinema filmlerinde adına sık rastlanan Kolombiyalı uyuşturucu karteli patronu Pablo Escobar gibi figürlerin doğuşu da ABD’nin kirli savaşını beslemek için kurduğu sistemin sonucu oldu. Reagan yönetimi ve CIA’nın ABD’nin evlatlarını feda etmeden ürettikleri çözüm Sandinist yönetimi devirmeye yetmedi, fakat Nikaragua’nın insanî ve maddi kaynaklarını kurutarak ülkeyi (bugün de içinde bulunduğu) ekonomik ve siyasi istikrarsızlığa sürükledi. Kontra skandalı nedeniyle ABD’de yargı önüne çıkarılan tek kişi ise Beyaz Saray’daki Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi Yarbay Oliver North oldu. Hakkındaki suçlamalar 1991 yılında düşürülen North, bugün yaşamını ABD’deki muhafazakâr kesimler nezdinde saygın bir siyaset yorumcusu olarak, askeri tarih belgeselleri sunarak sürdürüyor. Ne kontra ne de Domuzlar körfezi skandalları Amerikan yönetimlerini kendi evlatlarını sahaya sürmeden rakiplerini bertaraf edecek savaşlarını yürütme deneyimlerinden alıkoyabildi. CIA bu uğurda Nikaragua’ya paralel olarak yeni bir projeyi çoktan yürürlüğe koymuştu.
1984 yılının Ekim ayında Amerikan Hava Kuvvetleri’ne ait C-141 Starlifter tipi askeri nakliye uçağı Pakistan’ın başkenti İslamabad’ın güneyindeki askeri üsse indi. Taşıdığı yük ne silah ne de askeri malzemeydi; ama olabilecek en pahalı silahtan daha değerliydi. CIA Direktörü William Casey, Pakistan askeri istihbaratı ISI tarafından desteklenen, Afganistan’ı işgal eden Sovyet Kızıl Ordusu’na karşı savaşan mücahitlere ne gibi bir destek verileceğini kararlaştırmak için Pakistan’a gelmişti. Bu ziyareti takip eden beş yıl içinde 2 milyar dolarlık silah ve mühimmat ABD eliyle Afgan mücahitlere aktı. Bu operasyon İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin ve istihbarat servisi CIA’nın yürüttüğü en kapsamlı örtülü operasyondu. CIA mücahitleri yalnızca sıradan konvansiyonel silahlarla desteklemedi, onlara uydu istihbarat bilgileri ve Sovyet askeri haberleşmesine dair kayıtlar da temin edildi. Fakat bu desteğin zirve noktası, 1986 yılında gerilla savaşı için hayli sofistike bir silah olan, hava hedeflerine karşı omuzdan kullanılan Stinger füzelerinin mücahitlere ulaştırılması oldu. Sovyetlerin 1987 yılından itibaren Afganistan’da yaşadığı helikopter ve uçak kaybı Kremlin’in tahammülünü aşan bir boyuta ulaştı. Gorbaçov’un “glasnost” ve “perestroyka” politikalarının etkisine Amerikan silah yardımı da eklenince, Kızıl Ordu 1989’da Afganistan’ı terk etmek zorunda kaldı.
Bu çekilme yalnızca SSCB, Afganistan ve ABD açısından bir kırılma noktası olmadı. Günümüze kadar terörizmin küresel boyutta etkilerinin hissedileceği yeni bir süreci de tetikledi. Afganistan’da mücahitlerin direniş hareketini örgütleyen Abdullah Azzam ve iki oğlunun bulunduğu aracın 24 Kasım 1989’da Pakistan’ın Peşaver kentinde yol kenarına yerleştirilen bombayla havaya uçurulması bu yeni dönemin başlangıcı oldu. Azzam’ın ortadan kaldırıldığı saldırının arkasında CIA’nın olduğu iddia edildi. Sebep ise ABD ile yakın bağlantılar tesis etmiş olduğu öne sürülen Usame bin Ladin’in, Afganistan’daki savaşın ardından amaçsız kalan, çoğu Arap ülkelerinden gelen savaşçıları yönlendirecek kişi olarak tercih edilmesiydi. Abdullah Azzam Afganistan’dan sonra Filistin’in kurtarılmasını hedef olarak işaret ediyordu. Bin Ladin ise doğrudan, ABD başta olmak üzere, Batı dünyasıyla savaşı savunuyordu.
Abdullah Azzam’ın sahadan silinmesiyle yıldızı parlayan Bin Ladin yeni savaşını örgütlemek için önce Somali’nin yolunu tuttu. Tam da bu dönemde Bin Ladin’in yıldızını parlatacak ve kuracağı terör örgütüne hedef belirleyecek olay gerçekleşti. 1990 yılının 2 Ağustos günü Irak ordusu, liderleri Saddam Hüseyin’in emriyle, petrol zengini komşuları Kuveyt’i işgal etti. Irak 1982 yılında İran’a karşı desteklenmesi amacıyla ABD Başkanı Ronald Reagan tarafından “teröre destek veren ülkeler listesinden” çıkarılmıştı. Aslında ABD 1981 yılından beri Saddam rejimine gizlice silah satmaktaydı ve Reagan bu durumu resmi hale getirmekten ibaret olan bir karar almıştı. Bunun devamında ise İtalyan bankası Banca Nazionale del Lavoro’nun (BNL) 1984 yılından Kuveyt’i işgal ettiği 1990 yılına kadar Irak’a ABD yönetiminin onayıyla tarım kredisi adı altında 5,5 milyar dolarlık finansman sağladığı süreç başladı.
CIA başta olmak üzere ABD’nin bazı resmi kurumlarının hem Reagan hem de George Bush (Baba Bush) yönetimindeki Beyaz Saray’a, İtalyan bankasının ABD tarafından onaylanan kredileriyle Saddam Hüseyin’in silahlanma programı yürüttüğüne ilişkin uyarıları sonuçsuz kaldı. BNL’nin yönetim kurulunda (toplantı başına 10 bin dolar aldığı belirlenen) ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın bulunması uyarıların sonuçsuz kalmasında etkili oldu. Kissinger Irak’ın silahlanma programını finanse ettiği anlaşılan BNL’nin yönetim kurulu üyeliğinden ancak ABD’nin Kuveyt’i kurtarmak için başlattığı harekâttan yaklaşık bir ay sonra istifa etti. 22 Şubat 1991’deki istifası sırasında Kissinger’ın “BNL’nin böyle işlerin içinde olduğundan haberim yoktu” demesi de pek inandırıcı bulunmuyordu. Kissinger’ın Irak’a yönelik tarım kredilerinin sürdürülmesine yönelik taleplerine aracı olan kişinin Başkan Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Brent Scowcroft olduğu gündeme geldi. Basına yansıyan haberlere göre Scowcroft, Kissinger’ın danışmanlık şirketi Kissinger Associates ile yakın ilişkiler içindeydi. Irak’ın silahlanmasına göz yuman Scowcroft’un ismi 1990 yılının Nisan ayında Bağdat’tan Washington’a gönderilen gizli bir kriptoda da yer almıştı. ABD Tarım Bakanlığı’nın, Irak’ın tarım kredileri listesinden çıkarılmasına yönelik talebinin engellenmesi için, dönemin Bağdat’taki ABD Büyükelçisi April Glaspie Ulusal Güvenlik Danışmanı Scowcroft’a gizli bir kripto gönderiyor ve Irak’ın listede kalmasını istiyordu. Scowcroft’un devreye girmesiyle, Irak’ın listeden çıkarılma talebi ileri bir tarihte sessiz sedasız gerçekleştirilecekti.
Büyükelçi Glaspie’nin ismi Irak’ın Kuveyt’i işgaline dair yapılan incelemelerde sık sık gündeme geldi. Glaspie 25 Temmuz 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgalinden bir hafta önce Saddam Hüseyin ile bir araya gelmişti. ABD büyükelçisi Bağdat yönetiminin Kuveyt’e yönelik baskısı konusunda ABD’nin saptanmış bir politikası olmadığını söylemiş ve “Başkanım George Bush’tan aldığım talimat, ülkelerimizin ilişkilerinin geliştirilmesi yönündedir” demişti. Glaspie’nin daha sonra Amerikan Senatosu’nda da çok tartışılan bu ifadeleri, Saddam Hüseyin tarafından “Kuveyt’i işgal etmeleri halinde ABD’nin bir müdahalesinin olmayacağı” şeklinde yorumlandı. Birinci Körfez Savaşı öncesinde BNL ile Irak ve Beyaz Saray arasındaki ilişkiler, ABD’nin kendi çıkarları için yalnızca belli paramiliter grupları silahlandırmakla kalmayacağını, bir ülkeyi silahlandırıp askeri müdahale için zemin hazırlayabileceğini de ortaya koyuyordu.
Birinci Körfez Savaşı yalnızca Irak ve Kuveyt halkları için yıkım getirmekle kalmadı; ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerden binlerce yabancı askerin Suudi Arabistan’da üslenmesine, Üsame bin Ladin’in binlerce yabancı savaşçıyı çevresinde toplamasına ve inşa ettiği terör örgütü El Kaide için vizyon yaratmasına da vesile oldu. Afganistan’daki mücadelesinde CIA tarafından desteklendiği bir sır olmayan Bin Ladin, 1998 yılında Tanzanya ve Kenya’daki ABD büyükelçiliklerine düzenlenen intihar saldırılarıyla uluslararası terör sahnesine çıktı. 11 Eylül 2001’de El Kaide’nin yolcu uçakları kullanarak ABD topraklarında düzenlediği saldırılar ise Washington yönetiminin günümüze kadar ulaşan küresel düzeydeki işgal ve askeri müdahalelerine zemin hazırladı. Afganistan, Irak ve Suriye topraklarını hedef alan bu işgal hareketleri, bugün PKK/YPG boyutuyla Türkiye’yi de hedef haline getirdi.
El Kaide’nin Ortadoğu’daki uzantısı olan ve aslında kökleri CIA’nın Afganistan’daki operasyonel geçmişine dayanan terör yapısına karşı ABD’nin, yine bir terör örgütü olan PKK’yı yanına alarak mücadeleye soyunması ve PKK/YPG’yi silahlandırması, buzdağının yalnızca görünen yüzü. Taraflar arasındaki ilişkinin geçmişi aslında 1991 yılına, Kuveyt’teki işgaline son vermek üzere ABD’nin Irak’a müdahale ettiği ve akabinde Irak’taki Kürt ve Şiilerin ayaklandığı günlere dayanıyor. 1991 yılında henüz Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) lideri kimliğiyle tanınan, geleceğin Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, sık yaptığı Washington ziyaretleri esnasında, Saddam Hüseyin’e karşı verdikleri mücadelede Beyaz Saray’dan “Afgan modelinin” uygulanmasını talep ediyordu. Yani omuzdan fırlatılan güdümlü uçaksavar füzeleri dahil olmak üzere sofistike silahların KYB ve Kürdistan Demokrat Partisi’ne (KDP) verilmesi için girişimler tam 28 yıl önce başladı.
ABD bu modeli 2015 yılının son günlerinden itibaren, Suriye’de Beşşar Esed rejimini devirmek söz konusu olduğunda, ortağı PKK/YPG için uygulamaya koydu. Talabani’nin bu talebini Washington’da dile getirdiği günlerde, Amerikalı bir diplomat da Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nda CIA, DIA (Savunma İstihbarat Örgütü) Dışişleri ve Pentagon yetkililerine yaptığı konuşmada Kürt gruplara silah ve askeri eğitim verilmesini talep ediyor, ayrıca Türkiye topraklarında konuşlanarak Irak’ın kuzeyinde faaliyet gösteren Çekiç Güç’ün görev süresinin Ankara tarafından süresiz uzatılması gerektiğini söylüyordu. Bu Amerikalı diplomat, 1999 yılında kaçışı Kenya’da noktalanacak olan PKK terör örgütünün elebaşı Öcalan ile Roma’da buluşmaya çalışan Peter W. Galbraith’tı. Bu buluşma teşebbüsünde Galbraith’e (CIA’nın Milli Haber Alma Konseyi başkan yardımcılığına kadar yükselen) Graham Fuller eşlik etmişti. FETÖ elebaşı Gülen’in ABD’ye yaptığı Yeşil Kart başvurusundaki tavsiye mektubunu da imzalamış olan Fuller hakkında, 15 Temmuz darbe girişimine katılma şüphesiyle yakalama emri çıkarıldı. Galbraith gibi isimlerin girişimleriyle 1992 yılının ilkbahar aylarında, Washington’ın resmî açıklamalarında terör örgütü olarak bahsedilen PKK’dan, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın özel toplantılarında ve basına yapılan isimsiz açıklamalarda “ayrılıkçı hareket” olarak bahsedilme noktasına kadar gelindi. 1992 yılından itibaren ise ABD ordusunun insani yardım malzemesi görüntüsü altında Irak’ın kuzeyindeki Kürt gruplara ve PKK’ya ağır silah temin ettiğine dair haberler Türkiye basınında yer almaya başladı. ABD’nin bu silah sevkiyatında yalnız olmadığı, Almanya ve Fransa’nın da bu sevkiyatlarda yer aldığı ortaya çıktı. 1993 yılında PKK terör örgütünün sınır ötesi saldırıları nitelik ve nicelik yönünden artarken, bölgede görev yapan Çekiç Güç, teknolojik olanaklarla elde ettiği istihbaratı Türkiye ile paylaşmaktan kaçınıyordu.
O yıllarda ABD’nin Irak’taki silahlı gruplarla temellerini attığı ilişkiler, 2015 yılında, Amerikan Özel Kuvvetleri’nin Suriye’nin kuzeyinde görülmesiyle yeni bir boyut kazandı. Nikaragua, Afganistan ve Türkiye örneklerinde olduğu gibi, komşu ülkeler Honduras, Pakistan ve Suriye topraklarında besledikleri silahlı grupları terör yapılanmasına dönüştüren bu yapı, yerel imkânlara ulaşamadığı noktalarda kendi paralı askerlerinden özel ordular da kurdu. Bunların en ünlüsü, Irak’ın işgalini takiben ismi pek çok insan hakları ihlali ve katliam vakasına karışan Blackwater adlı güvenlik şirketiydi. Eric Prince başkanlığındaki şirket, ABD hükümetiyle yaptığı anlaşmalardan milyonlarca dolar kazandıktan sonra, hakkındaki soruşturmaları takiben kendisini feshetti. Washington Post Blackwater’ın CIA tarafından istihdam edilmiş bir suikast şebekesi olduğunu yazdı. Şirketin sahibi Eric Prince’in Irak’tan sonraki durağı ise Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) oldu. Müşterisi Veliaht Prens Şeyh Muhammed bin Zayid en-Nahyan için eski Amerikan deniz komandolarından oluşan 800 kişilik bir güvenlik gücü kurdu. Bu silahlı gücün BAE veliaht prensine maliyeti 529 milyon dolardı.
1989 tarihli Uluslararası Cenevre Konvansiyonu ile yasaklanmış olan bu paralı ordular ABD, Rusya ve İngiltere tarafından günümüzde daha yoğun şekilde sahaya sürülüyor. Güvenlik şirketi tabelası altında faaliyet gösteren özel orduların oluşturduğu ekonominin hacminin yılda 100 milyar doları aştığı tahmin ediliyor. ABD, Rusya ve İngiltere’nin özel orduları yasaklayan konvansiyona imza koyan ülkeler arasında olmadıklarını ise söylemeye gerek yok.
Birinci Körfez Savaşı’ndan bu yana Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler hem PKK hem de bu özel ordular için çok müsait bir manevra alanı yarattı. Türkiye Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı üçlemesiyle Suriye cephesindeki terör koridorunu şimdilik bertaraf etmiş olsa da, İran’da rejim değişikliğine kadar varması hedeflenen ekonomik ambargo ve askeri baskıların Irak ve Suriye’dekine benzer çatışmalara yol açması ihtimal dahilinde.
PKK/YPG’nin ismine yeni kısaltmaların eklendiği, ABD tarafından organize edilmiş yeni bir terör grubuyla uluslararası kamuoyunun tanışacağı günler uzak olmayabilir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bu ihtimale işaret ederek 24 Ekim Perşembe günü, tarihe not düşülmesi gereken uyarıyı yaptı: “İster Amerika ister Rusya ister rejim isterse bir başka güç olsun, terör örgütlerinden herhangi birini isim, bayrak veya üniforma değiştirerek yeniden karşımıza dikmeye kalkarlarsa biz bu oyuna gelmeyiz. Bu durumda, hiç kimse kusura bakmasın, kendi bildiğimiz yolda ilerlemeye devam etmekten asla çekinmeyiz. Bu yolda ödeyeceğimiz bedelin büyüklüğünü de küçüklüğünü de asla hesap etmeyiz”.
[Ankara’da ikamet eden gazeteci Mehmet A. Kancı Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *