Leviathan

Leviathan

18, 19 ve 20. yüzyıllarda hür(!) ve medeni(!) Avrupa ve Amerika’nın tam da orta yerinde insanlık adına yüz kızartıcı suçlar işleniyor ve bunlar medeniyet(!) adına yapılmış birer hizmet olarak görünüyordu.

Ahmet Ferhat Öksüz

Bugün yaşadığımız dünyada siyasi iktidarlar egemenliklerini ötekileştirme ve şiddet eliyle yürütüyorlar. Bundaki temel gaye büyük bir korku yaratarak bu korkuya karşı koyacak tek/yegâne gücün kendileri olduğu masalını halklara büyük bir maharetle yutturabilmektir. Esasen bu kirli yöntemi yıllarca ABD ve diğer emperyal yönetimlerin kullandığını müşahede ettik ve etmekteyiz. Bugün ise bu yöntem küresel bir “yönetim ve seçim propaganda tutumu” hâline gelmiş durumda maalesef. Zaten dün de bugün de her seçim döneminde olduğu gibi gayrımeşru yollar iktidar partilerine hep cazip gelmiş ve mevcut iktidarlar da tahkim ettikleri yönetimlerini/diktalarını devam ettirebilmek adına bu “dikenli yolları doğru göstermek adına yol kenarlarına göstermelik güller” ekmeye çalışmışlardır. Bu yolla yaptıklarını meşru kılmaya çalışmışlardır. Özellikle 21. yüzyılda çok güçlü bir kavram haline gelen toplum mühendisliği dünya genelinde toplumları uyuşturma yolunda bir araç olarak kullanılmakta ve maalesef çok büyük bir etki alanı bulmaktadır. Gelişen medya ve haberleşme araçları ile dünyanın yönetimini elinde bulunduran siyasi, iktisadi, kültürel, vs. erkler bu gücü bir uyuşturucu olarak kullanmakta ve insanları hatta toplumları birer kukla haline getirebilmektedirler.

Geçmiş yüzyıllarda hakim güçler dünyayı sömürürken bunu hemen hemen açık bir biçimde yapıyorlardı. Ancak son 2 asırda -özellikle son asır olmak üzere- bu sömürü düzenini ayakta tutmak için çeşitli düzenbazca yollar kullanmaya başladılar. Bu şekilde kendilerine gelebilecek her türlü tepkiyi bertaraf etmeye hatta bununla kalmayıp “hem suçlu hem güçlü” rolüne girmeye başladılar. Bu düzeni en başta medyayı, eğitimi, iktisadi ve aklınıza gelebilecek her türlü yolla ayakta tutmaya/tahkim etmeye çalıştılar ve ne yazık ki büyük ölçüde de bunu başardılar. Batı toplumları bunu yaparken bir de kendilerine kibirli bir “haklılık” payesi biçmişlerdi. İlginçtir aydınlanma dönemi düşünürlerinde de görebileceğimiz bir düşünceyle bu yaptıklarını haklı ve hukuki görüyorlar hatta ve hatta “onlar geri oldukları için sömürülmeyi hak ediyorlar.” minvalinde cümleler sarf edebiliyorlardı. Batı için “batılı olmayan herkes hür/modern medeniyetin/dünyanın/sözüm ona kültürün dışında kalmış, sömürülmeye ve hatta köle edilmeye mahkûm edilebilecek birer sefil” idi. İşte bu kibir ve enaniyet kokan, tüm insanlığı kendilerinin birer kölesi olarak gören sömürgeci zihniyet için bu yapılan sömürüler/soykırımlar/rezaletler haklı birer savunma biçimiydi. Çünkü onlar için kendileri dışında kimse medeniyet sahibi değil hatta insan bile değildi. Nitekim 18, 19 ve 20. yüzyıllarda hür(!) ve medeni(!) Avrupa ve Amerika’nın tam da orta yerinde insanlık adına yüz kızartıcı suçlar işleniyor ve bunlar medeniyet(!) adına yapılmış birer hizmet olarak görünüyordu. Ve dönemin sözümona aydınlanmacı/hümanist/özgürlükçü diye tabir edilen aydınlar -ki halihazırda hala böyle lanse ediliyorlar- bunu pek normal ve yerinde bir hareket olarak görüyorlar ve hatta bunu yazdıklarıyla bile tasdik ve takdir ediyorlardı. 

Buna birkaç örnek ile misal verecek olursak; liberalizmin felsefi olarak kendisini temellendirdiği en önemli filozoflardan biri olarak tanımlanan John Locke köle ticareti yapan bir batılı şirketin ortaklarından biriydi ve efendinin uygun gördüğünde köleleri öldürebileceğini söyleyebiliyordu. Diğer bir misal olarak; Immanuel Kant, Afrikalılarda zekâ bile olmadığını, doğanın bunu onlardan esirgediğini bile açıkça söyleyebiliyordu. Gene sözümona hoşgörü abidesi olarak gösterilen Voltaire, zencileri maymunlar ile kıyas edebiliyordu. Hegel, siyahilerin insanlığın “yüz karası” olduğunu söylerken, sosyalist yazar Jack London “Önce beyaz sonra sosyalistim” diyordu. Bu “kara” listeyi uzatmak elbette mümkün ancak daha fazla lekelemek istemedik “bembeyaz” kağıdı… Kısacası bizlere neredeyse “özgürlük mefhumunun mucidi ve savunucusu” olarak gösterilen bu batı düşünürlerinde bile bu enaniyet ve kibir hatta aşağılık kokan iğrenç ifadeleri görmek ne yazık ki mümkün. 

Ancak bunu öyle bir cila ile dünyaya satabiliyorlar ki insanları fikri uyuşturucularla birer kukla gibi elde tutuyorlar ve perde arkasından her şeye yön verebiliyorlar. İşte burada işe “özgür medya” kavramı giriyor. Emperyal odaklar kendi menfaatlerine ulaşmak istedikleri her yerde, her zaman ve zeminde bu kozu kullanmayı çok iyi biliyorlar. Hatta öyle bir kullanıyorlar ki haklıya bile haksız olduğu vehmini çok iyi ve ustaca bir şekilde empoze etmeyi başarabiliyorlar. Burası çok net; dünyadaki emperyal düzeni ayakta tutmak adına sistemin sahipleri kendileri yanında olacak gazetecileri de muhalif durumda olacak gazetecileri de ellerinde birer piyon/kukla olarak kullanabiliyorlar. “Kalemini satmak” tarih boyunca hep revaçta olan bir seviyesizlik olmuştur maalesef! Buna da bir örnek verecek olursak; Udo Ulfkotte kendi yazdığı “Satılmış Gazeteciler” kitabında aslında kendisinin de satılmış bir gazeteci olduğunu itiraf ediyor ve ekliyor; bir CIA ajanının gazeteciler için, “Bir gazeteci bir fahişeden daha ucuza alınabilir, ayda bir kaç yüz dolara!” dediğini aktarıyor. Birçok gazetecinin Rockefeller ve Soros gibi küresel patronların nasıl oyuncağı haline geldiğini anlatıyor. Gene istihbarat örgütlerinin, devletlerin ve patronların gazetecilere verdikleri rüşvetler hakkında birçok misal veriyor Ulfkotte. Ama bundan daha ilginci, üniversitelerdeki kimi profesörlerin, başarılı öğrencileri, “para, otel, tatil, vs.” unsurlarla istihbarat örgütleriyle ilişkili yapılara yönlendiriyor olmasıdır. Bütün bunlardan hareketle bu gibi birçok örnek çoğaltılabilir. Varacağımız temel husus şu olacaktır; “batı riyâkar yüzünü her alanda göstermekten çekinmiyor ve çekinmeyecektir!”

Temelde dünyadaki yerleşik düzenlerin muhtevasında bulunan kimi beşeri aykırılıklara muhalif olarak ortaya çıkan kimi örgütlenmelerin/vakıfların/dernek ve kuruluşların aslında tam da o odaklara hizmet amacıyla kurulup yönlendirildiğine dair birçok görüş bulunmaktadır ki birçoğuna hak vermemek elde değil gibi görünüyor. Misalen birçok feminist kurum, kuruluş ve yapılanmaların “antikapitalizm, antiemperyalizm” söylemine karşın dünyanın ileri gelen finans patronlarından (Rockefeller, Soros, Rotschild, vs.) fon elde etmeye çalışmalarını nereye koyacağız? Patronlar ile bu arkadaşlar arasındaki pekgirift ilişkileri nasıl yorumlayacağız? Peki mücadele bunun neresinde? Koca bir aldatmaca ya da ustaca bir tiyatronun seyircileri durumundayız, bizler, hepimiz…

Burada Baudrillard’ın şu efsane cümlesini unutmamak gerek; “özgürleşmiş kölenin efendisini içselleştirmesi…” Mesaj muazzam, lakin anlayana! Herakleitos’un dediği gibi; “uyuyan bir insanı uyandırmak kolaydır; ancak uyuma numarası yapan bir insanı uyandırmak çok zordur…” 

Aslında köle zihniyetinin kendinin ahvalinden bile haberi yoktur. Chomsky’nin ifadesiyle “toplumun genelinin neler döndüğünden haberi yoktur, hatta haberi olmadığından dahi haberi yoktur.”

“Köleler efendilerinden nefret etmektense, özgür ruhlu kölelerden nefret etmeyi tercih ederler. Böylesi daha güvenli ve kolaydır. Kişilik sahibi olmak gibi bir külfete katlanmayı gerektirmediği gibi, efendilerinin gözüne girme fırsatıdır aynı zamanda. Konu bu olduğunda, öyle çabuk birleşirler ki, şaşarsın…”

Bunun yanında batı toplumları kendileri dışında kalan herhangi bir medeniyeti tanımıyor hatta kaale bile almıyorlar. Ve diğer toplumların yönetim biçimlerine olsun, kültür ve medeniyet yapılarına olsun kendi perspektiflerinden bakıyor hatta onlara bile “kendileri olma hakkını” vermiyor. Ola ki bir toplum, kendi bilincinin farkına varıyor ve “kendi olma” hakkını kendinde görmek istiyor, işte o vakit o toplum hür dünya(!) tarafından dışlanıyor ve her türlü ambargoya mâruz kalabiliyor. Başından beridir anlatmak istediklerimizin özeti genel olarak budur. Toplumlarımız bu düzenin, bilip bilmeden koruyucusu/kollayıcısı durumundadır maalesef. Bir kere bizler bunun farkındalığına varmalıyız. Uyanmalıyız, uyanmak zorundayız. Yarınlar, uykularından feragat edebilenlerindir. 

“Bir baksana gökler ve yer uyanıktır
Dünya uyanıkken uyumak, maskaralıktır…”
Mehmet Akif Ersoy 

NOT: Bu yazıyı kaleme alırken fikir, söylem ve kaleminden ziyadesiyle yararlandığım Mücahit Gültekin hocama selâm, sevgi ve muhabbetle…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *