Bu dönemde Müslüman muhalefetin anlamadıkları, gelen özgürlüğün nasıl bir özgürlük olduğudur. Müslüman muhalefetin zihnindeki hürriyet ile İttihatçılar’ın zihnindeki özgürlük çok başka şeylerdir.
Meşrutiyet Dönemi Müslüman Muhalefet
Yakup Döğer
Müslümanlar kendi tarihi süreçleri içerisinde zaman zaman çok büyük badireler atlatmışlar, her seferinde de başlarına gelen olağanüstü hadiselerden kendi gelenekleri içindeki mücadele örnekliğiyle, kendi lehlerine kurtulmayı başarmıştır. Emevi-Abbasi kavgasından Abbasi üstünlüğüyle atlatılmış, iyi ya da kötü bir düzen tutturmuş, yollarına devam etmiştir. Abbasi zayıflamış, sıkıntılar baş göstermiş, bu kez Selçuklular sahneye çıkarak kurulu düzeni devam ettirmiştir. Selçuklular haçlı seferleri ve kendi aralarındaki çekişmeler sonucunda tarih sahnesinden çekilmiş bu kez Osmanoğulları sahneye çıkarak Selçukluların mirasıyla kurulu düzeni devam ettirmiştir. Ta ki Osmanlıların modernleşme sevdasına ve Tanzimat’a kadar. Zira bu tarihten sonra birçok şey örfi olarak dursa da, İslami anlamda toplumun taşıyıcı dinamikleri hukuki olarak sona ermiştir.
Bu zamandan sonraki süreç dinden ve gelenekten kopmayı da beraberinde getirdiğinden dolayı, sıkıntıların rengi değiştiği gibi, çözüm arayışlarının da rengi değişmiştir. Kadim toplum yapısı bozulmuş, bin dört yüz yıllık anlayış ve yaşam tarzı değişmiş, vela-bera, haram-helal, dost-düşman, din-devlet, ilahi-beşeri bütün kavramlar yeniden tanımlanmıştır. Osmanlı’nın Batı müptelası aydını, bu aydınların akıl hocalığı yaptığı kalemiye-bürokrasi, yeni inşa düşüncesini, kendilerine ait verili değerler üzerine değil de, müptela oldukları Batı’nın üretilmiş değerleri üzerine kurmaya başladılar. Bu süreci de I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet olarak ikiye ayrılabiliriz. I. Meşrutiyet döneminin üzerinde çok durulmaya değmeyecek kadar kısa sürdüğü söylenebilmekle birlikte, çok önemli bir değişim başlangıcı olduğu da zikredilmeden geçilmemelidir. I. Meşrutiyet dönemindeki bu değişim de Osmanlı Devleti’nde beşeri anayasalı bir yönetimin başlangıcı olmasıdır. Osmanlı Devleti’nin ilk yazılı anayasası olarak sayabileceğimiz 1876 Kanun-i Esasi’si bu açıdan büyük bir önem taşımaktadır. Osmanlı’nın Kanun-i Esasi’yi anayasa olarak kabul ve ilanıyla, modern anlamda yazılı anayasal düzene geçilmiştir.
Osmanlı padişahları arasında II. Abdülhamit çok farklı bir konumdadır. En çok konuşulan, hakkında en çok tartışma bulunan, olumlu ve olumsuz birçok doğru veya yanlışın tarihin sayfalarına kayıtlı olan şahsiyettir II. Abdülhamit. Abdülhamit’i diğerlerinden farklı kılan, yaşadığı zaman ve mekân düzlemidir. Az ya da çok tarih bilgisi olanlar bu durumun farkındadır. Osmanlı devletinin dönem itibarıyla çok sıkıntılı bir süreç geçirmesi, bir taraftan küresel emperyalistlerin oyunları, diğer taraftan küresel emperyalistlerin içerideki yardakçılarının çabaları, diğer yandan Abdülhamit’in Batı’ya Batıcılara karşı durduğunu ifade etmesine rağmen modernleşme sürecini hızlandırması, Devlet- Aliye-i Osmaniye’yi 19. yüzyılda dağılmanın eşiğine getirmiş, adeta geri dönüşü olmayan süreç başlamıştı. Her türlü harici ve dahili entrikanın döndüğü dönemde II. Abdülhamit padişahlar içinde en uzun süre tahtta kalmayı da başarabilmiştir.
1876’da Abdülaziz’e karşı harekete geçenler, Şeyhülislam Hayrullah Efendi’nin Abdülaziz’in hal’ini vacip kılan fetvayı imzalamasıyla tahtından indirilmiştir.(1) Sultan Abdülaziz 30 Mayıs 1876’da Şeyhülislam Hayrullah Efendi’nin fetvasıyla hal edilerek, yerine veliaht Murat Efendi, Beşinci Murat unvanı ile tahta geçirildi. Beşinci Murat kısa bir süre sonra akli dengesini yitirerek görevini yerine getiremez oldu.
Veliaht Abdülhamit, Mithat Paşa’ya haber göndererek Kanun-u Esasîyi ilân edeceği konusunda söz vererek tahta geçirilmesini istedi. 31 Ağustos 1876’da Beşinci Murat hal edildi ve yerine İkinci Abdülhamit geçirildi.(2) Abdülhamit söz verdiği üzere Kanun-u Esasîyi 23 Aralık 1876 günü bir ferman ile ilan etti. Bu gelişmede dönemin Müslüman aydınının büyük etkisi olduğu söylenebilir. Özellikle toplumda meşruiyetin kaynağının geniş bir kitle tarafından din olarak kabulü, iradesiz muhalefetin bu açıdan oynadığı rolün önemini çok ehemmiyetli bir hale getiriyordu. Belirtmemiz gereken önemli bir nokta, halkın üzerinde büyük etkisi olan Müslüman öncüler geniş ve kapsayıcı bir rol oynadılar.(3)
Kanun-i Esasi ilan edilmiş, karışıklık düzeltilmeye çalışılırken, bu meyanda Rusya Osmanlı’ya karşı politika değişikliğine giderek, daha aktif bir siyaset izlemeye başlar. Diğer taraftan Rusya Babıali’nin başına yeni sorunlar açmak maksadıyla Sırbistan ve Karadağı Osmanlı Devleti’ne karşı savaşa sevk eder. Savaşı Sırbistan’ın kaybetmesiyle İstanbul’da bir konferans düzenlenerek, sorun çözüme kavuşturulmak istenir. Lakin Rusya Osmanlı’ya asla kabul edemeyeceği tekliflerle gelir. Osmanlı devleti teklifleri reddeder. Osmanlı’nın uluslararası yalnızlığından istifade etmek isteyen Rusya 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan eder.(4)
Rumî takvime göre 1293 yılına rastladığı için Doksanüç Harbi olarak bilinen bu savaş, daha önce meydana gelen Osmanlı-Rus savaşları gibi Tuna’da ve Doğu Anadolu’da olmak üzere iki cephede cereyan etti. Plevne’nin düşmesinden sonra Sırbistan da Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilân etti ve Rus kuvvetleri Edirne üzerine yürümeye başladı.(5) Rusya’nın askeri üstünlük sağlaması ve Abdülhamit’in deyimiyle İstanbul kapılarına dayanması, devlette büyük sıkıntı yarattı.
Bu arada Meclis-i Meb‘ûsan’da da bu mağlûbiyetin sebepleri üzerinde şiddetli tartışmalar cereyan ediyordu. Öte yandan, Rus ordularının bu ilerleyişi karşısında ne yapılması gerektiğini tespit için Yıldız’da, padişahın da katıldığı meclis toplandı. Fakat burada devletin içerisinde bulunduğu buhrana çare olabilecek herhangi bir karar alınamadığı gibi meclis üyelerinden bazılarının yenilginin sorumlusu olarak padişahı göstermek hususunda ısrarları üzerine(6) II. Abdülhamid önce toplantıyı terk etti, daha sonra da 14 Şubat 1878’de süresiz olarak meclisi kapattı.(7)
Osmanlı Rusya ile savaşırken, bazı İttihat ve Terakki mensuplarının Rusya yanlısı davranması, ülke menfaatini savunması gereken milletvekillerinin gidip Ruslarla görüşmelerinin ihanet derecesine varmasıyla, Abdülhamit bu ekiple memleketin kurtarılamayacağı kanaatine varır. Bir Rus elçinin Çar’a gönderdiği raporda, Rusya’nın Osmanlı içindeki nüfuzunun, kendi ülkesindeki nüfuzu gibi olduğu ve özellikle Babıali ile Hariciye ve Maliye Nezaretleri sefaretimizin emri altındadır diye ifade etmiştir.(8) Abdülhamit’in kendince haklı olarak meclisi kapatan bu tavrı, meşrutiyet tutkunlarını bir hayli rahatsız eder. Devlet büyük sıkıntılar içinde, birçok problemle uğraşmaya başlar. Harici düşmanlardan çok, içerideki dahili düşmanlar Abdülhamit’in canını sıkmaktadır.
Abdülhamit’in Kanun-i Esasiyi askıya alması ve meclisi süresiz kapatması sonucunda, Osmanlı tarih yazıcılarınca “istibdad” denilen dönem başlamıştır. 1878-1908 arasında otuz yıl gibi bir sürede Abdülhamit iktidarda kalacak ve muhaliflerine aman vermeden ülkeyi yönetecektir. Osmanlı tarihinde Abdülhamit’e karşı oluşan Müslüman muhalefetin fertleri de bu dönem içinde doğacak, büyüyecek, fikri ve eylemsel kimlik sahibi olacaktır. Mustafa Sabri Efendi (1869-1954), Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (1878-1942), Mehmet Akif (1873-1936), Eşref Edip (1882-1971), Ahmed Hamdi Akseki (1887-1951), Mehmet Fatin (1877-1955), Mehmet Arif Bey (1883-1926), Ebu’l-Ulâ Mardin (1881-1957), Manastırlı İsmail Hakkı (1846-1912), Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım Efendi (1858-1920), Bereketzâde İsmail Hakkı (1851-1918), İzmirli İsmail Hakkı (1869-1946), Ahmed Naim (1872-1934), Ahmed Hamdi Akseki (1887-1951), Halim Sabit (1883-1946), Tahir-ül Mevlevi (1877-1951), Naim Hazım (1889-1953).
Bunlar gibi daha onlarca isim, Abdülhamit’in istibdad diye anılacak yönetimi döneminde Müslüman muhalefetin etkin isimleridir. Adı sayılan bu isimler, sıradan şahıslar olmayıp, toplumda ve Osmanlı elit tabakasında sözü geçen, aynı zamanda temsil bakımından İslami kimliği de öne çıkan şahsiyetlerdir. Bu şahsiyetlerin hemen hemen tamamına yakını, saltanat, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerini yaşamış, görmüş, üç dönemi de iliklerine kadar hissetmiştir. Bu sebepten bu üç dönemin de şahitliğini yapan Müslüman muhalefetin bu fertleri, bu tarih içerisinde, ümmetin geleceğiyle ilgili çok kritik sürece de müdahil olmuştur.
Bazılarının adlarını zikrettiğimiz şahıslar ve daha onlarcasının fikri bakımdan farklılıkları olsa da, ortak yönleri Abdülhamit düşmanlığı ve İttihat Terakki taraftarı oluşlarıdır. Onların bu ölçüsüz düşmanlığı onların yine istisnasız olarak tamamını, kendi geleneğini dışında farklı bir yöne farklı bir muhalefete itmiştir. Bu şahsiyetlerin hepsi ve daha onlarcası da, kendi başlarına bir Müslüman muhalefet oluşturamadıklarından, laik-seküler yapıya sahip ve Batı müptelası İttihat Terakki’nin değirmenine su taşımış, kendilerini kullanışlı hale getirmiştir. Abdülhamit yönetimi döneminde Müslümanca bir muhalefet geliştirip, gerek sultan gerekse toplum üzerindeki nüfuslarını kullanamamaları, böyle bir beceri geliştirememeleri, İngiliz, Fransız, Batı destekli laik İttihatçılara eklemlenmelerine neden olmuştur. Onların İttihatçılara eklemlenmeleri kendileri ve ümmet için bir hayır sağlamamıştır ama dış destekli laik zihniyetin iktidara gelmesinde çok büyük rol oynamıştır.
Abdülhamit’in uyguladığı baskıcı yönetim bütün kesimler tarafından şiddetle tepki görmüş, toplumun ileri gelenlerini çeşitli örgütlenmelere itmiştir. Batıcılar İttihat Terakki çatısında toplanırken, Müslüman muhalefet de, kendi değerleri ışığında bir çatı oluşturması gerekirken, onlar da bu çatının altına sığınmıştır. Eklemlenmelerinin bir tek nedeni vardır; baskıcı yönetimin ne olursa olsun, nasıl olursa olsun kalkması, bir seküler söylem olan eşitliğin ve özgürlüğün gelmesidir. Abdülhamit’e muhalefet dönemi dikkatlice incelendiğinde, Müslüman münevverlerin ilk muhalefet dönemlerinde dini olan, dinden olan, ümmete dair kendi kavram ve geleneğiyle ilgili bir beklentilerinin olmadığı söylenebilir. Bu sonuç dönemin yazar-çizer kesiminin yazıp-çizdiklerine bakıldığında anlaşılmaktadır. Bu kişiler ulema sınıfından olmakla birlikte, siyasi ferasetleri ulema geleneğinin dışında seyretmiştir.
Abdülhamit’e karşı Avrupa’da örgütlenen ve Balkanlarda fitili ateşlenen ittihatçılar kontrolündeki isyan hareketleri, dönemin Müslüman muhalefeti tarafından desteklenmiş, isyan hareketlerine methiyeler edilirken, Abdülhamit’e “kızıl sultan”, “kızıl kâfir” gibi sıfatlar yakıştırılmıştır. Büyüyen isyan hareketlerine karşı Abdülhamit otuz yıl sonra 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyeti yeniden ilan ederek, Kanun-i Esasiyi yürürlüğe sokmuştur. Seçimler yapılmış 17 Aralık 1098’de meclis açılmış ve İttihatçılar iktidara gelmiştir. Yapılan seçimlerde Müslüman muhalefetten birçok kişi ittihatçıların listesinden mebus olarak mecliste yerini almıştır. İttihatçıların iktidarda olduğu bu dönemde uyguladıkları politikalarıyla kısa sürede toplumda büyük kargaşa çıkmış, 13 Nisan 1909 tarihinde 31 Mart vakası gerçekleşmiştir. Müslüman muhalefet 31 Mart vakasında da İttihatçılar’ın yanında yer alarak, İttihatçılar’a karşı başkaldıran kesimi teskine çağırmış, bu olayda yine bu kesimin inisiyatifiyle ittihatçılar lehine sonuçlanmıştır.
Bu olayı bahane eden İttihatçılar ellerine geçen fırsatı değerlendirerek Elmalılı Hamdi Efendi’nin yazdığı “hal fetvasıyla” II. Abdülhamit’i 23 Nisan 1909 tarihinde indirerek yerine V. Mehmet Reşat’ı geçirmiştir. Batıcı laik seküler zihin yapısına sahip İttihatçılar kendilerine yamanan Müslüman muhalefetin halkın gözünde kendilerini meşrulaştırmaları sonucunda iktidara gelmiş, geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir. II. Meşrutiyetin ilanıyla ortaya çıkan özgürlük ortamında (!) Müslüman muhalefet de kendi içinde birçok kurumsallaşmalara gitmiş, en önde olanlardan bir kısmı Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye adından İttihatçılara bağlı cemiyet kurarken, bir kısmı da Sırat-i Müstakim adında dergi etrafından bir araya gelmiştir.
Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye çıkardıkları Beyan’ül Hak dergisinde, Sırat-i Müstakim çevresinde kendi dergilerinde devrime ve laik devrimcilere büyük tezahüratlarda bulunmuş, methiyeler dizmekten geri durmamıştır. Sevinçlerinin tek nedeni baskının kalkması ve özgürlüğün gelmesidir. Meşrutiyet İslam Şeriatına kucaklattırılmış, Meşrutiyet İslam şeriatıyla bir tutulmuştur.(9) İttihat ve Terakki hareketi kahramanlar topluluğu olarak ifade edilmiş, övgülerde sınır aşılmıştır. Sırat-ı Müstakim İttihatçılar için ilginç tabirler kullanmıştır: “Haklarını elde etmek için çok çalıştılar, çoluk çocuklarını terk ettiler. Allah’ın lütfuna, takdirine sığındılar. Ermeni, Bulgar, Rum, Musevi bütün milletler dini taassubu bırakarak birlikte mücadele ettiler. Kavmiyetçiliği, kavmiyetçilik asabiyesini de unuttular. Birbirine aykırı olan, zıt olan birçok unsurdan tek bir anlayış, birliktelik ortaya çıkardılar. Bu birliktelikten ‘Osmanlı İttihad ve Terakkī Cem’iyyeti’ adıyla bir kuruluş ortaya çıkardılar. Hatta yabancı memleketlerde bile teşkilatlandılar. Amaçları bir tek şeydi: Zulme, baskıya şiddete son vermek. Her yerde kendilerine yardımcılar buldular, her yerden kendilerine destek gördüler. Allah hayır için çalışanların koruyucusudur, zulme göğüs gerenlerin destekçisi Allah’tır.”(10)
Mustafa Sabri Efendi de, “Geçmiş zaman makberine defnettiğimiz istibdât devri, münker devriydi. Bu münkeri ortadan kaldırmak için gereken ilk çalışmayı yapma, yani etken güce rehberlik etme görevi ulemâya ait iken biz, vaktiyle görevimizi ne yazık ki yerine getiremediğimizden bu meşru görevi şanlı askerlerimizle İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleri yerine getirdi. Öyleyse biz bu şerefli kişilere utanarak teşekkür etmeliyiz.”(11) diyerek kendinin de dahil olduğu ulema sınıfını eleştirirken, İttihatçılar’a methiye düzmektedir. Mustafa Sabri Efendi’nin de dediği gibi, Müslüman muhalefet kendi görevleri olan ıslah ve inşa hareketini ne Abdülhamit döneminde ne de meşrutiyet döneminde yerine getirecek manevrayı yapamamış, bunu yapabilecek cesaret ve feraseti gösterememiştir. Tabi bu destek ve methiyeler, İttihatçılar’dan ve meşrutiyetten beklentilerinin tam aksi yönde gelişmeler seyretmesiyle boşluğa düşecek ve hemen hemen hepsi bu desteklerinden dolayı pişmanlık duyacaktır. Lakin atı alan Üsküdar’ı geçmiştir.
Bu dönemde Müslüman muhalefetin anlamadıkları, gelen özgürlüğün nasıl bir özgürlük olduğudur. Müslüman muhalefetin zihnindeki hürriyet ile İttihatçılar’ın zihnindeki özgürlük çok başka şeylerdir. İttihatçılar özgürlüğü Batı tipi bir toplum kurmak için düşünürken, Müslüman muhalefetin salt baskı idaresi ve Abdülhamit düşmanlığı basiretlerini bağlamış, ileriye dönük yapılmak istenenleri o dönemde anlayamamıştır. Bu basiretsizlik ümmete çok pahalıya patlayan ve geri dönüşü olmayan sürecin de başlangıcı olmuştur. Müslümanlar aleyhine siyasi ve askeri olarak yaşanan olumsuzluklar, felsefi olarak da kendisini göstermeye başlamış, devlet ve toplum sadece mekanik ilerleme ülküsüyle maneviyattan soyutlanmıştır. İttihatçıların iktidara gelmesiyle, hatta henüz gelmeden önce bile konuştukları ana mevzuu “dinin ilerlemeye mani olduğu”dur.
Gündeme getirilen yaklaşımlar “yenilenme” ve “asrın ihtiyaçlarına cevap verebilme” kavramları etrafında teşekkül etmiştir. Bu tür yaklaşımların arasında en önemli olanın, İslami bir kavram olan ve halife ile ümmet arasında gerçekleşen ‘akd-i biat’ın yorumlanarak, Kanunu-i Esasi’nin akd-i biatın şartı ve toplumsal mutabakat olarak görülmesidir. Bu fikirsel değişim Beşeri Anayasanın, verili değerlere galebe çalması olarak değerlendirilebilir. Diğer değişimlerden bazıları da Şeyhülislam’ın ve ulemanın devlet memuru derecesine indirgenmesi, kanun-i esasiyi, meşruti yönetimi ve Hilafet-i İslamiyye’nin aynı platformda değerlendirilmesi, meclisin yetki olarak en üst makam (hâkimiyet-i milliye) olarak kabul edilmesi, halifenin mecliste şahsi manevi olarak görülmesi gibi örnekler verilebilir. Çok ciddi kırılmaların yaşandığı bu dönem ne yazık ki Müslüman muhalefetin vekil yönünün fakih yönüne galebe çalmasıyla değişime uğramıştır.
Müslüman muhalefeti oluşturan ulema, kendi ilmi geleneğinden koparak siyasi anlamda gâvurların işine yarayacak tarafta yer aldılar. Osmanlı toplumu gözünde bir meşrulaştırıcı işlevi gören ve bu bakımdan itibarı olan Müslüman muhalefet, kendi dini geleneği içinde padişahtan, hilafetten ve kendi değerlerinin ışığında kendi halkından yana tavır alması gerekirken, Avrupa hayranı İttihatçıların yanında saf tuttu. Bu durumda bir bakıma İslam aleminin hayrına olağanüstü fırsatlar elde edilebilirdi. Abdülhamit hanın etrafında güvenebileceği kimse kalmamıştı, herkes kendi aleyhine dolap çevirmekte, dahili ve harici her düşmanla işbirliği yapmaktan geri durmamaktaydı. Bu durumda Müslüman muhalefetin, aynı zamanda ümmetin halifesi olan sultanla işbirliği yapmaları, hem devletin hem de ümmetin toparlanması, kendine gelmesi için ortaya olağanüstü fırsatlar çıkarabilirdi.
Burada üzerinde durulması gereken başka bir husus daha vardır. O husus da, istibdad eleştirisinin ve özgürlük savunusunun hangi zaviyeden yapıldığıdır. Müslümanların Batı ağzıyla istibdad eleştirisi, istibdadı onların gördüğü yerden görmesi, padişahtan kurtulma gerekçelerinin, devleti parçalamak isteyenlerle aynı gerekçeler olması, hakikaten üzücü bir durum olmakla birlikte, bir o kadar da basiretsiz davranıştır. Öyle ki, fikri de zikri de alenen ortada olan Fransız, İngiliz, Alman hayranı yerli yabancılar, hangi ağızla ve hangi öncelikle Abdülhamit yönetimini eleştirdiyse, Müslüman muhalefet de kendi değerlerinin belirledikleri üzerinden bir eleştiri getirememiş, taklit hastalığının fikri boyutuna mahkûm olmaktan kendilerini alamamışlardır. Diğer bir husus talep edilen özgürlük meselesidir. İttihatçıların savunduğu özgürlük pozitivizm merkezli ve laik seküler içerikliydi. Öyle ki bunu açıkça söylemekten ve Avrupalı bir toplum olmak istediklerini gizlemekten çekinmiyorlardı. Gerek teşkilat toplantılarında gerekse kurucu kadronun yazıp çizdiklerinde alenen ifade edilen Avrupa tipi özgür toplum kurgusu, Abdülhamit döneminde Müslüman muhalefet tarafından gözden geçirilip ciddi manada eleştirilmedi. Oysa Müslümanların özgürlük anlayışıyla, İttihatçıların özgürlük anlayışı farklı olmalı, talepleri uyuşmamalıydı.
Tarih tekrardan ibarettir diyenlerin bir bildiği vardır elbet. Yüz yıl önceki Müslüman muhalefetle, yüz yıl sonraki Müslüman muhalefet arasında mahiyet olarak çok fark görülmemektedir. O günlerin baskıcı yönetimi olan “istibdaddan kurtulma” sendromu, yüz yıl sonra “jakoben Kemalizmden kurtulma” sendromu olarak yeniden büyüyüp gelişecektir. O dönemin meşrutiyetinden ve meşruti yönetiminden talep edilen hürriyet, eşitlik, yüz yıl sonra demokrasiden ve demokratik yönetimlerden bireysel özgürlük, kişisel haklar, eşitlik diyerek yeniden talep edilecektir. Bu ifadelerimizden baskıdan, mahrumiyetten yana olduğumuz kanaati çıkarılmamalıdır. Anlatmak istediğimiz mesele başkadır. Müslüman muhalefetin kendi ilmi geleneği içinde bağımsız bir muhalefet oluşturamaması yeni bir sorun değildir. Lakin kadim bir sorun olan bu basiretsizlik halinden bir şekilde kurtulmalı, kendi göbeğimizi kesecek yetkinliğe erişebilmeliyiz.
Meşrutiyet dönemi Müslüman muhalefet, İttihatçıların süreç içinde uyguladıkları siyasi ve toplumsal politikaları gördükçe onlara karşı eleştiri getirmeye başlamış, lakin bu pasif muhalefet, aktif siyasete etki edememiştir. Şurası da akılda tutulmalıdır ki, aktif olarak yaptığınız hiçbir zararı, pasif olarak telafi edemezsiniz. Günümüzde de reel politikaya aktif olarak destek veren Müslüman muhalefetin, toplumdaki başta ahlaki yozlaşmalara ve gelişmelere karşı pasif bir serzenişi görülmektedir. Her şeyi her şeyden bağımsız hale getiren politik uygulamalarda gelinen eşik, fesadın iktidarıdır. Oysa bunun böyle olacağı başından belliydi. Post modern dönemde hiç kimse kimseden hiçbir şeyini gizlemedi. Herkes herkese karşı kartını açık oynadı. Kimse kimliğini, yapacaklarını, yapmak istediklerini, ileriye dönek planlarını gizlemedi, toplumu neye göre nasıl yeniden inşa edeceklerini açıkça söylediler. Buna rağmen Müslüman muhalefet basiretsiz davrandı ve maslahatın modern sürümünü ürettiler.
Müslümanlar şurasını unutmamalıdır ki, Müslümanların hayatı tevhid-şirk, haram-helal, günah-sevap, zalim-zulüm, adalet-merhamet vb. kavramların belirleyiciliğiyle şekillenir. Maslahatın modern sürümü de olsa, bu kavramların içini boşaltıp yeniden anlam yüklenmesine imkân yoktur. Böyle bir olasılık imkân dışındadır. Bir de şurası da unutulmamalıdır: Allah’ın hudutlarını çiğneyenler ne kadar sorumluysa, bu çiğnemeye yardımcı olanlar da öylece sorumludur.
Dipnotlar
1-Kemal Karpat, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, sayfa 70
2-Erich Jan Zürcher, Modern Türkiye’nin Tarihi, sayfa 117
3-M. Şükrü Hanioğlu, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük, sayfa 112
4-Mahir Aydın, Doksanüç Harbi, DİA, cilt: 09, sayfa: 498
5-Mahir Aydın, Doksanüç Harbi, DİA, cilt: 09, sayfa: 498
6-İsmet Bozdağ, Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri, sayfa 93
7-Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, sayfa 122
8- Süleyman Kocabaş, Tarihte Türk-Rus Mücadelesi sayfa 279
9-Elmalılı Hamdi Yazır, Makale-i Mühimme Makaleler, sayfa 76
10-Sırat-ı Müstakim, cilt 1, sayı 1, sayfa 10, Tarih 27 Ağustos 1908
11-Beyânü’l-Hak, s. 2-3 (Ramazan Boyacıoğlu II. Meşrutiyet Döneminde Beyanü’l Hak Dergisindeki Bazı Görüş ve Düşünceler Üzerine)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *