Yakup Döğer: “Biz müşkül bir meselenin halledilmesinden ziyade, insanların biraz olsun bu mesele üzerinde düşünmelerini sağlamaya çalışmaktayız.”
Siyaset ve Ahlak
Yakup Döğer
Modern tasavvurda, her bütün parçalara, her parça da yine kendi içinde cüzlere ayrıldı. Yekpare bir bütüne tahammülü olmayan yeni hayat tarzı, mümkün olan en küçük parçayı elde etmek için sürekli olarak kendi zihin yapısında girişimlerde bulundu. Devletten ferde, dinden bilime, siyasetten kutsala, ekonomiden eğitime, üretimden tüketime, insana dair akla gelebilecek ne varsa hepsini hem parçalara ayırdı, hem de birbirinden bağımsız değerlendirdi. Ele aldığı her parçayı ait olduğu bütünden bağımsız değerlendirmesi sonucunda, bahsi geçen bütün alanlarda karmaşaya neden olduğu gibi, beşeriyeti felaha götürecek yolların sonu sürekli zulümata çıktı.
Modern tasavvurun değer yüklü kavramlara karşı olan savaşı, kavramları asli hüviyetinden ve ait olduğu paradigmadan kopararak, istenilen yere çekilebilecek pozisyona getirmesi insanlık için birçok problemi de beraberinde getirdi. En başta hasım belleyip hedef aldığı değer ise din oldu. Dinin buyurgan karakterine karşı başlattığı itibarsızlaştırma çabalarının, beşeriyet içindeki sapkın düşüncelerin de desteğiyle başarıya ulaştığı söylenebilir.
Modern tasavvur, dinin referans olduğu/olması gerektiği ferdi ve içtimai kavramlarla, dinin arasını açarak, kudsiyetin kavramlara olan baskın gücünü kırdı. Bunun sonucunda adalet, hukuk, ahlak, siyaset, insan, cemaat gibi birçok kavram artık dinden bağımsız tanımlanmaya, dinin dışında anlam yüklenmeye başlandı. Dinden bağımsız adalet, dinden bağımsız ahlak, dinden bağımsız hukuk, yol gösterici olmaktan ziyade, sorun çıkaran kavramlar halini aldı.
Bunların başında gelenlerden en önemli kavramlardan ikisi “ahlak” ve “siyaset” kavramlarıdır. İki kavram da dinin dışında, dine müracaat etmeden değerlendirildiği için, ne siyaset ne de ahlak birbirinin tamamlayıcısı olmaktan çıkıp, ferdi ve içtimai bunalımların kaynağı halini aldı. Ahlak kavramı, dinden bağımsızlaşınca, ahlakın siyasete olan etkisi, olması gerektiğinin dışında vukuu buldu. Ahlak dinsiz olunca, siyasette de dinsiz ahlak etkisini gösterdi. Ahlak siyasetin pragmatist/çıkarcı/faydacı yaklaşımına tâbi oldu. Devlet adamı için ahlaktan bahsetmek, ahlakın ne anlama geldiğini tanımsız bıraktı ya da her siyasetçinin kendi dünyevi çıkarı doğrultusunda bir ahlak tanımı ortaya çıktı.
Batı düşünce tarihinde ilk kez ahlak ile siyasetin arasını açanın Machiavelli olduğu söylenir. Bu filozofun düşüncesine göre devlet adamı için tek gaye mevcuttur. O da “muvaffakiyet-başarı”dan ibarettir. O’nun fikrine göre siyasi meselelerde neticeyi elde etmek için tercih edilecek usulün, yöntemin, kullanılacak vasıtanın ahlaka aykırı olmasında hiçbir beis yoktur. Bunun tam tersine, ulviyete dair bir düşünce, siyasetçinin başarıya ulaşmasına mani olursa, kabul edilemez. Bir siyasetçi için siyasi başarıya giden yolda, ahlakın faziletinden bahsetmek bir tarafa, siyasetçiyi ahlaktan bağımsız davranış kazanmaya götürecekse, daima bu yol tercih edilir. Hiçbir ahlaki kritere sahip olmayan bu ahlaksız siyaset Machiavelli’nin adıyla Makyavelizm olarak anılır.
Ahlakı siyasetten tamamen dışarı atan ve dünya siyaset sahnesinde kabul gören bu düşünce, iktidar sahiplerinin önüne geçilmez hırsını ateşlemiş, insanlığın hayrına gidecek yolları kapatmıştır. Bununla birlikte siyaseti hem düşünsel hem de ameli olarak ifsat etmiştir. Oysa siyaset istikbale giden yolda sadece bir araçtır, ahlaki kurallara aykırı olamaz, olmamalıdır. Bizim Machiavelli’nin ileri sürdüğü düşünceye karşı itirazımız, her insanın akıl ve idrakinin kabul edip tasdiklediği, fıtri olan (daha doğrusu dini olan) ahlaktan siyasetin soyutlanmasıdır.
Burada sorulması gereken asıl soru, tamamen dünyevi ve laik bir kabulle işleyen, hiçbir yerde kutsala, dine saygısı olmayan siyasetin, nasıl olup da insanlığa herhangi bir meselede ferahlatıcı çözüm getireceğidir. Dinin tanımladığı ahlaktan soyutlanmış bir siyasetin ve siyasetçinin, hiçbir meşru referansı göz önüne getirmeden sadece muvaffakiyete kilitlenmesi, aynı zamanda vasıtaları ve maksadı da meşru zemininden kaydıracaktır. Meşruiyetini kaybetmiş bir eylem insanlığa rahmet olmaktan uzaklaşır.
Modern dönem öncesi kabul edilmiş ahlak tanımlamaları, mutlaka bir dine, bir kutsala ve insanlığın ortak vicdanının doğru dediğine yaslanırdı. Son nebi Hz. Muhammed (as) peygamber olarak insanlığa geldiğinde, vahiy ve vahye tâbi akıl tarafından ahlak yeniden tanımlandı. Bu tanım hayatın hiçbir safhasında boşluk bırakmayacak kadar şümullü, bir o kadar da anlamlıdır. İslam’ın ‘ahlakın ne olduğu’na dair çizdiği sınırlar, yaptığı tanımlar, iman eden ya da etmeyen bütün insanlık tarafından kabul edilmiş, itiraza meydan bırakmayacak şekilde kuşatıcı olmuştur. Nazil olduğu dönemde kullanılan bütün kavramları yeniden tanımlayan İslam, modern dönem düşüncesine de bu konuda söz söyleyecek imkân bırakmamıştır. Modern tasavvur kendisinin bu imkândan yoksun kalışını, dünyevi emellerini gerçekleştirebilmek için aşmak mecburiyetinde kalmış, bunun için de ferdi ve içtimai kavramları yeniden yorumlamakla bu imkânı elde etmeye çalışmıştır.
Bu girişimlerin ilk öncülerinden olan Machiavelli, iktidarı kutsaldan soyutlayarak, dini ve ahlakı dünyevi iktidara tâbi kılar. Din ve ahlak, devlet ve siyasetçi için belirleyici olmadığı gibi, dini ve ahlakı devletin denetimi altına alarak, iktidarın bu iki değerden bağımsız olduğunu/olması gerektiğini söyler. Bu düşünce veya tez, tam da dünyevi hedeflere işaret eden bir tezdir ve Batı siyaseti-siyasetçileri için çok önemli bir yorumdur. Bu aynı zamanda laikleşmedir ve dinsiz bir devlet ile dinsiz bir ahlakın oluşum sürecini başlatmıştır. Siyasi irade için ahlaksızlık bir ahlak halini almıştır. Vahyin ve aklın tanımladığı ahlak, yerini iktidarın dünyevi çıkarları için tanımladığı ahlaka bırakmıştır. Ahlak ve siyaset kavramları muğlaklaştığı gibi, insanlığın selameti olmak gibi bir kaygı taşımayı da terk etmiştir.
Devlet, siyaset ve siyasetçi, insan için var olma gerekçesini bir kenara bırakarak, insanın devlet, siyaset ve siyasetçi için var olduğu kabulünü tercih etmiştir. İnsan, yeryüzünde her şeyin kendisi için yaratıldığı “ahsen-i takvim” sıfatından soyutlanmıştır. İktidarı ve parayı eline geçiren dünyevi iktidarların, vatandaşına karşı dürüst olmak gibi bir kaygı taşımaları anlamsızdır. Zira insan bir “ilaha kul olmak” mertebesinden, “dünyevi bir iktidara, siyasete, siyasetçiye kul-vatandaş olmak” kategorisinde değerlendirilirler. Devlet, siyaset, siyasetçi, parlamenterler müdebbir birer ilah, birer Rab’dır. Tebası altındaki vatandaşına hesap vermek gibi bir sorumluluğu olmadığı gibi, onlara karşı doğru olmak, dürüst davranmak, ahlaklı olmak gibi mecburiyetleri de yoktur.
Bütün siyasetçiler ahlaklı olduklarını söylerler. Bunun sebebi ise, ahlak tanımlarının, hayatın dışına kovdukları dinden bağımsız, kendi nefisleri doğrultusunda yaptıkları ahlak tanımlarıdır. Bugün görüyoruz ki, en ahlaksız eylemlerde bulunanların bile bir ahlak tanımı vardır. Siyasetçiler de böyledir. Günde sayısız yalan söyleyen, dün dediğini bugün ret eden, dün ret ettiğini bugün kabul eden, ferdden topluma insanları ifsad eden, ekini ve nesli bozan, her türlü fahşanın yaygınlaşmasına müsaade eden, müsaade ettiği gibi bu yolda çabalayan siyasetçiler, her zaman ahlaklı olmaktan söz ederler.
Bütün bunları icra etmekten geri durmayan bu sınıf, aynı zamanda sürekli olarak “ahlak” demekten de geri durmazlar. Laik-seküler paradigmada “ahlak” tanımı, bir bakıma laik siyasete görece meşruiyet devşirir. Genelevlerine, meyhanelere, pavyonlara, kumarhanelere ruhsat veren, Allah’ın hükümlerine rağmen yasamalar yapan siyasiler dahi, ahlak üzerine demeçler vermekten geri durmaz. Kabul ettikleri ahlak, bireyseldir ve kendileri ile ilgilidir. Yapıp ettiklerinin ahlaki olup olmaması, modern siyasetin tartışma konusu değildir.
Burada “önce ahlak” tanımı ile ilgili bir hususa açıklık getirmekte fayda görüyoruz. Müslümanlar da “önce ahlak” tanımı çerçevesinde, yeni bir inşa sürecine yönelebilir. Müslümanların “önce ahlak” demeleriyle, laiklerin ve muadili olan beşeri görüşlerin “önce ahlak” demeleri elbette aynı yere işaret etmez. Müslümanlar, hayatı tevhid bütünlüğü içerisinde değerlendirdikleri için, “iman” eşiğini aşmıştır. İmandan sonra elbette “önce ahlak” denilmesi kaçınılmazdır. Bugün “ben Müslümanım” diyenlerin ahlaki hususlarda ciddi anlamda kat etmesi gereken mesafeler vardır. “Müslümanım” diyenler de bir insan olarak değerlendirildiğinde, hepimizin olduğu gibi zaafları, hataları, günahları elbette olacaktır. Müslüman mütefekkirler bu konuda canhıraş mücadele etmelidir. İman eşiğini aşanları, ahlaki bakımdan olgunlaştıracak çabalarını sürdürmelidir.
“Müslümanlar neden önce ahlâk der? İslâmî kaynaklarda konuların izahına iman bahsiyle başlandığı malumdur. Bu öncelik, diğer amellerin kabulünün ancak iman etmekle mümkün olacağına vurgu içindir. İman mükellefiyeti, akl-ı selim ve ahlâklı insanların taşıyıp sürekli kılabileceği bir iştir.
Ahlâk, emîn, emân ve imanı diri tutmaktır. Ahlâk eşiğini aşamamış bireylerin şahsiyet sorunu yaşamaları kaçınılmazdır. Şahsiyetin kendisiyle kemâl bulup yüceldiği ya da zevale sürüklenip alçaldığı altın halka ahlâktır. Ahlâklı olmak ideolojik bir tercih değil, İslâmî kimliktir. Müslüman şahsiyetin yaşam tarzı olan ahlâk, bugün kayıp halkamızdır.
Ahlâk kaynağını Kur’ân’dan alır. Ancak İslâm, ahlâkçı (Moralizm) bir hareket değildir. Kur’ân’da iman-ahlâk ilişkisi, ‘ahlâk’ kavramını merkezi konuma yerleştirmiştir. “Ve sen şüphesiz yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 68/4) ayetiyle, Rasûlullah (sa)’ın “İman itibariyle mü’minlerin en faziletlisi hangisidir?” sorusuna verdiği “Ahlâkı en güzel olandır” cevabı, Hz. Peygamber’in ahlâkî kemâlini, “Üsve-i Hasene” oluşunu; “Muhakkak ki O’nun Ahlâkı Kur’ân idi” hadisi de, Rasûlullah’ın ahlâkının kaynağını gösterir. Peygamberlerin gönderiliş gerekçesi, Allah’a kulluğa, tâğûttan kaçınmaya çağrıdır. (Nahl, 16/36) Hz. Peygamber de, “Ben ancak yüce ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” derken, nübüvvet-ahlâk ilişkisini beyan eder. Kişi ahlâkının hayatla ilişki düzeyi, Kur’an’la ilişkisi kadardır. Keza ahlâk, izafî değil aslî hakikattir.” (Ramazan Yazçiçek, Önce Ahlak-Kayıp Halka-, Nida Dergisi, Nisan 2019)
Bahsi geçen metinden yaptığımız alıntıda da ifade edildiği gibi, ahlak, tanımını Kur’an’dan alır. Yani ahlak, iman merkezlidir. Teorik tanımını kitap yaparken, pratik yönünü Resulullah (as) gösterir. Peygamberin örnek oluşu cihetiyle, Müslümanlar da ahlakını Kur’an’dan alarak diğer insanlara göstermelidir. Her peygamberin aynı zamanda birer siyasetçi olduğu göz önüne alınırsa, siyaset ve ahlak ilişkisi daha anlaşılır olacaktır. Resulullah (as) ve mü’minler vahye muhatap ve iman edenler olmalarından dolayı, imanın ardından ahlaki olarak insaniyetin zirvesine çıkmışlardır. Hz. Bilal-i Habeşi’ye “kara kadının oğlu” diyen Ebu Zer’e, Resulullah (as), “senin kalbinde hala cahiliye kalıntısı var” diyerek azarlamış, uyarmıştır. Hz. Aişe annemizden gelen, yukarıda zikri geçen rivayette bize ahlakın ne olduğunu açıklamaya yetmektedir. Bu ise vahye tabi bir ahlaktır. Bu sebepten, Müslümanların “önce ahlak” demeleriyle, laik-seküler-kemalist-liberal zihniyetin “önce ahlak” demeleri arasında esastan mahiyet farkı vardır.
Siyaset ve ahlak ilişkisinde, siyasetçinin ahlak anlayışı, teorik olarak kitabi olsa bile, esas olan, icraatında ortaya koyduğu ameldir. Eğer siyaset ve ahlak ilişkisinde icraatlar kitabi ve nebevi olan ahlaka tekabül etmezse, bunun sonucunda siyasetin maksadı da, vasıtaları da değişir. Bugün yaşadığımız realite bunun en bariz aynasıdır. Günümüzde siyasetin maksadı, insanın felahına yönelik olmaktan uzaklaştığı gibi, insanın zulümata gark olmasının bütün yollarını açmıştır. Dünya siyaset sahnesinde rol alanları, Müslüman olduğunu söyleyenler ve gâvurlar olarak iki kısma ayırırsak (ki öyle yapmalıyız), bu iki kısmın siyaset sahnesindeki davranışlarının, kriterlerinin, kabullerinin birbirinden fark edilebilecek yanlarını görebilir miyiz?
Yukarıda bahsettiğimiz gibi, modern tasavvur bütünü parçalamış ve her parçayı bütünden bağımsız değerlendirmemizi istemektedir. Bunu yapmak isterken hedefinde Müslüman zihin, Müslüman düşüncesi vardır. Zira diğer dünya görüşleri, egemen kültürle çatışmak gibi bir niyet taşımamaktadır. Egemen olana muhalefet edebilecek imkâna sahip olan Müslüman düşüncesidir. Lakin ne yazık ki birçok yerde bu düşüncede zaaf gösterilmekte, parçalar bütünden bağımsız değerlendirilmektedir.
Dinin tanımladığı ahlak, tanım olarak kendine anlam veren referansın hudutlarında makbuliyet kazanır. Ahlakın mahiyet olarak, siyasette başka, ekonomide başka, hukukta başka, iş hayatında başka, meslek hayatında başka tanımı yoktur. Siyaset ve ahlak kavramları yan yana geldiğinde, hangisi diğerini tanımlamalı, ya da hangisi diğerini etkilemelidir? Siyaset ahlakı mı şekillendirecek, yoksa ahlak siyasete mi vaziyet tayin edecek? Bir siyasetçiyi ahlaklı yapan nedir? Siyasi ahlak ne demektir? Laik seküler siyaset sahasında dibine kadar aktif olanlar, ahlakın hani sürümüyle meşruiyet devşirirler?
Modern dönem itibarıyla hemen hemen her şeyin, asli tanımının dışında ortaya atılmış sayısız sürümü, her dünya görüşüne göre farklı bir tanımı bulunmaktadır. Dünyevi anlamda kimin hangi tanım nefsini tatmin ediyorsa, kişi nefsine tabi olan tanıma sarılmakta beis görmüyor. Dinin dur dediği yerde durmak istemeyen siyasetçiler, güç zehirlenmesiyle birlikte, ahlakın keyfi tanımına tabi olmaktan kaçınmıyor. Oysa siyaset “iyi bir adam” için fıtri-dini-vahyi olan yasalara riayeti gerekli kılmaz mı? Ahlakın ilahi tanımının dışında bulunan tanımlamalarına tâbi olan bir siyasetçinin, tebasını güven ve emniyet içinde yaşatabileceği söylenebilir mi?
Siyasetçi huzurun tesisini kendisi için bir vazife olarak görüyorsa, ahlakın asli hüviyetini nefislerinde yaşatmalıdır. Aslından kopan her değer-kavram çakmadır, taklittir ve insan olmaktan azade oluşu ortaya çıkarır. Ülkemizde bütün siyasetçiler sürekli ahlaktan bahsetmekte, her mikrofonu ellerine alışlarında ahlak üzerine söz söylemekten geri durmamaktadır. Lakin fiiliyat hiçbir zaman söz ettikleri ahkâm ile bir araya gelmiyor. Ekonomik çıkarlar, servet peşinde koşmalar, iktidar arzusu söyledikleri her sözü yiyip bitiren azmana dönüşüyor.
Modern dönem reel siyaset ve siyasetçiler, laikler, kemalistler, faşistler, liberaller kaçınılmaz olarak sürekli ahlakı gündeme getirmek mecburiyetinde kalıyor. Zira sürüp giden zulümler, keyfi uygulamalar, adaletsizlikler, hayat pahalılığı, servetin ve iktidarın belli odakların elinde toplanması sonucunda ortaya çıkan gayri meşru durum, ancak ‘ahlak’ perdesiyle örtülebiliyor. Böyle durumlarda baskıcı uygulamalar, zorlamalar asayiş gibi gösterilir, ahlaksızlığa ve kutsallara isyana bireysel özgürlük denir.
Öncelikle devlet insanlardan meydana gelir, onların fıtratına ve mahiyetine uygun olarak şekillenir. Bundan dolayı aslında devlet ile şahıs ahlakı birdir. Siyasetçilerin fertten beklediklerini, öncelikle siyasetçilerin kendisi yapmalıdır. Günde kırk yalan söyleyip kırk takla atanlar, vatandaşının devlete karşı işlediği suçlardan şikâyet etmeye kendilerini nasıl haklı görebilirler? Tabi ki, dinden bağımsız bir siyaset, siyasetçiyi dinden bağımsız bir ahlak anlayışının tahakkümüne götürecektir. Dinden bağımsız ahlak sahibi siyasetçilerin de, dinden bağımsız ahlak sahibi vatandaşlarının olması beklenen bir sonuçtur.
Oysa din, her konuda olduğu gibi ahlak hususunda da mükemmel olunmasını ister ve yakarışları Allah’a ulaştırır. Siyasetçinin dinin tanımladığı ahlaka olan ihtiyacı, halka nasihat eden bir nasihatçiden çok daha farklı hayati gerekçelere yaslanır. Nasihatçiler, ulaştıkları insanlara, iyi birer ahlak sahibi olmak için neler yapması gerektiklerini söylerken siyasetçiler, güç ve iktidar sahibi olmaları nedeniyle, insanların halihazırda nasıl bulunduklarını kontrol eder, gerektiğinde müdahalede bulunur.
İnsanlık asli gayesine doğru yürümekle mükelleftir. Asıl ilerleme ve tekâmül fıtrata uygun olarak gerçekleşebilir. Siyaset ve siyasetçiler insanlığı bu asli olana yöneltmekle mesuldür. Şahsi ahlak ve devlet ahlakı aynı esaslardan, aynı kökten ayrılmış iki dal gibidir. Şahsi menfaatler kötülüklerle örtüşünce nasıl masumiyetini kaybederse, siyasetçi de bulunduğu makamdan menfaat devşirdiğinde, ahlaktan bahsetmesi içi boş hamasete dönüşür. Hikmet-i Hükümetin mahiyeti, insanlığın onuruna ve fıtratına muhalefet edemez. Kendi insanının zaruri ihtiyaçlarını bile karşılamaktan kaçınarak her yere beton döküp medeni olduklarını iddia eden siyasetçiler, yine kendi halklarının gözünde haramzadedirler. Haramzadelerin ahlaktan bahsetmeleri, işledikleri cürümleri ahlak perdesiyle örtmeye çalışmaktan başka bir şey değildir.
İnsanlığın faziletini yükseltmek için gösterilen her çaba, kötü ihtirasa karşı bir mücadele değil midir? İnsanlığın faziletindeki her yükseliş aynı zamanda kötülüğe karşı yapılan savaşta bir zafer değil midir? Peki, siyasetçiler, Allah’ın her şeye “Kadir olduğu”nu söylemelerine rağmen, Allah’ın dininin tanımladığı ahlak ile ahlaklanmaz ise, insanlığın faziletini yükseltebileceklerinden bahsedilebilir mi? Hem siyasetçiler, neden Allah’a iman ettiklerini söylüyorlar da, Allah’ın dediğini yapmıyorlar? Allah’ın dediğini yapmayacaklarsa, neden Allah’a iman ettiklerini söylüyorlar?
Tabi ki şunu da ifade edelim; günümüz egemen ideolojisinde ve egemen kültürde işbaşında bulunan siyasetçilerden, dinin tanımladığı ahlaka göre ahlaklanmalarını beklediğimiz zannedilmesin. Buna imkân yoktur. Biz müşkül bir meselenin halledilmesinden ziyade, insanların biraz olsun bu mesele üzerinde düşünmelerini sağlamaya çalışmaktayız. Yaşadığımız ülkenin kısa tarihinde, siyasetçi ile ahlak ciddi anlamda tartışılmamıştır. Hemen her konuda uzunca beyanatlarda bulunmaktan geri durmayan Müslüman münevverler, siyaset-siyasetçi ve ahlak kavramlarını yan yana getirip tatmin edici şekilde yeniden tartışmalıdır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *