Modern Toplumların Hastalığı: Yorgunluk

Modern Toplumların Hastalığı: Yorgunluk

Performans ve sürekli aktiflik toplumu, aşırı bir yorgunluk ve takatsizlik toplumudur. Negativiteden yoksun, ifrat edilmiş bir pozitiflikle bezenmiş bir toplum bugün dünyaya egemen olmaya başlayan toplumun vasfı, kimliğidir.

Modern Toplumların Hastalığı: Yorgunluk

“Hayat hiçbir zaman
bu kadar geçici olmamıştı…”

Byung-Chul Han ~ Yorgunluk Toplumu

Günümüz toplumları birer “yorgunluk toplumlarıdır.” 21. yüzyılda artık bu kavramı çok rahatlıkla kullanabilir ve bu kavramın tezahürlerini de çok uzakta değil bilakis yanıbaşımızda, çevremizde duyabilir, görebiliriz. İnsanlar artık durmak nedir bilmiyorlar ve artık “bilmek, yapmak, etmek” fiillerinin olumsuzu/negatifi neredeyse hiç kullanılmıyor. Çünkü artık her şey hayatımızda sıkça duyduğumuz bir sloganla olabilecek, halledilebilecek halde; “yes, we can!” yani “evet, yapabiliriz!” 

Geçmiş iki ya da üç yüzyıldan bu yana dünya toplumları çok büyük gelişimlere ve bununla birlikte değişimlere sahne oluyor. Bu gelişim ve değişimlerle beraber toplumların dünyaya olan bakış açıları, alışkanlıkları ve hatta inançları da değişiyor. Hızla artan nüfus, sürekli dengesizleşen ve adaletini yitiren ekonomik değerlerin paylaşımı, hiç bitmeyen bilakis sürekli vahşileşerek artan savaşlar, yıkımlar, hastalıklar çağı insanları sürekli daha fazla üretmeye ve tüketmeye mecbur ediyor. Bu durumun neredeyse bir “mecburiyet” hali alması da insanları hiç durmadan çalışmaya, daha fazla çalışmaya sürüklüyor ve insanlar bu tempo karşısında doğal olarak yorgun düşüyorlar. Ancak bu yeni yüzyılda deyim yerindeyse artık “yoruldum” demek de yasak! Çünkü bu akıl almaz değişime/gelişime karşı “yoruldum” diyen bir metabolizmanın ayakta kalma şansı bile yok. Başta da belirttiğimiz üzre bu yüzyıl, kavramlardan tüm negatifliği/olumsuzluğu atmak derdinde ve bunu da başarmak adına her an yeni şeyler üretmeyi/icat etmeyi bir zorunluluk kılmaktan geri durmuyor. Ve bunu da sistemin daha fazla üretmesi ve üretilenin daha fazla tüketilmesi adına, sistem adına sistemin hayatiyeti için yapıyor.

Geçmiş yüzyıl her ne kadar bu yüzyılın temeli olsa da bu yüzyıldan çok çok farklıdır. Çünkü geçmiş yüzyıl hala bir “bağışıklık” yüzyılıdır. Bu bağışıklık ifadesi de “ben ve öteki” arasındaki çatışmadan südûr etmektedir. Yani geçmiş yüzyıl hala “negatif bir çatışmanın/olumsuzlamanın” yüzyılıdır. Dünya üzerindeki her sistem kendine karşı ötekini bir tehdit/düşman olarak algılar ve bu da viral bulaşmaya karşı bir bağışıklık hissi uyandırır. Hâlâ bir “öteki” mevcuttur ve bu öteki, öte taraftan “ben”i yani bir nevi “kendi”yi özel/var kılar. Bu durum ise negatif bir şiddet doğurduğu için bünyede sinirsel bir bozukluğa/hastalığa yol açmaz. Çünkü sistem için tehdit dışarıdan yani ötekinden kaynaklıdır. Bu da bir nevi doğaldır. Çünkü düşmanın varlığı ve yönünün belirliği sistemin varlığı ve devamı için bir nevi hayatidir, gereklidir. Oysa bu yüzyılda her şey tam tersine evrilmektedir. Bu yüzyılın hastalığı öylesine bir hâl almıştır ki artık herhangi bir bağışıklık bu hastalığın çaresine bakamamaktadır. Çünkü bu yüzyıl artık ne bir bağışıklık ne de bir viral hastalık yüzyılıdır. Bu yüzyıl daha derin/içkin bir sinirsel bozukluk yüzyılıdır. Kısaca herhangi bir antibiyotik bu hastalığa karşı bir bağışıklık oluşturamamaktadır. Bunun nedeni geçmiş yüzyılda tehdidin dışsal kaynaklı olmasına karşın bu yüzyılda tehditin içsel/içkin olması yani sistemin kendi dinamiklerinden kaynaklanmasıdır. Geçmiş yüzyılda tehdit “öteki” iken bu yüzyılda tam tersi bir hâlde tehdit bizzat “ben/kendi”dir. Bunun nedeni ise negatifin/olumsuzun değil bilakis pozitifin ifratıdır. Yani bu hastalık bir “-ebilememe” hastalığı değil aşırı, kaçınılmaz ve bir bakıma mecburi bir “-ebilme” hastalığıdır. Geçmiş yüzyıl hala bir “-ebilememe” yani olumsuzlama/negatifleme çağıdır ancak bu yüzyıl her halükarda bir “-ebilme” yani aşırı pozitifleme/olumlama çağıdır ve yeni çağ artık her türlü bağışıklığın iflas ettiği bir çağdır. Çünkü virallik “ötekinden” değil artık bizzat “kendinden” kaynaklıdır. Bu da, “kendilik” viralliği de her türlü bağışıklığı hükümsüz kılmaktadır. 

Bu çağın ana mottolarından biri de “küreselleşme” kavramıdır. Bu kavram dünyadaki tüm sınırların kaldırılması gibi görünürde pozitif bir algıyı da beraberinde getirmektedir. Yani kavram herhangi bir olumsuza mahal vermemektedir ve bu kavram, içkinliğinde herhangi bir “başkalığa” yani “ötekine” kucak açmamakta bilakis onu yok etmeye çalışmaktadır. Geçmiş yüzyıl “ben ve öteki” yüzyılı olduğu için içkinliğinde bir “başkalık” mefhumu barındırmaktadır ve bu anlayış da küreselleşme kavramı ile kesinlikle bağdaşmamaktadır. Bu yüzyıl görünürde bu kavramları ortadan kaldırarak bir hafifmeşreplik, melezlik ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu durum da geçen yüzyıl ile bu yüzyıl arasında büyük sosyolojik farklar ortaya çıkarmaktadır.

Geçmiş yüzyıl sosyolojisi viral/bağışıklık gibi kavramların hala egemen olduğu, “ben-öteki” karşıtlığı üzerine kurulmuş bir çağdır. Olumsuzluk/negatiflik hala hakim durumdadır. Zaten yaşanan çatışmalar da bu iki kavramın çatışmasından kaynaklı çatışmalardır. Bu da aslında bir nevi doğal bir işleyiştir. Hastalık viraldir ve bağışıklık kabul etmektedir, burası da gayet doğaldır. Buradan anlayacağımız üzre ortada bir “farklılık/başkalık” yani öteki vardır. Oysa bu yüzyıl aşırı tüketim, enformasyon ile herkesi “aynılaştırmaya” başlamış ve bunda da maalesef büyük oranda başarılı olmuştur. Bu nedenle “öteki” giderek kaybolmaya yüz tutmuştur. Bu da hastalığı viral olmaktan kurtarmakla birlikte daha da içkin bir hale getirmiş, sistemin kendinden kaynaklı birçok hastalığı da beraberinde getirmiştir. Kısaca aşırı tüketim, enformasyon insanları tekleştirmiş/aynılaştırılmış ve “ötekini/başkayı” imha eder hale gelmiştir.

“Şiddet yalnızca negatiflikten değil, pozitiflikten de meydana çıkar. Yalnızca başka veya yabancıdan değil aynıdan da doğar.” der Chul-Han. Tıpkı Baudrillard’ın “aynıyla yaşayan, aynıdan ölür.” ifadesinde olduğu gibi bugünün insanı aynılaşmaktan hastalanmaktadır. Bu hastalık pozitifliğin ifratıyla ortaya çıkmıştır. Üstelik pozitif şiddet negatif şiddet gibi düşmanlık şartı da aramaz bilâkis müsamahakârdır. Bu pozitiflik yeni şiddet formları ortaya çıkarır ki bu şiddet başkadan değil tam tersi kendindendir. Bu çağın hastalıkları olan depresyon, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu ve tükenmişlik sendromu gibi sinirsel yapı bozukluğunun sonucu ortaya çıkan hastalıklar negatif olumsuzlamadan değil bilakis pozitifin ifratından ortaya çıkar. Yani sistemin kendi içindeki çıkmazından sadır olmaktadır. Chul Han’ın ifadesiyle “Tükenmişlik sendromu, aynının aşırılığından gelip ben’in fazla hararetle kor gibi yanmasıdır. Hiperaktivitedeki hiper, bir bağışıklık kategorisi değildir. Yalnızca pozitif yığılmayı gösterir.” Kısaca yeni yüzyılla beraber ortaya çıkan bu aşırı pozitiflik/olumluluk daha içkin bir şiddeti ortaya çıkarmakta ve bu içkin şiddet de sistemin kendini fazla çalıştırıp yorgun düşmesine sebep olmaktadır. Daha da kötüsü bu şiddet herkesi aynılaştırmakta ve modern toplumlar giderek daha da yorgun düşmektedir. Bu yorgunluk da daha çeşitli ve girift ruhsal/psikolojik/sinirsel hastalıklara sebep olmaktadır.

Bu yeni toplum artık Foucault’un söz ettiği panaptikon yani denetim toplumu değildir. Hastaneler, tımarhaneler, hapishane, kışla ve fabrikalar yerlerini fitness salonlarına, gökdelenlere, banka, havalimanı ve alışveriş merkezlerine bırakmışlardır. Chul Han’ın deyimiyle yeni özne biçimi de “itaatkar özne” değil “performans öznesi”dir. Yani herşey negatiflikten pozitifliğe evrilmiştir, şiddet bile! Bu şiddet formu daha teskin edici biçimde görünüp insanlara nüfuz etmekte ve insanlarda ruhsal/sinirsel hastalıklara yol açmaktadır. Performans toplumunun özneleri birer depresif insan modelleridir ve mağlupturlar. Arendt’in deyimiyle yeni performans öznesi bir “animal laborans”tır, yani sürekli çalışan bir hayvan! Hatta Chul-Han bu ifadeyi bile yeterli bulmaz ve “geç-modern animal laborans” diye ifade ettiği çalışan insan modelinin hayvandan başka her şeye benzediğini ifade eder. 

Performans ve sürekli aktiflik toplumu, aşırı bir yorgunluk ve takatsizlik toplumudur. Negativiteden yoksun, ifrat edilmiş bir pozitiflikle bezenmiş bir toplum bugün dünyaya egemen olmaya başlayan toplumun vasfı, kimliğidir. Ve bu yorgunluk tecrit edilmiş, yalnız bir yorgunluktur. Peter Handke “Yorgunluk Üzerine Denemesi”nde bunu şöyle ifade eder; “İki kişi önlenemez bir biçimde birbirinden uzak, her biri kendi en yüksek yorgunluğuyla meşgul; bizim yorgunluğumuzdan ziyade, seninki orada benimki burada yorgunluğu…” Yani “parçalanmış”, “bölünmüş” bir yorgunluk. Kısaca “yorgunum” diyebilmenin bile neredeyse imkansız/yasak olduğu bir toplum! Ve ekler Handke; “Yorgunluk benim arkadaşımdı. Oradaydım, dünyada.” Chul Han’ın dediği gibi gelmekte olan hatta belki de gelen/gelmiş olan toplum “yorgunluk toplumu”dur.

“Yorgunluğun gönlü geniştir.” der M. Blanchot… evet, yorgunuz…

Selâm, sevgi ve muhabbetle inşallah…

Ahmet Ferhat Öksüz

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *