Bir Tövbe Örneği: Elmalılı Hamdi Yazır

Bir Tövbe Örneği: Elmalılı Hamdi Yazır

Elmalılı Hamdi Efendi, yaşanan hadiselerden büyük üzüntü duymaktadır ve mebusluğunun sona ermesinden yaklaşık altı yıl sonra “Tevbe” adlı bir makale kaleme alır.

Bir Tövbe Örneği: Elmalılı Hamdi Yazır

Yakup Döğer

Kadim bir yasa olarak geçmişten ve yaşananlardan ders almak, bütün insanlığın anını ve atisini şekillendirmesinde önemli rol oynar. Ama bu rolün önemi sabikun ve muslihun olma ideali ve dahi çağımız gereği mecburiyeti bulunan Müslümanlarda daha da hayati öneme haizdir. Mazi denilen geçmiş veyahut tarih diye de söyleyebileceğimiz zaman dilimi, insanların zaman mekân düzleminde yapıp ettiklerinin sonucunda kazandıkları, kaybettikleri, sevip nefret ettikleri, doğru veyahut yanlış tarafta yer aldıkları bütünün toplamında ortaya çıkan sonuçtur. Bu sonuç birçok ifadeye göre tecrübedir ve tecrübe ise ilimden üstündür. Zira yaşanarak, şahit olarak öğrenilmiş, sonuçları görülmüş ve bedeli ödenmiştir.

İslam düşünce geleneğinde “her kemal zevali de içinde barındırır” külli kaidesi önemlidir. Bu sebepten bizim düşüncemizdeki tarih anlayışı, modern tasavvurun ilerlemeci bakışının aksine döngüseldir ve insanlık her daim yaşadığı zaman ve mekân düzlemine, zamanı mekânı farklı olsa da mahiyet olarak yeniden dönebilir. İlerlemeci tarih anlayışı yaşanılan tarihi serüven içerisinde bir daha aynı yere gelinmeyeceği üzerine inşa edilmiştir. O yüzden geçen zaman dilimi eski olarak ele alınır ve ibret için bakılmaz. 

Oysa İslam Düşüncesinde tarih tasavvuru döngüseldir ve belli bir yasaya bağlanmıştır. “Topuklarınızın üzerinde geriye dönerseniz, öncekilerin yaşadığını sizler de yaşarsınız.” Bu yasa sadece Müslümanları alakadar eden bir yasa değildir. Bütün insanlığın fıtratına hitap eder, lakin birinci derecedeki muhatabı ise Müslümanlardır. Bu yasanın lehte ve aleyhte işleyişi de “Rububiyet-Uluhiyet-Ubudiyet” algısıyla bağlantılıdır. Geçmişten ders almak, anını ve atisini inşa edecekler için bu merkezde ele alınıp değerlendirildiğinde hem anlam kazanır hem de doğru istikametin işaretleri görülür. 

Yukarıda da belirttiğimiz gibi geçmişten ders alarak zamanı ıslah ve inşa etmek, geleceği yönlendirmek öncelikle Müslümanların vazifesidir. Bu vazifenin mahiyetinin anlaşılması ve uygulanabilmesi için de tarih bilgisi olmazsa olmazdır. Zira “öncekilerin halini görmediniz mi, öncekilerin haline bakmadınız mı?” diyen bir dinin müntesibiyiz. Bu sebepten öncekilere bakmak, tarihi görmek ve öğrenmek, bu hususta ciddi çabalar sarf etmek bir zorunluluk olarak söylenebilir. 

Tabi tarihe bakmak ve ibret almak, derinlik gerektiren bir husustur aynı zamanda. Tedebbür ve tefekkür ister, okuyup geçmek istediğimiz sonuca bizi ulaştırmaz. Zira biz tarihi okurken modern tasavvurun öngördüğü şekilde okuyamayız. Modern tasavvur, tarih okumasında “neyin ne zaman nasıl olduğuyla” ilgilenerek sonuç odaklı okuma yaparken, Müslümanlar tarihi daha farklı okumalıdır. Müslümanlar tarih okuması yaparken, “neyin ne zaman nasıl ve ‘neden öyle’ olduğuna” dikkat etmelidir. Sonuç en son değerlendirilir, çünkü sonuç nedenin semeresidir. Müslümanlar tarih okumasında, yaşanan olumlu ve olumsuz sonuçlara bir nedensellik katar. “Neden böyle bir sonuca gelindiği” göz önüne alındığında, “nasıl” gelindiği de ortaya çıkacaktır. Dikkat edilirse bütün medyatik yorumlar sürekli sonuç üzerinden değerlendirilmekte, nedenler üzerinde hiç konuşulmamakta ya da yeterince üzerinde durulmamaktadır.

Yaşadığımız zaman diliminde genelde dünya Müslümanları ve özelde kendi ülkemizde ne yazık ki, bizim çapımızı aşan bir ifade olsa da, öyle anlayabildiğimizi ifade ederek, Müslüman entelektüellerin tarih okuması ve yorumu zafiyet içermektedir diyebiliriz. Bu kanaate nereden vardığımız sorusu elbette haklı bir soru olabilir, lakin cevabı öyle hemen verilecek türden değildir. Ama kısaca özetlenecek olursa, yakın tarihimiz bu tespiti doğrulayacak birikime sahiptir. Yakın tarihimizde Müslüman muhalefetin aldığı tavırla ne yazık ki bu günümüzün Müslüman muhalefetinin aldığı tavır çok büyük benzerlikler göstermektedir. 

Bu benzerlikler öncelikle siyasi tercihler ve yeni bir toplum inşasında öne çıkmaktadır. Yakın tarihimizde “ne olursa olsun şu beladan kurtulalım da sonrasını düşünürüz” diyen Müslüman muhalefet başka bir belanın içine yuvarlanırken, bugün de aynı düşünce varlığını göstermektedir. Yakın tarihimizde “istibdad” döneminden kurtulmak için altından kalkamayacakları başka bir istibdada yuvarlanan Müslüman muhalefetin zamane versiyonları da aynı hataya düşmüş, “şu beladan kurtulalım da sonrasını düşünürüz” diyenler, artık telafisi mümkün olmayan başka bir belanın içine yuvarlanmıştır. Oysa “biz bu hadiseyi daha önce yaşamıştık” denilmesi gerekmekte, herkesin durduğu yerde durması, ileriki dönemler için hayati değer taşımaktaydı.

Abdülhamit istibdadından kurtulmak isteyen Müslüman muhalefet (ki ulema sınıfı), Batı hayranı birçoğunun dini yapıp-edeceklerinin önünde engel gördüğü İttihat Terakki saflarında yer alarak, kendi muhalefet geleneğinin dışına çıkmış, sonuçları ise önüne geçilemez olarak tezahür etmiştir. Bugün de aynı durumun varlığından söz etmek abartı değildir. Bugün de gelinen noktada jakoben baskıcı ideolojiden kurtulmak için “ne olursa olsun” diyen Müslüman muhalefet, kendi kadim geleneğinden ayrılarak (ki Müslüman yazar, çizer, entelektüel kişiler) başka bir yerde saf tutmuştur. Oysa bu sahne daha önce yaşanmamış mıydı? 

Yakın tarihte yaşanan krizde Müslüman muhalefet tarafından kaleme alınan makalelerde akla ziyan ifadeler yer almakta, Batı hayranı yapı yüceltilmekte, Meşrutiyet İslam’a kucaklattırılmaktayken, bugünün Müslüman muhalefeti de aynı haleti ruhiye ve tavırla, yine dinden uzak, din ile ilgisi olmayan Batı hayranı yapılardan yana tercihini yapmakta, usul-yol-yordamını terk etmektedir. Yakın tarihte yaşanan olağanüstü kriz o günün bilenleri tarafından dinin öngördüğü şekilde yönetilememişken, bugün de yaşanan olağanüstü kriz aynı sıfatın sahipleri tarafından dinin öngördüğü şekilde yönetilememiştir. Oysa tarih Müslümanlara böyle krizlerin nasıl yönetileceğini öğretmiş olmalı, Müslüman muhalefet öğrenmiş olmalıydı.

Yakın tarihimizdeki Müslüman muhalefetin taraf oluş ve tavrıyla, günümüz Müslüman muhalefetinin taraf oluş ve tavrı da ciddi benzerlikler göstermektedir. Yüz yıl önce yanlış tarafta yer alan ve bu yanlışı çok kısa zamanda fark eden dönemin Müslüman muhalefeti, yaptıklarının hata olduğunu anlamış ve hemen ilişkilerini kesmiş iken, bu dönemin Müslüman muhalefeti ne yazık ki bu yolu tercih etmemiş, daha ziyade taraf ve tavır alışlarını değiştirmemiştir.

Yakın tarihimizdeki Müslüman muhalefetinin ağır toplarından olan Mustafa Sabri Efendi, dönemin Müslüman muhalefetinin yayın organı olan Beyanül Hak’da, “Beyanül Hak’ın Mesleği” adlı makalesinde, taraf olduğu Batıcı İttihat ve Terakki’ye methiyeler edip, istibdadı kaldırdıklarından dolayı şükranla teşekkürlerini sunmuştur.(1) 4-5 ay gibi kısa bir zaman diliminde akılları başına gelen bu şahıslar adı geçen gazetenin çeşitli sayı ve sayfalarında taraf olduklarıyla bağlarını kopardıklarını ve ilişkilerinin kalmadığını beyan etmekten çekinmedikleri gibi, kıyasıya eleştirmekten de geri durmamıştır. Dönemin Müslüman muhalefetinin hemen hemen hepsi aynı tavrı göstererek, saflarını değiştirmiştir. 

O dönemde nelerin yazılıp çizildiğini, nelerin tartışıldığını, nasıl taraf olunduğunu, daha sonra da neden ve nasıl bu tavırdan vazgeçildiğini merak edenler, dönemin basın organlarını gözden geçirebilir ve daha sağlıklı bilgi edinebilirler. Bizim burada dikkat çekmek istediğimiz husus, aynı tavrın günümüz Müslüman muhalefetince yerine getirilmediği hususudur.

Yapılan onca yanlışın görülmesi, bilinmesi, takip edilmesi ve hiçbir düzelme olmamasına rağmen, yanlış üzerinde ısrarla durulması, telafisi mümkün olmayan sonuçlar ortaya çıkarmakta, nerdeyse geriye dönüşü imkânsız hale getirmektedir. Henüz yaşanan yaraların tazeliği ve acısı kendisini hissettirirken, bu acılara neden olan tecrübeden ders alamamak büyük bir gaflettir. Kendi kavramsal anlamı içinde yerini bulan “maslahat”ın yeniden yorumlanarak ele alınması bu gafletin cevazı olamaz.

Meşrutiyet dönemi Müslüman muhalefetin önde gelen ve temsil makamı yüksek olanlardan birisi şüphesiz ki Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’dır. Muhammed Hamdi Yazır da meşrutiyet dönemi Müslüman muhalefetin İttihat ve Terakki’ye alabildiğine destek veren ve aynı oranda da Abdülhamit’e kin ve nefret besleyenlerin arasındadır. Bazen övgüde ve sövgüde sınırın aşıldığı gibi, Elmalılı Hamdi Efendi de bu sınırı aşanlar arasındadır. Abdülhamit’e baskıcı yönetiminden dolayı alabildiğine hasım olan Elmalılı, İttihatçılara da alabildiğine sevgi beslemekte, Meclisi Mebusanı en yüksek itaat mercii olarak görmektedir. Dönemin ulema kısmının yayın organı olan Beyanül Hak’da yazdığı birçok makalede özellikle meclisi ve mebusları (milletvekillerini) methetmiş ve birçoğu Batı hayranı pozitivist düşüncenin sahibi vekillerin milletin öncüleri olduğunu ifade etmiştir. Kendisi de aynı zamanda Antalya mebusu olarak meclistedir.

Beyanül Hak’da kaleme aldığı “Saadeti Hakikiye” adlı makalesinde, “Evet yol açıldı gidiyoruz. Bunda şüphe edecek kimsemiz kalmadı. Biz her türlü harekat-ı meşru’aya mezunuz (meşru olan işler yapacağız). Fakat gideceğimiz yolda muktedabihlerimiz (tabi olacaklarımız) meb’usan-ı kiramımız olacaktır.”(2) demektedir. Elmalılı Meşrutiyetten ve meşruti idareden çok şey beklemektedir. Fakat çok kısa süre sonra beklentilerinin tam aksi yönde gelişmelerin olması ve kadim devlet ve toplum yapısının iktidar eliyle değişmeye başlamasından sonra, Batıcı zihin yapısına destek vererek iktidara gelmelerine vesile olmalarından dolayı üzüntü ve pişmanlık duymaya başlar. Bu pişmanlık sadece Elmalılı’da değil, dönemin ittihatçılarına destek veren bütün ulemada görülür. 

Müslümanların ve özellikle ilim ehli ulemanın omuz vermesiyle birlikte iktidara gelen İttihatçılar, çok kısa zamanda tam bir batı tipi toplum inşa etmek için harekete geçer, toplumda ayrıştırıcı uygulamalara başlar, kendilerine destek veren ulema kesimini etkisizleştirmek için, onların siyasetten uzak durmalarını şiddetle ve tehditle tavsiye eder. Mustafa Sabri Efendi Beyanül hak’da kaleme aldığı “İttihat Terakki Kongresinde Kıraat Olunan Raporun Bir Noktası” adlı makalesinde, İttihatçıların ulemayı toplumun manevi birer önderi olduklarını, devletten maaşlı birer memur olarak bulunduklarını ve siyasetten uzak durmaları gerektiğini belirten kongre raporunu eleştirir. İttihatçılar kendilerini iktidara taşıyan dönemin Müslüman muhalefeti olan ulemanın siyasete karışmasından rahatsızdır. Mustafa Sabri Efendi, “bizi kimse siyasete karışmaktan men edemez”(3) diyerek İttihatçılara çok sert bir cevap verir. Aynı endişeleri Elmalılı Hamdi Efendi de taşımaktadır. 

Elmalılı Hamdi Efendi Beyanül Hak’da kaleme aldığı “Makale-i Mühimme” adlı makalesinde meşrutiyeti İslam Şeriatına kucaklattırmış(4) lakin endişelerini de dile getirmekten geri duramamıştır. Yine aynı makalede Elmalılı meşrutiyetin bu kez İslam’a nasıl davranacağını merak etmekte, “Meşrutiyet şeriata nasıl davranacak?” “Meşrutiyeti ber-vechi meşruh deraguş eden şeriat, acaba bugün meşrutiyetten ne muamele görecek?” sualinin halline lüzum görüldü.” Meşrutiyet aslı gibi bilmem ki furuatında da şeriatın inayet-i  tervicine iltifat edecek mi? Yoksa işin bitti deyip geçecek mi?”(5) diye sormaktadır. 

Yaklaşık dört yıl gibi bir zaman zarfında İttihatçılar kendilerini iktidara taşıyan ulema kesimini tasfiye ederek 1912 seçimlerinde tamamını meclis dışında bırakır. Elmalılı Hamdi Efendi’nin de mebusluğu sona ermiştir. Müslüman muhalefet Müslümanların halifesine karşı Batı zihni ve ağzıyla ifade edilen “istibdad” idaresinden kurtulmak için başka bir istibdadçı tayfayı iktidara taşımış ve kullanılmış, sonrada işleri bitince adeta bir kenara atılmış, her biri bir kenara savrulmuştur.

Elmalılı Hamdi Efendi, yaşanan hadiselerden büyük üzüntü duymaktadır ve mebusluğunun sona ermesinden yaklaşık altı yıl sonra dönemin Müslüman muhalefetinin yayın organlarından olan Ceride-i İlmiye’de “Tevbe” adlı bir makale kaleme alır. Elmalılı Hamdi Efendinin ayakları suya ermiş lakin çok geç kalmıştır. Makalesinde içinin yangınını ve pişmanlığını ağıt yakar gibi anlatır.

Bir öz eleştiri, içe dönük muhasebede bulunur Elmalılı: 

“Ey Müslüman ne oldun, bu hallere nasıl geldin? Sen böyle olmayacaktın, ateşlere yanmayacaktın. Sen, senin sosyal yapını birleştiren, kardeşliğini tesis eden ibadethanelerinde, onulmaz acılarla ağlamayacaktın, dağlanmayacaktın. İnsanız diyerek geçinenlerin öfkeleri, intikam duyguları, hakaretleri altında ezilmeyecektin. Sana zalim, sana gaddar, cahil ve sefil denilmeyecekti. Sana evladını boğan, kardeşini katleden cani ve hain muamelesi yapılmayacaktı. Sen aşağılanıp küçük düşürülmeyecektin, aç çıplak kalıp açlıktan ölmeyecektin. Dünyaya ışık saçacak, insanlık örneği olacak adaletle davranacaktın. Hayatındaki erdemlere, ruhundaki inceliklere alem hayran kalacaktı. Yaşayan bütün insanlık seni, kendilerini ayakta tutan olarak bilecekti. Sen sarsılınca alem sarsılacak, sen yıkılınca alem yıkılacaktı. Cahillerin ıslahına, mazlumların çağrısına, zalimlerin zulümlerine karşı koyacaktın. Yükseldikçe yükselecek, ebedi mutluluğa kavuşacaktın. Senin semaya yükselmiş olan ruhun, dünyaya örnek olarak yaratılan hasletlerin niçin soldu?”(6)

Elmalılı Hamdi Efendi, devletin ve tebanın içine düştüğü perişan durumu, içler acısı halini makalesine konu eder. Sonra neden yıprandığını, bu hale nasıl geldiğini sorar hem kendine, hem de diğer Müslümanlara.

Devlet-i Ali’nin başına yeryüzünün bütün emperyalistleri musallat olmuştur ve memalik-i Osmani her yerden işgal altındadır. Osmanlı Devleti ve İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile I. Dünya Savaşı’nın bu ülkeler arasında sona erdiğinin ilan edilmesinin ardından, 13 Kasım 1918’de Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’a düşman askerleri gelmeye başlamıştır. Başkent işgal edilmiş, Anadolu da işgal sürecine girmiştir. Yıllardır savaşlardan, yoksulluktan bitkin ve fakir düşen halk maddi ve manevi çöküntü içindedir. Devlet-i Al-i’yi buraya getiren zihniyet ise İttihat Terakki zihniyetidir, meşruti idaredir. Ömründe bir merada on koyunu güdüp sürüyü yönetecek kabiliyeti olmayanlar, devlet yönetimini ele almış, sonuç böyle olmuştur. Elmalılı ve onun gibi ilmiye sınıfının desteğiyle iktidara gelenlerin elinden “sarsılınca alemin sarsılacağı, yıkılınca alemin yıkılacağı” devlet yıkılmış, parçalanmıştır. Osmanlı’da sadece devletin yıkılmasıyla kalmayan bir süreç işlemekteydi. Savaşın kaybedilmesiyle birlikte toplumsal yaşantı da baştan aşağı değişmeye başlamıştı.

Elmalılı neden böyle olduğunu sorar kendi kendine sonra, “neden olacak, günahım çok, kader de böyle imiş deyip geçeceksin” der. Yaşanan büyük acılar, kederler, sıkıntılar sonucunda teselli olmak için “kader böyleymiş” der geçilir. Lakin insan unutmamalı ki, içinde bulunduğu, yaşadığı kaderin mesulü yine kendisidir. Kader böyleymiş deyip geçmek, insanın mesuliyetini üzerinden atabileceği bir savunma ya da kurtulma yöntemi değildir. Elmalılı gerçekten üzgün görünmektedir. İyi niyetli meşrutiyet fanatikliğiyle başladığı siyasi tarafgirliği, aklına bile gelmeyecek, altından kalkılmaz sonuçlar doğurmuştur. Meşrutiyet yönetiminde bir vekil olarak kendi fıkıh usulünün bütün sınırlarını tarumar eden cesur yorumlar ve kavramsallaştırmalar, çok geçmeden yıkıma giden süreçte seküler düzen açısından kullanışlı hale gelmiştir. Bunu gören Hamdi Efendi, önemli bir nefis muhasebesi yapmakta, ya da öyle anlaşılmaktadır. 

Makalesinde devamla: “Bu kara yazıları alnımıza yazan ezel kalemi, böyle yazdığı için böyle olmadı. Seninle benim günahlarımızdan, vazifemizi bilmek ve yapmaktaki kusurlarımızdan dolayı böyle oldu. Böyle olacağını bildi de ezel kalemi öyle yazdı. Ulemanın dediği gibi, kader senin değil sen kaderin pişdarısın (öncüsüsün), bunun için Kur’an ‘Allah’a yardım ederseniz Allah da size yardım eder’ diyor. Cenab-ı Allah yardıma muhtaç mı? Haşa. Lakin kendi işine senin kendinin başlamasını istiyor. (…) Binaenaleyh sen ne yaparsan kaderin odur. Mesul ancak seninle benim. Çünkü günahı yapan seninle benim. Öyle ise sorduğun suallere, niçinlere cevab-ı asıl birinci sözündür. Niçin böyle olduk? Doğrusu günahımız çok olduğu için.”(7)

Elmalılı Hamdi Efendi dönemin Müslümanlarının içinde bulunduğu sıkıntılı durum hakkında bir de tesbitte bulunur. O’na göre Müslümanların dağınıklığı cemaatlerinin olmamasıdır:

“Şimdi sana bütün imanımla söylerim ki günahımızın başı cemaatsizliktir. Seni beni ahlaksız eden, yardımsız kuvvetsiz bırakan, büyük büyük amellerden, emellerden alıkoyan, heva ve hevesine kaptırıp da sefahatlere, rezaletlere gark eden, Allah’ı unutturup, şuna buna boyun eğdiren cemaatsizliktir. Dinler içinde Din-i İslam en içtimai bir din iken, milyonlarla insanları mübarek bir vücut gibi hareket ettirecek bir ruh iken Müslümanlar kadar ictimaiyeti zayıf, faaliyet-i ictimaiyeden mahrum, murakabe-i mütekabileden bi-haber yaşayan millet görülmüyor.”(8)

Genel olarak dönemin Müslüman muhalefeti durumdan pişmandır ve üzüntü içindedirler. Elmalılı Hamdi Efendinin de üyesi olduğu dönemin İslami kurumlarından biri olan Darül Hikmetil İslamiye’nin sesini duyurdukları yayın organı olan Ceride-i İlmiye’de, yaşanan toplumsal ahlaksızlığa karşı bir beyanat yayınlarlar, Şeyhülislamlık makamına bir dilekçe yazarlar. Darül Hikmetil İslamiye beyanatında şöyle demektedir:

“Şu son zamanlarda medeniyet hayatına alıştırmak perdesi altında kadınlarımızın, kızlarımızın yüzlerindeki haya perdesini sıyırmak istediklerini görüyoruz. Kalbindeki imanın çehresindeki bu rengin tezahürünü, riya töhmetiyle lekelemek istediklerini işitiyoruz.Bir kere haya ile riya büsbütün başka iki mahiyettir. Sonra riyasız olmak hiçbir zaman hayasız olmak demek değildir. Evet, ‘Ne yapalım bu gibi haller bugünkü medeniyetin icabıdır. Yirminci terakki asrı geçmiş devirlerin ahlakı ile an’aneleri ile mukayyet olamaz’ diyecekler değil mi?İşte ey Müslüman! Bu söz bilinerek söylenirse idlal (isteyerek sapmak), amiyane savrulursa eser-i dalaldır (dalalettir). Yirminci terakki asrını temsil eden medeniyet merkezlerini kuşbakışı ile görmek bu babta hüküm vermeğe kafi olamaz…”(9)

Görüldüğü gibi, bugünkü durum dünkünden çok farklı değildir. Dün hata yapanlar çok kısa süre içinde akıllarını başlarına toplamış, güçleri nispetinde eleştirmeye ve karşı durmaya çalışmıştır, lakin bugünün Müslüman muhalefetinin zafiyeti sürmektedir.  Elmalılı Hamdi Efendi ve dönemin muhalefeti, muhasebesini yapmakta, kendi kendisini kınamaktadır. Burada dikkat çekmeye çalıştığımız husus, yanlışın yanlış olduğu bilindiği halde, aynı yanlış üzerinde ısrar edilmesinin nasıl sonuçlar ortaya çıkaracağını az da olsa göstermeye çalışmaktır. Yaşadığımız zaman ve mekân düzleminde de, geçmiş dönemde yapılan hataların aynıyla devam ettiği, Müslüman muhalefetin kendi geleneği içinde kendi usulüne uygun olarak bağımsız bir muhalefet örneği sergileyemediği görülmektedir. Bu hal ve tavır bütün açıklığıyla ortada iken, bu yanlış üzerinde ısrar edilmesinin ileri süreçte telafisi mümkün olmayan sonuçlar ortaya çıkaracağı tartışma götürmez gerçektir. Müslümanlar aklını başına devşirmeli ve hiçbir şey yapamasalar da en azında Elmalılı Hamdi Efendi’nin gösterdiği bu erdemli tavrı gösterebilmelidir. Zira yanlışın sonu doğruya –Sırat-ı Müstakime- çıkmayacaktır. Mustafa Sabri Efendi’nin dediği gibi: “Doğru bir dinin bazı ahkâmı yanlış olamaz.”(10)

Dipnotlar
(1) Mustafa Sabri, “Beyanül Hak’ın Mesleği”, Beyanül Hak, sayı 1, sayfa 2
(2) Küçük Hamdi, Elmalılı Hamdi Efendi, “Saadet-i Hakikiye”, Beyanül Hak, sayı 15, sayfa 333
(3) Mustafa Sabri, “İttihat Kongresinde Kıraat Olunan Raporun Bir Noktası”, Beyanül Hak, sayı 131, sayfa 1359
(4) Küçük Hamdi, Elmalılı Hamdi Efendi, “Makale-i Mühimme”, Beyanül Hak, sayı 18, sayfa 399
(5) Aynı eser, aynı sayı, sayfa 401
(6) Elmalılı Mehmed Hamdi, “Tövbe”, Ceride-i İlmiye, sayı 41, sayfa 1208
(7) Elmalılı Mehmed Hamdi, “Tövbe”, Ceride-i İlmiye, sayı 41, sayfa 1212
(8) Elmalılı Mehmed Hamdi, “Tövbe”, Ceride-i İlmiye, sayı 41, sayfa 1212
(9) Ceride-i İlmiye, sayı 48, sayfa 1511
(10) Mustafa Sabri, “Din-i İslam’da Hedefi Münkaşa Olan Bazı Mesail”, Beyanül Hak, sayı 3, sayfa 8

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *