Sahip olduğunuz dünya görüşünün kurucu kavramları hayat bulduğu kurucu düşüncenin kendi geleneğinin içindeki anlamıyla muteberdir ve yol gösterir. Bu yol gösteriş Müslümanların açısından daha da önem arz eder.
Parlamento ve Teşri-Yasama Tartışmaları
Yakup Döğer
Her ideolojinin, dinin, dünya tasavvurunu kurucu kavramları vardır. Mevcudun dışında yeni bir hayat kurmak, sosyal siyasal, ekonomik, felsefi anlamda yeni bir inşa sürecine girmek isteyenler, bu yapmak istediklerini kurucu kavramlarıyla gerçekleştirir, bu kavramlardan meşruiyet sağlar. Kavramların en büyük önemi, maziyi nasıl yorumlayacağımızı, anı nasıl değerlendireceğimizi ve atiyi nasıl inşa edeceğimiz konusunda yol göstermesi açısından alternatifi yoktur. Bu yüzden sahip olduğunuz dünya görüşünün kurucu kavramları hayat bulduğu kurucu düşüncenin kendi geleneğinin içindeki anlamıyla muteberdir ve yol gösterir. Bu yol gösteriş Müslümanların açısından daha da önem arz eder.
Yaklaşık yirmi yıla yakın bir zamandır, bir kısım Müslüman münevverler, yazarçizer ve entelektüeller, sahip oldukları kurucu kavramlarını gerek sözlü alandan gerekse yazılı alandan kaldırdı ve kullanmamaya başladılar. Bu kavramların neler olduğunu sıralamak konuyu uzatacağından dolayı, biz konu başlığımızla ilgili olarak yakın tarihimizde yapılan tartışmaların bir kısmına değinmeye çalışacağız. II. Meşrutiyet döneminde Müslümanlar nazarında temsil gücü yüksek iki şahsın “teşri-yasama” ve “şari-yasa koyucu” üzerine yapmış oldukları tartışmaları ele almaya gayret edeceğiz.
Söz konusu şahıslardan biri Tokatlı Mustafa Sabri Efendi (1869-1954), diğeri de Manastırlı İsmail Hakkı Efendi’dir (1846-1912). Mustafa Sabri Efendi dönemin ulema kesiminin bir araya gelerek İttihat ve Terakki’ye bağlı olarak kurdukları Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye mensubudur. Yayın organı olan Beyanül Hak gazetesinin başyazarıdır ve makalelerini bu gazetede yazmaktadır. 1919 yılında kurulan Damat Ferit Paşa Hükümetinde Şeyhülislamlık da yapmıştır. Dönemin Müslüman münevverlerinin ruh hali Mustafa Sabri Efendi’de de mevcuttur. Bu ruh hali Abdülhamit düşmanlığı ve İttihat Terakki fanatikliğidir. Meşrutiyetin gelmesi için çaba sarf eden, İttihat Terakki cemiyetini Osmanlı toplumu gözünde meşrulaştıran tayfadandır. İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesiyle gerçekleştirdiği uygulamaların ardından cemiyet ve gazete olarak kopmuşlar, bu kopuşun ardından muhalefete başlamıştır.
Manastırlı İsmail Efendi de müthiş bir meşrutiyet fanatiğidir ve aynı derecede Abdülhamit’e hasımlığı vardır. O dönemin Müslüman münevverlerin önemli bir kısmının etrafında toplandığı Sıratı Müstakim dergisinde makalelerini kaleme almaktadır. Manastırlı İsmail Efendi’nin ağır basan bir başka yönü ise Türkçülük yanıdır. Sıratı Müstakim’in ilk dönem çizgisi ele alındığında Türkçülük fikrinin ağır bastığı görülecektir. Sıratı Müstakim’in ifadesiyle Türkler “Kavm-i necîbdir”1
Mustafa Sabri Efendi, Beyanül Hak’ın 11 Ocak 1909 tarihli 15. sayısında “Edebi Tahrir” adlı bir makale kaleme alır. Makalesinde dönemin çeşitli hadiselerine değinir ve fikirlerini açıklar. Değindiği önemli bir konu da “Kuvve-i Teşriye” (yasa yapıcı) meselesidir. Sabri Efendi’yi bu konuya değinmeye götüren sebep, Ayan Meclisinin kendisi için “Kuvve-i Teşriye” tabiri kullanmasıdır. Mustafa Sabri Efendi, Ayan Meclisi’nin kendisini “teşri” makamında görmesinden rahatsızlık duyar. Tokat mebusu olarak parlamentoda bulunmasından dolayı da yazılana, konuşulana şahittir. “Kuvve-i teşriye” tanımına karşı sert ifadeler kullanır:
“Yazı yazarken, dinin esaslarına ve şeriatın edebine aykırı bir numune olarak, meclisi ayanın verdiği bir cevapta görülmektedir. Meclisi Ayan ile Meclisi Mebusandan oluşan parlamento, kuvve-i teşriiye etmiş! Teşri, şeriat vaz etmek demek olduğu gibi, şari Vacib Teala Hazretlerinden ibaret olup, peygamberimizi bile şari demek mecazi anlam taşır ki, bu hususta parlamento için kuvve-i teşriye tabiri kullanılamaz. Eğer illaki maksadın ifade edilmesi gerekiyorsa, parlamento için kuvve-i kanuniye veyahut kuvve-i tanzimiye denilmelidir. Allah’a ait bir vasfın kula isnadı çok büyük cüretkârlıktır.”2
Mustafa Sabri Efendi, teşri yetkisinin sadece Allah’a mahsus olduğunu ifade ederken, kulların bu vasıfla vasıflandırılmasının büyük bir cesaret ve had bilmezlik olduğuna vurgu yapmaktadır. Bu tartışmaların olduğu dönem, İslam Milleti için kritik bir dönemdir. Meşrutiyet ikinci kez ilan edilmiş, iktidara Batı cahiliyesinin yerli işbirlikçileri gelmiş, Batılılaşmak için yasamada hukuki bir süreç başlamıştır.
Manastırlı İsmail Efendi, Sıratı Müstakim yazarlarından olmakla birlikte aynı zamanda Ayan Meclisi üyesidir3 ve Sabri Efendi’nin ifadelerinden rahatsız olmuştur. Manastırlı İsmail Efendi ilim ehli olmasına rağmen, fanatik bir meşrutiyet hayranıdır. Meşrutiyete karşı eleştirilere asla tahammülü yoktur ve eleştirenlere karşı pervasızca ifadeler kullanmaktan çekinmez. Sıratı Müstakim’de “Usul-i Meşrutiyete Karşı Hüsema-yı Milletin İtirazatına Müdafaa-i Muhikka” başlıklı dört bölümden oluşan bir makale dizisi kaleme alır.4 Manastırlı bu makalelerinde meşrutiyetle meşvereti karşılaştırmakta, meşrutiyete dini bir cevaz bulma gayretine girmektedir. Meşruti yönetimi meşru görmeyip eleştirenleri, dine ve Kur’an’a aykırı olarak yorumlayanlara tahammülü yoktur.
“Meşruiyetin meşveret usulünü değersiz göstermeye, melun istibdad döneminin değerini artırmaya çalışan hürriyet düşmanları, mezalim taraftarları, insaf erbabı tarafından ortaya açıkça konan bazı delillere rağmen, birtakım zayıf mesnetsiz itirazlarla avamı gaflete düşürmeye çalışıyor. Bu kişilerin meşverete delil ve meşrutiyete burhan gösterilen ayet-i kerimeyi tevil ve tahsis ile eşitliği İslamiyet’e aykırı ve dine uygunsuz şeklinde tasvire kalkışmaları kadar büyük bir kötülük olamayacağı izaha muhtaç değildir.
Bu melunlar bu nokta-i nazardan ak ile karayı seçmekten aciz bulunan bir takım çaresiz konuşmalarda bulunmaları çok insanı yanıltarak zihinlerini bozabilirler.”5
Manastırlı’nın meşrutiyeti eleştiren ve halkı kandırmaya çalışan melunlar (!) diye vasıflandırdığı kesim dönemin meşrutiyet eleştirisi yapan Müslüman mütefekkirlerinin bir kısmıdır.
Çok ilginçtir ki, Manastırlı İsmail Efendi’nin meşrutiyet fanatikliği ve meşrutiyetten bekledikleri, kendisinden yüz yıl sonra, bazı bireysel özgürlüklerin (!) kazanımlarına sahip olmak için demokrasi fanatikliğine dönüşecektir. Lakin bu fanatiklik oturduğu zemin olarak hastalıklı bir vahada kendisini gösterecektir. O dönem meşrutiyetten çok şey bekleyenlerin yerini yüz yıl sonra demokrasiden çok şey bekleyenler alacaktır. Manastırlı İsmail Efendi makalelerinde kendilerine hürriyet ortamını sağlayanın meşrutiyet ve meşruti yönetim olduğunu defaten dile getirecektir.
İki dönem zaman ve mekân bakımından farklı olsa da mahiyet olarak günümüzle birbirine benzer, gözden kaçmayacak derecede bariz yanlara sahiptir. Bunlardan biri dönemin meşrutiyet fanatiklerinin bu idari şekline karşı eleştirel yaklaşanlara karşı kullandığı dil ve üslup ile bu dönemde demokrasiyi ve demokratik siyasi idareleri eleştirenlere karşı kullanılan dil ve üsluptur.
Manastırlı İsmail Efendi’nin, Meşrutiyet’i eleştiren Müslüman mütefekkirler için kullandığı ‘melunlar’ sıfatı, kendisinden yüz yıl sonraki Müslüman entelektüeller tarafından, demokrasi ve mevcut iktidarı eleştiren Müslüman kardeşleri için başka bir sıfatla, ‘gerçeklikten uzak ve basiretsizlik’,6 mevcut iktidarı eleştirenler ‘saf kırıcılıkla’,7 ‘siyasi miyopluk’, ‘donuk sahife fıkhı’8 gibi sıfatlarla sıfatlandıracaktır. Manastırlı döneminde, beşer temelli meşrutiyetten istifade etmek isteyenlerin yerini, yüz yıl sonra, beşer temelli demokrasiden istifade etmek isteyenler alacaktır. Kardeşlerini mağaralarda yaşayanlar olarak nitelendirmekten çekinmeyeceklerdir. Demokratik seçimlerin, “Ümmetin dostları ve düşmanları arasında” olacağı ifade edilerek, bu yolu tasvip etmeyenlere, “mağaralarınıza çekilmeyin”9 denilerek nasihat (!) edilecektir.
Gözden kaçmayan diğer bir yön ise usuldür. Yüz yıl öncekilerde olduğu gibi, yüz yıl sonrakilerde de aynı hata tezahür edecek, alt yapısının itikadi, nebevi ve fıkhi hassasiyet üzerine bina edildiği kadim usul geleneği terk edilecektir. Meşrutiyet döneminde fıkıh geleneği içinde yetişmiş birçok şahsiyet, aynı zamanda mecliste mebus olarak yerini aldıklarında, vekil yönleri fakih yönüne galebe çalacak, yorum ve yaklaşımlarla, kavramlar tevil edilecektir. Aynı durum demokratik temelli olarak yüz yıl sonra tekrar karşımıza çıkacaktır. İslam’ın devlet ve toplum kurgusu içinde bulunmayan beşer düşüncesinden kaynaklı anayasal düzenin başlangıcı sayılabilecek Kanun-i Esasi’den o dönem beklenenler, bu dönemde de aynı şekilde beşer temelli anayasal değişikliklerden, referandumlardan beklenecektir. Meşrutiyet döneminde Manastırlı İsmail Efendi tarafından Kanun-i Esasi için “ilahi kanun”, “Şeriatın özetidir”, “adalete dönüş”10 olarak ele alınırken, yüz yıl sonra anayasal referandumları esastan eleştirenler, “kazanımlarımızı kaybettirmek” gibi yaklaşımlarla tahkir edilecektir. Manastırlı’nın meşrutiyet eleştirilerine karşı kullandığı dil, yüz yıl sonra şiddetini daha da artırarak demokrasiyi eleştirenlerin tavrı “trajikomik”11 olarak değerlendirilecektir. Bu örnekler alabildiğine çoğaltılabilir.
Gözden kaçmayan diğer bir önemli husus ki belki de en önemlisi de denebilir, kavramların günlük söz ve yazı dilinden uzaklaştırılmasıdır. Meşrutiyet döneminde olduğu gibi, demokratik dönemde de dinin kurucu kavramları günlük yazı dilinden uzaklaştırılmıştır. Artık Müslüman entelektüellerin birçoğunun kalemleri tagut, cahiliye, zalim, zulüm, küfür, tevhid, vahdet, fesad, ifsad, şari, teşri, vela, bera, dost, düşman vb. kavramları kullanmaz olmuştur. Fanatik bir meşrutiyet taraftarlığı olan Ayan Meclisi üyesi Manastırlı İsmail Efendi’yi, Mustafa Sabri Efendi’nin gündeme getirdiği “teşri” “şari” kavramları rahatsız etmiştir.
Manastırlı İsmail Efendi’nin makale serisi bütünüyle tetkik edildiğinde, meşrutiyetin İslam’la örtüştüğü ve dini açıdan bir mahzurunun olmadığı çeşitli delillerle izaha gayret edildiği görülmektedir. Manastırlı bu makale serisinde çok cüretkârca yaklaşımlar sergilemekten çekinmemektedir. Vela-bera, velayet, gayrimüslimlerin Müslümanlarla ilişkileri gibi konularda çok ilginç yaklaşımlar sergiler.12 Manastırlı’nın canhıraş savunduğu meşrutiyet ve İslam birlikteliği, yüzyıl sonra demokrasi ve İslam birlikteliğine kadar dayanacaktır.
Yeniden Sabri Efendi-Manastırlı arasındaki tartışmaya dönecek olursak, Mustafa Sabri Efendi’nin bu ifadelerinin üzerine Manastırlı İsmail Hakkı Efendi cevaben “Kuvve-i Teşriyye” adlı bir makale kaleme alır ve Beyanül Hak’a gönderir.13 İsmail Hakkı Efendi’nin ilgili makalesi Beyanül Hak’ın 17. sayısında neşredilir. Makale Sabri Efendi’nin öne sürdüklerine itiraz merkezlidir. Manastırlı, Cenab-ı Hak için “Teşri” değil “şer’i” tabirinin kullanıldığını ifade eder. “Evvelen Cenab-ı Hakka isnad olunan ‘teşri’ değil ‘şer’idir’ der ve ‘Şer’i leküm mineddiyn’ (Şura 13. ayet) ayetini delil getirir. Ve teşrî‘in de ‘yolu açık ve vâzıh eylemek’ anlamına geldiğini ifade eder.14 Manastırlı, lügat manalarından da yola çıkarak insanlar için “teşri” kavramının kullanılmasının bir mahzuru olmadığını izaha gayret eder. O’nun açısından parlamento için “kuvve-i teşriye”-yasa yapıcı tabirinin kullanılmasında sakınca yoktur.
Mustafa Sabri Efendi, Manastırlı’nın bu makalesine karşı Beyanül Hak’ın aynı sayısından, Manastırlı’nın makalesinin altına “Cevabım” diyerek bir başka makale kaleme alır. Sabri Efendi cevabi makalesinde Manastırlı’yı çok şiddetli eleştirir. Manastırlı’nın kendisine dayanak olarak ele aldığı hususların yeterli olmadığını ifade eden15 Sabri Efendi teşri kelimesinin lügat manasından yola çıkarak yaptığı ilk itiraz için bu mananın bilinmediğini ve ıstılah anlamın bu manadan naklini uygun görmez. Sabri Efendi, Manastırlı’ya eleştirilerini kelimenin teknik zemininde ve kullanılan lisan üzerinden yürüyerek bazı benzer kelimeleri de örnek vererek sürdürmektedir. Mustafa Sabri Efendi aslında bu tartışmaların renginin başka olduğunu dile getirir ve herkesin Manastırlı İsmail Hakkı Efendi kadar cüretkâr bir kalbe sahip olamayacağını söyler.16 Bu tür yaklaşımların dinde hadsizlik olduğunu da belirten Sabri Efendi, söylediklerinin dikkatlice değerlendirilmesi gerektiğine de işaret eder.
Manastırlı İsmail Efendi, Mustafa Sabri’nin bu cevabına karşılık, Sıratı Müstakim’de “Kuvve-i Teşriyye Tabirine Dair” adlı cevabi bir makale kaleme alır. Manastırlı yaklaşımının, Sabri Efendi tarafından dinde saygısızlık olduğunu söylemesine alınmıştır ve buna rağmen Sabri Efendi’nin ifadeleri ise kendisinin haklı olduğunun itirafından başka bir şey değildir.17 Ayrıca, Sabri Efendi’nin kullandığı dil edebe de uygun değildir ve tenakuz göstermektedir. Manastırlı bu kısa cevabi makalesinde de söylediklerinin arkasındadır.
Mustafa Sabri Efendi, Manastırlı’nın bu cevabi yazısına karşılık ilgili makaleyi Beyanül Hak’ın 21. sayısına alarak iktibas eder ve cevabi bir makale daha kaleme alır. Makalesinin kendi görüşünü desteklediğini ifade eden Manastırlıya, mantıklı olmadığını söyler.18 Sabri Efendi bu cevabi makalesinde de teknik ve lügat anlamları açısından mesele izaha çalışılır. Ayrıca lügat erbabının aynı zamanda Avrupa’dan kanunları tercüme edenler olduğunu sözlerine eklerken, bu kişilere güvenilemeyeceğini ima eder gibi bir üslup sergiler.
Manastırlı İsmail Efendi ile Mustafa Sabri Efendi arasındaki teşri-şari tartışması lügat manaları etrafında teorik olarak böyle sürmektedir. Manastırlı’nın ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla parlamento için teşri kavramının ve parlamentoyu kuvve-i teşriyye (yasa yapıcı) tabiriyle vasıflandırmanın bir mahzuru yoktur. Oysa Mustafa Sabri Efendi’ye göre ise bu vasıflandırma, yaratıcıya ait bir hakkın kula verilmesi anlamına geldiğinden dolayı büyük bir cüretkârlık ve hadsizliktir. Mustafa Sabri Efendi, her ne kadar mecliste Tokat mebusu olarak bulunsa da, fakih yönünü teorik olarak korumaktadır. Lakin her iki şahsın bulundukları mekân itibarıyla gözlerden kaçırılmaması gereken bir husus vardır. Manastırlı İsmail Hakkı Efendi meclis-i ayan üyesi, Mustafa Sabri Efendi de meclis-i mebusan üyesidir. Sabri Efendi’nin tabiriyle, ikisinin birlikteliğiyle parlamento oluşmuştur. İkisi de parlamentoda üyedir.
Manastırlı’nın teşri kavramını tevil ederek parlamento için kullanılabileceğini izaha gayreti anlaşılması güç bir çaba olarak görülürken, Sabri Efendi’nin de bu çabayı çürütme gayreti de anlaşılması güç bir çabadır. Zira teşri tabirinin parlamento için kullanılamayacağı ve bunun büyük hadsizlik ve cüretkârlık olacağını belirten Sabri Efendi, parlamentoda fiilen aktif siyaset içerisindedir ve batılılaşma yolunda çok hızlı bir teşri-yasama faaliyeti sürmektedir. Sabri Efendi, bu hadsizliğin ve cüretkârlığın yaşandığı parlamentoda Tokat mebusu olarak, yapılan yasamalar hususunda gerektiğinde fikir beyan etmektedir. Ayrıca yaşanan gelişmelerden şurası da görülmektedir ki, parlamento için “şari” sıfatının kullanılıp kullanılamayacağı, “teşride” bulunup bulunamayacağı tartışması boşlukta yapılan bir tartışmadır. Sabri Efendi bunu kabul etmese de, parlamento bir “şari” olarak, dinin esaslarına mugayir “teşride” bulunmaktadır. Sabri Efendi de bu yapının içindedir ve tavrı ile ifadeleri çelişki halindedir. Bu sebepten, tartışmaların teorik alanda sürdüğü söylenebilir.
Mustafa Sabri Efendi, parlamento için “kuvve-i teşriyye” tabirinin kullanılmasının sakıncalı olduğunu ifade etmekle birlikte, Osmanlı Devleti’nin ilk yazılı modern anayasası olan Kanun-i Esasi’nin değiştirilmesine dair parlamentoda yapılan çalışmalara ve tartışmalara aktif olarak katılır.19 1876 tarihli Kanun-i Esasi’nin maddelerinin modern anlamda değiştirilmesi tartışmalarında konu ile ilgili düşüncelerini dile getirir.20 Mehakim-i Sulhiye teşkilatı tartışmalarına katılır.21 Burada bizim dikkat çekmeye çalıştığımız husus, bir vekil olarak parlamentoda ne konuşup ne söylediğinden öte, bir fakih olarak neyi savunup nerde bulunduğuyla ilgilidir. Kanun-i Esasi bi-zatihi beşeri bir yasama-anayasadır, Batı merkezli zorlama sonucunda yapılmış beşeri hukukun kurucu yasasıdır.
Bir bakıma Elmalılı Hamdi Yazır da bu tartışmalara, yıllar sonra kaleme alacağı tefsirinde açıklık getirmektedir. Tevbe Suresi 31. ayetin tefsirinde hüküm, Rab, şari, şeriat kavramları için önemli izahlarla dikkate değer ifadeleri bulunmaktadır:
“Allah’dan başka bir de hahamlarını (yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine rab edindiler”. Allah’ın emrine, hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine tabi oldular. Onlara Allah’a tapar gibi taptılar, hatta Allah’ı bırakıp onlara taptılar, Allah’ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah’ın emirlerine ters düşen keyfî arzularına itaat eylediler. Allah’ın haram kıldığı şeyleri onların emriyle helâl gördüler. Allah’ın “yapmayın” dediği şeyleri yaptılar, “yapın” dediklerini de yapmadılar. Allah’ın emir ve yasaklarını değil de onların emir ve yasaklarını dinlediler. Onlara, Allah’ın emirlerini uygulayan, O’nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz’etmeye, dini hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar. Onların iradelerine heva ve heveslerine uydular.”22
Elmalılı Hamdi Efendi, II. Meşrutiyet döneminde 1908 seçimlerinde Antalya mebusudur ve meclisi mebusanda, parlamentodadır. Elmalılı yakinen şahit olduğu bütün tavır ve davranışlara tefsirinde yer vermiştir. Bu ifadeleri ise 1926 sonrasında yazmaya başladığı tefsirinde yer alır. Elmalılı daha da çarpıcı olan ifadeleri ayete getirdiği tefsirinin son kısmında yer verir.
Rablık sıfatının hahamların ve rahiplerin elinde olduğu dönemin ardından, bu Rablık imtiyazı, ruhban sınıfının elinden çıkmış, parlamenterlere geçmiştir.23 Elmalılı Hamdi Efendi de bir bakıma ilgili ayete getirdiği açıklamada mahiyet olarak Mustafa Sabri Efendi’nin savunduğunu dile getirmektedir, lakin bu ifadeler çok geç kalmış ifadelerdir. Elmalılı Hamdi Efendi’nin parlamenterlere yönelik bu ifadeleri, işin ilginç yanı olarak ele alınabilecek başka bir yönünü de göstermektedir. Bu ilginç olan yan, tefsir yazması için gerekli olan yasa, Allah’ın devlette ve toplumda cari olan hukukunu kaldıran, devleti ve toplumu modern anlamda dinden soyutlayan yeni sürüm denebilecek parlamenterler tarafından çıkarılmıştır.
Meclis 21 Şubat 1925’de Diyanet İşleri bütçesini görüşür. Reis Ali Sururi Bey celseyi açarak görüşmeleri başlatır. Meclis görüşmeleri Diyanet bütçesinden daha çok yeni kurulan Diyanet Riyasetinin yapacağı dini yayınlar ve Türkçe Kur’an tercümesi üzerinde yoğunlaşır. Milletin itikadıyla alakalı olan İslam Ahkâmına dair, milletin anlayabileceği şekilde eserler neşrederek millete okutturmak ve maneviyatı yükseltmek, Diyanet’in görevleri arasındadır.24 Diyanet İşleri bütçesine konulmuş olan 12 bin liralık ödenekle tefsir ve tercüme çalışmalarına maddi olarak kaynak aktarılır.25
Elmalılı’nın tefsir yazmaya başladığı dönemki parlamenter yapı ile meşrutiyet dönemindeki parlamenter yapı arasında kıyas götürmeyecek değişiklikler gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti yıkılmış, yerine cumhuriyet kurulmuş, hilafet kaldırılmış, din ve devlet yapısal ve hukuki olarak birbirinden ayrılmıştır. Meşrutiyet döneminde dine vurgu yapılabilirken, artık yeni kurulan cumhuriyet rejiminde bu mümkün değildir. Bekanın dinde olduğunu ve bu yolda mücadele edilmesi gerektiğini dile getiren, savunan Müslümanlar üzerinde büyük bir baskı kurulmuş, yapılan devrimlerle Müslümanlara adeta kan kusturulmuştur. Ve böyle bir vasatta, kendisinin dediği müdebbir birer rab gibi hareket eden parlamenterlerin çıkardığı yasa ile Elmalılı Hamdi Efendi tefsir yazmaya başlamıştır.
Peki, Elmalılı Hamdi Efendi’yi bu yoruma getiren sebepler nelerdir? “Müdebbir birer rab” olarak doğrudan parlamenterleri ifade etmeyi, çok ciddi bir tespitte (yaşadığı ve yazdığı tefsirin zaman ve mekân göz önüne alındığında) bulunmayı gerektirecek ne gibi tecrübeler yaşamıştır? Gerek kendi döneminde gerekse kendisinden sonra yazılmış çağımız tefsirlerinin (bildiğimiz kadarıyla) arasında direk olarak parlamenterleri böyle tanımlayan bir beyan yoktur. Bu tanımlamanın elbette sahici bir sebebi bulunmaktadır.
Kanaatimizce Elmalılı’nın mebusluk dönemi ve daha sonra cumhuriyetin ilanına şahitlik etmesi, bu süreçte yaşananlar, O’nu böyle cesurca bir tanımlamaya götürmüş olabilir. Zira 1908-1912 arası meclisi mebusanda bulunmuştur. Batılılaşma yolunda hiçbir kutsal tanımayan meclisin yasama faaliyetlerinin fiilen içinde yer alması, daha sonra cumhuriyetin ilanıyla birlikte devlete ve topluma etki edecek dini değerlerin parlamenterler tarafından kaldırılması, devletin ve toplumun dinden soyutlanması Elmalılı Hamdi Efendi’yi, parlamenterleri “müdebbir birer rab” olarak tanımlamasına neden olmuş olabilir kanaatini taşımaktayız.
Mebusluğu döneminde yasama furyasının yaşandığı parlamentoda Mustafa Sabri Efendi de, Elmalılı Hamdi Yazır da yer almış, yetişip geldikleri usûl geleneğinin dışına çıkmış, vekil yönleri fakih yönlerine galebe çalmıştır. Bu tavırlarının temel dayanağı ise “istibdad” idaresinden kurtulma üzerine kurulmuştur. Kendi kadim devlet ve cemaat yapısına muhalif batıl yolları tercih etmekten çekinmeden, dikkat etmeden davranabilmişlerdir. Elmalılı Hamdi Efendi için meclisi mebusan devlet hiyerarşisinde en üst seviyededir ve Şeyhülislam dahi bu meclise hesap vermelidir. Zira Şeyhülislam devlet memurundan başka bir şey değildir.26
Değinmeye çalıştığımız bu tarihi tecrübeler göz önüne alındığında, son dönem bir kısım Müslüman düşüncesinin, bahsettiğimiz dönemle ilgili olarak farkının zaman ve mekân farkından ibaret olduğu söylenebilir. Siyasi tercihlerin ve usuli yaklaşımların birbiriyle örtüştüğü, o dönemlerde yaşanan hayal kırıklıklarının aynı şekilde günümüzde de yaşandığı aşikârdır. Son dönemde bir Müslüman mütefekkirin herhangi bir makalesinde “şari” ve “teşri” kavramlarını kullandığını kim söyleyebilir? Oysa bu kavramlar dinin temel esprisine işaret eden asli kavramlardan değil midir? Siyasi egemenlerin sürekli olarak “egemenlik”, “hâkimiyet”, “tekçilik” vurgularına toplumda öne çıkan kaç Müslüman entelektüel şerh koymuş, doğrusu olanını sözüne ve kalemine konu yapmıştır?
Bu değerlendirmelerimizin ne bu şahısları tahkir etmek, ne de hor görmek-göstermek gibi bir amacı gütmediğini yeniden ve hassaten ifade etmek isteriz. Onlar gelmiş geçmiş bir ümmet olmaları nedeniyle, yapıp-ettikleri kendilerine, bizim yapıp-ettiklerimiz de kendimizedir. Asıl dikkat çekmek istediğimiz hayati öneme haiz husus, çok yakın tarihimizde yaşanan olağanüstü gelişmelerin tekrar yaşandığına, yaşanabileceğine dair hatırlatmadan ibarettir.
Allah-u Teâla kullarına sürekli olarak geçmiş tarihin kıssalarını anlatırken, onların yaşadıklarının ileri süreçte bizim de karşımıza çıkabileceğini hatırlatmaktadır. Bütün sabitelerin tartışıldığı, değer merkezli bir algının yıkılarak yerine üretilmiş paradigmanın inşa sürecinin yaşandığı olağanüstü vasatta, bu tarihi vesikalar ve şahsiyetlerin tecrübeleri eğer değerlendirebilirsek bize büyük fayda sağlayacaktır.
Dipnotlar:
1 Sırat-ı Müstakim, sayı 20, tarih 11 Ocak 1909
2 Beyanül Hak, sayı 15, sayfa 327
3 Salih Sabri Yavuz, Mustafa Sabri Efendi, DİA, cilt 27, sayfa 564
4 Sıratı Müstakim, 1. bölüm, sayı 14, sayfa 198; 2. bölüm, sayı 18, sayfa 258; 3. bölüm, sayı 20, sayfa 290; 4. bölüm, sayı 22, sayfa 320
5 Sıratı Müstakim, sayı 14, sayfa 198
6 Rıdvan Kaya, İktidar Söylemi ve İcraatı Karşısında Tutumumuz, Haksöz, Aralık 2017
7 Selahattin Eş Çakırgil, Seçim ve İrade Beyanının Sorumluluğu, Star Gazetesi, 25 Mart 2019
8 Hamza Türkmen, Mısır Direnişi, İslami Öğrenim ve Demokrasi Meselesi
9 Hamza Türkmen, Tarafınız Belli Olsun, Haksöz
10 Manastırlı İsmâil Hakkı Efendi-Sirozlu H. Eşref Edib, Mev’aiz, Sırat-ı Müstakim, sayı 6, sayfa 88, tarih 1 Ekim 1908
11 Yasin Aktay, Sınırlarına Sığmayan Demokrasi ve İslam, İslâmiyat, cilt 2, sayı 2, 1999
12 Sırat-ı Müstakim, Manastırlı İsmail Efendi, Adı geçen makale
13 Beyanül Hak, sayı 17, sayfa 381
14 Beyanül Hak, sayı 17, sayfa 381
15 Mustafa Sabri, Cevabım, Beyanül Hak, sayı 17, sayfa 382
16 Mustafa Sabri, Cevabım, Beyanül Hak, sayı 17, sayfa 384
17 Manastırlı İsmail Hakkı, Kuvve-i Teşriyye Tabirine Dair, Sırat-ı Müstakim, sayı 25, sayfa 367
18 Mustafa Sabri, Cevabım, Beyanül Hak, sayı 21, sayfa 476
19 Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, 89. oturum, 9 Haziran 1909
20 Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, 67. oturum, 8 Mayıs 1909
21 Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, 61. oturum, 26 Mart 1910
22 Hak Dini Kur’an Dili, cilt 4, sayfa 317
23 Hak Dini Kur’an Dili, cilt 4, sayfa 320
24 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: II, İçtima:II, cilt 14
25 Osman Nuri Ergin, Maarif Tarihimiz, cilt 5, sayfa 1931
26 Elmalılı Hamdi, İslamiyet ve Hilafet ve Meşihat-ı İslamiye, Beyanül Hak, sayı 22, sayfa 514
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *