HİKAV vakfı tarafından düzenlenen bir çalıştayda sunulan metinler Şinasi Gündüz editörlüğünde bir araya getirilerek ortaya çıkan İlim ve Usûl kitabı 6 bölümden oluşuyor.
İLİM VE USUL
Mehmed Durmuş
Şinasi Gündüz’ün editörlüğünde, HİKAV tarafından düzenlenmiş olan çalıştayda sunulan metinlerden oluşan “İslami Kimliğin Oluşumunda İlim ve Usûl” (İst-2018) başlıklı kitaba ait bazı mülahazalarımı serdetmek istiyorum. Hemen belirteyim ki, kitabı keyifle okudum ve makalelerin hemen hepsinden bir biçimde istifade ettim. Ancak bazı makalelerde eleştiriye açık gördüğüm hususları da dile getirmeyi ilmî bir vazife saydım.
Kitapta yer alan yazarlar ve sunum başlıkları aşağıdaki gibidir:
-Ekrem Öztürk: Müslüman Kimliğin İnşasında İlim ve Usulün Önemi
-Mehmet Mahfuz Söylemez: İslam Tarih Geleneğinde İlim ve Usul
-Şinasi Gündüz: Dini Yorumda Sapmanın Etkenleri
-Mehmet Ortakaya: Modern Bir Okuma Olarak Sünnet Karşıtlığı
-Şevket Kotan: Kur’an’ı Anlamada Usul Üzerine
-Hamza Yılmaz: Din, Bilim, Zaman ve Usul.
İlim ve Usûlü İbrahim (a.s)’dan Başlatmak
İlk olarak Ekrem Öztürk’ün “Müslüman Kimliğin İnşasında İlim ve Usulün Önemi” başlıklı makalesindeki bir hususa değinmek istiyorum. Ekrem Öztürk, İbrahim (a.s)’ın, hanımı Hz. Hacer’le, oğlu İsmail’i bugünkü Kabe’nin bulunduğu yere, ıssız dağ ortasına bıraktığını anlatan geleneksel rivayeti aynen tekrar ediyor, şöyle diyor:
“Mesela Hz. İbrahim’in Hz. Hacer validemizi Mekke’de, o çorak arazide henüz bir bebek olan Hz. İsmail (a.s) [ile] birlikte bırakıp gittiği durumu hatırlayınız. Bu olayda bir müddet sonra su ve erzakın bitimiyle bir anne şefkati ile Hz. Hacer’in bir sağa bir sola koşturmasını düşününüz. Yardım edecek birilerini bulmak ümidiyle Safa ile Merve olarak bilinen bu tepeler arasındaki bir koşturma sonrası -ki dört defa gidip üç defa geliyor- zemzem olarak adlandırılan suya kavuşuyor.”
Ekrem Öztürk bu satırları, ana başlığı ‘İlim ve Usul’ olan bir çalıştaya sunmuştur, dolayısıyla daha ilmî ve usulî bir titizlik gerekirdi. İbrahim (a.s)’ın, hanımı Hacer’i, oğlu İsmail’le beraber Mekke’de bırakıp, kendisinin Şam’a döndüğü, Taberî gibi bazı tarihçilerin eserlerinde yer alan bir hikayedir. Bu hikayede bir hayli boşluk ve soru işaretleri bulunmaktadır. Taberî, ilk başta İbrahim, hanımı ve bebek İsmail’i “ıssız bir yer, il yok, imaret yok. Dağ arası, taştan ve kumdan başka bir şey yok” dediği yerde yerleştirirken, bir sayfa sonrasında sahneye Cürhüm oğullarını çıkartmaktadır. Demek ki Cürhüm oğulları o yörede ikamet ediyorlardı ki, Taberî tarihinin sahnesine girebilmektedirler. Bazı rivayetlere bakılırsa İbrahim (a.s), hanımı Hacer ve oğlu İsmail Mekke’ye yerleştiklerinde Cürhümîler de orada meskûn durumdaydılar. İbrahim (a.s)’ın, hanımı ve bebek yaştaki oğlunu kurda-kuşa yem olsun dercesine, ıpıssız dağların ortasına bırakıp gittiğinin ilmî dayanağı var mıdır?
İsmail’in Cürhümîler’den bir kızla evlendiği, Taberî’nin kitabında da mevcuttur. İsmail ve annesi kimsenin bulunmadığı Safa-Merve tepesine bırakıldıysa, İsmail’in on küsur sene sonra evlendiğini varsayarsak, evlendiği kız nereden geldi, o da birileri tarafından sessizce yanlarına mı bırakıldı? İbrahim (a.s) hanımı ve oğlunu boş araziye bırakıp gitti ve yıllarca da uğramadıysa, Kabe’yi ne zaman ve kimler için inşa etti?
‘İlim ve Usûlün Önemi’ne dair bir yazıda bu rivayetler kritik edilmeliydi. Zemzemin çıkış hikayesini, İsmail’in ağlayarak ayaklarını toprağa vurmasına bağlamak ne kadar ilmî ve usulîdir? Ve ardından, bizim de (bir amaca ulaşmak için) önce koşmamız, yorulmamız, elimizden geleni yapmamız gerektiğini, ‘kıssadan hisse’ babından bu kıssaya dayandırmak biraz naif kaçmıyor mu? Tam da çalışmaktan, yorulmaktan, koşturmaktan bahsederken, İbrahim’in genç hanımını ve küçük oğlunu tek başlarına dağların orta yerine bırakıp gitmesi, bu hedeflerle ne kadar örtüşmektedir? İbrahim’in bu şekilde ayrılıp gitmesini makul tarzda izah edecek herhangi bir sebep de ortada görünmemektedir. (Taberî’de kıssanın ileriki aşamalarında İbrahim’in, hanımı Sare ancak o kadar izin verdiği için yılda bir kere gelerek Hacer’i ve oğlu İsmail’i görebildiği, hatta birkaç sene hiç uğramadığı v.b. anlatılmaktadır ki bunlar İbrahim (a.s)’a yakıştırılamayacak anlatımlardır).
Hadis-Sünnet İlişkisi
İkinci olarak Mehmet Ortakaya’nın ‘Modern Bir Okuma Olarak Sünnet Karşıtlığı’ başlıklı sunum-yazısında serdettiği hadis-sünnet ilişkisine dair görüşlerine değinmek istiyorum. Ortakaya hadisle sünneti birbirinden ayırmamakta, ayrıştırılmasına itiraz etmekte ve hadis-sünnet ayrımını I. Goldziher’e (ve benzerlerine) bağlamakta, bu ayrımı onun icat ettiğini ileri sürmektedir. Goldziher’in, ilk dönem Müslüman ilim adamları tarafından hadis ve sünnet birbirinden ayrı telakki edilirken, sonraki dönemde aynılaştırıldığına ve hadisin sünnete aykırı olabileceğine dair fikirlerini reddetmektedir.
Alman müsteşrik Joseph Schact da hadis-sünnet ilişkisinde, Macar meslektaşı Goldziher’e yakın tespitlerde bulunmuş, hadisle sünnetin aynı anlama geldiği düşüncesini ilk defa ortaya atan kişinin İmam Şafi olduğunu ileri sürmüştür.
Ortakaya, “… Marjinal, zayıf ya da uydurma rivayetlerden hareketle bütün bir hadis külliyatını zan altına soktular” dedikten sonra, “Oryantalistleri körü körüne taklit eden yerli araştırıcıların ve akademisyenlerin sığlığına” değinmekte; hadis ve sünnet konusundaki yüzeysel yaklaşımlarını Mustafa Sıbai’nin bir anısıyla teyid etmektedir. Sıbaî’nin anısının özeti, Ezher Şeriat Fakültesinde İslam teşri tarihi hocalığı yapan Dr. Ali Hasan Abdulkadir’in, Goldziher’den etkilenmişliğidir! (Oysa Sıbaî de sosyalizmden etkilenmişti!).
Ortakaya, oryantalistlerin sünnet ve İslam hukuku gibi konulardaki iddialarıyla sünnet ve hadis külliyatının Emeviler döneminde uydurulduğuna Müslümanları ikna etmeye çalıştıklarını ileri sürüyor ve şöyle diyor: “Bununla İslam’ın temel referanslarından sünnet’le Kur’an, Müslüman birey ve toplum arasında bir mesafe oluşturulması hedeflenmektedir.”
Oryantalist Takıntısı
Henüz ortalıkta ‘müsteşrik’ diye bir kelime yokken de, hadisle sünnetin aynı değil, ayrı şeyler olduğu biliniyordu. Biz Müslümanların ilmi müsteşriklerden değil, mümin/müslim ilim adamlarından almamız gerektiği hususunda kanaatim tamdır. Ama bu, müsteşriklerin (ve başkalarının) bunca tetebbuatlarına karşı kafamızı kuma sokmayı mı gerektirir?
Allah Rasulü’nün yaşadığı bir İslam vardı ve bu, onun sünnetini oluşturuyordu. Onun sünneti 610 yılı Ramazan ayından itibaren başlamış, 632 yılı haziran ayında vefat edene kadar devam etmiştir. Müslümanlar tarafından az da bilinse, çok da bilinse, bildikleri şeyler isabetli de olsa, isabetsiz de olsa, sonuçta onun sünneti vardı ve tek geçerli/sahih/doğru din anlayışı ve dinî yaşayış biçimi de oydu. Allah Rasulü’nün hadisleri de vardı elbette ama ilk başta kendisi, sahabe tarafından hadislerin yazılmasına izin vermemiş, yazanların da imha etmelerini istemiştir. Bunun bir anlamı olsa gerektir. (Bu hususta Talat Koçyiğit’in eserlerine bakılabilir). Bu ‘anlam’ın başında şu husus gelmektedir: Allah Rasulü’nün hangi konuda ne söylediği merak ediliyorsa, bunun için Kur’an’a bakmak büyük oranda merakımızı giderecektir. Çünkü o, Kur’an’a aykırı hiçbir söz söylememiştir. Okuduğumuz zaman bizim yüzlerimizi kızartan sözleri Allah Rasulü’ne atfeden rivayetler hangi usule sığmaktadır?
Allah Rasulü’nün sünnetini bize en başta Kur’an tanıtmaktadır. Kur’an’dan Rasulullah’ın sünneti bazen genel hatlarıyla, bazen daha detaylarıyla çıkartılabilmektedir. İkinci olarak, Rasulullah’ın sünnetini bize kadar intikal ettiren, kuşaktan kuşağa aktarılan yaşayan/fiilî sünnettir. Üçüncü olarak da, hadisler ve siyer rivayetlerinin sıkı şekilde elekten geçirilmiş olanlarıdır.
Kur’an’sız İslam olmayacağı gibi, sünnetsiz İslam da olmaz. Sünnetin hiçbir cüz’ünden vazgeçemeyiz. Bir inanış ve amel olsun da, Rasulullah’a ait olduğu kesin olarak bilinsin, ben müminim diyen hiç kimsenin bunu beğenmeme, reddetme, tartışma hakkı olamaz. Ama hadisler öyle midir? Şarlatanları bir kenara bırakalım, bir ilim adamının, “hiç vaz geçemeyeceğimiz, bir tek hadis bile yoktur!” demesi mümkün müdür? En sahih hadis kaynağı olarak takdim edilen Buhari’nin Sahihinde bile uydurma hadislerin olduğu gün gibi aşikardır.
Sünnet, bi’setin ilk gününden itibaren, vahiyle eşzamanlı olarak başlamışken, hadis külliyatı Rasulullah’tan yüz sene sonra derlenip tedvin edilmeye başlanmıştır. (Ortakaya “Oldukça erken sayılabilecek bir dönemde” derken kastı bu yüz sene olsa gerektir!). Yüz sene sonraki bu derleme ve tedvin işinde de hadisler arasına birçok doğru hadisin yanı sıra, pek çok uydurma ve güvenilmez sözün de karıştırıldığını kim inkâr edebilir?
Ortakaya hadislerin ilk günden beri dinin bir parçası sayılarak kısmen yazılmış, ama genelde ezberlenmiş olduğunu, sened ve metin tenkidi çalışmaları yapıldığını ileri sürmekte ve sözlerini şöyle sürdürmektedir: “Bütün bunları yok saymak, mevzu ya da uydurma olduğu zaten birçok hadis külliyatında tespit edilmiş bazı rivayetlerden hareketle bütün hadisleri zan altına alarak, hadisler ve sünnet üzerine şüphe tohumları atmaya çalışmak, cahillik değilse eğer art niyetten beslenen bir hainliktir.”
Eğer mesele bu kadar basitse, o zaman, mesela Musa’nın elbiselerini yuvarlanarak kaçıran ve Musa’yı çırılçıplak vaziyette, kavminden bir grubun yanına koşturan rivayeti; yine Musa’nın, canını almak üzere gelen Azrail’e yumruk vurarak gözünü morarttığını anlatan rivayeti; Allah’ın iki elini Rasulullah’ın omuzuna koydurup, elinin serinliğini hissettiren rivayeti; birbirleriyle bile yığınlarca çelişki içeren miraç rivayetlerini; hayali bir figür olan Hızır hadislerini; Allah’ın Adem’i kendi suretinde yarattığı rivayetini; kadının erkeğin kaburgasından yaratıldığını anlatan rivayeti; Cessase hadisini; güneş ve ayı kıyamet gününde iki öküz olarak cehenneme yerleştiren hadisleri; mesih-mehdi, deccal ve İsa’nın nüzulü hadislerini ne yapmalı? Buna benzer yığınlarca rivayet, temel hadis kitaplarına girdirilmek suretiyle adeta dinleştirilmiştir. Ortakaya’nın tasnifindeki bu üç şıktan başka seçenek yoksa, bu rivayetleri cahillik kategorisine mi koyacağız, art niyet kategorisine mi, hainlik kategorisine mi?
Yazarın iddia ettiği gibi, mesela Ebu Hureyre’yi veya İmam Zuhri’yi eleştirmek o insanları itibarsızlaştırmak sayılamaz. Allah’ın, Rasulü’nün ve Din’in itibarı söz konusu olunca, diğer herkesin itibarı teferruattır. Allah’ın ve Elçisinin itibarını zedeleyen rivayetler kimden gelirse gelsin, değeri olamaz. İmam Zuhrî’nin itibarına leke sürdürmezken, Rasulullah’ın itibarı nice olmaktadır?
Bütün bu gerçekler, ‘müsteşrikler’ gibi müstekreh bir mefhum ile geçiştirilemez.
Kaldı ki, ‘müsteşrikler’ bahsinden alacağımız bir ‘hikmet’ de vardır. Müsteşrik deyince akla gelebilecek en kaliteli çalışmanın sahibi Edward Said’den öğrendiğime göre müsteşrikler 150 yıl zarfında Şark’a ait 60 bin kitap yazarlarken, sadece müsteşriklerden şikâyet etmekle avunan Şark’ın evlatları ‘batı’ya dair ne yazmışlardır? Neredeyse ‘hiç’ denecek şeyler!
Müsteşriklerden açılmışken, şu yaman çelişkiye de değinmeden geçmek istemiyorum. Müsteşrik deyince akla ekseriya Yahudi ya da Hristiyan kimliği akla gelmektedir ve haklı olarak bir güven sorunu da beraberinde gelmektedir. Lakin Yahudi ve Hristiyan müsteşrikler hususunda çok titiz(!) olan bazı ilim ehli, Sahabe ve Tabiin döneminde Yahudi ya da Hristiyanlıktan ihtida etmiş olup, Yahudi ve Hristiyan kültürünü İslam edebiyatına fütursuzca boca etmiş bulunan Ka’b el-Ahbar, Vehb b. Münebbih, Temim-i Dari, İbn Cüreyc gibi ravilere hiçbir itirazda bulunmamakta, bilakis, Yahudi ve Hristiyanî kültürü İslam’a taşıdıkları için eleştirenleri bir kez daha cahillik, art niyet ya da hainlikle suçlamaktadırlar. Acaba bu büyük çelişkinin izahı değil midir?
Ortakaya’nın, “Oryantalist bir proje olarak hadis ve sünnet karşıtlığı” tanımlamasıyla iki yanlışı birden yaptığını düşünüyorum. Birincisi, yukarıda özetlediğim gibi hadis eleştirilerini mutlak manada oryantalistlere bağlaması, ikincisi de, ‘hadis ve sünnet karşıtlığı’ şablonu ile hadisi eleştirmeyi adeta imkansız hale getirmesidir. Oysa sünnet karşıtı olunamaz ama hadis karşıtı pekâlâ olunabilir. Çünkü hadisler doğal olarak Allah Rasulü’nün süzgecinden geçmemiştir. Hadis kitaplarındaki hadislerin tamamına yakını ‘ahad haber’ nevindendir ve bir şekilde zan ihtiva eder. “Benim adıma (ta’ammüden) yalan söz uyduran kimse, cehennemde oturacağı yere hazırlansın” diyen Rasulullah ilk hadis eleştiricisi olmuyor mu?
Mehmet Ortakaya “…Sünneti tam anlamıyla hüccet olarak kabul etmeyen bir gruptan ilk defa İmam Şafii ‘el-Umm’ adlı eserinde bahsetmektedir. İmam, haber-i ahad’ı delil olarak almayan bir kesimden söz eder.” demektedir. Öyle zannediyorum ki İmam Şafi’nin kastı doğrudan İmam Ebu Hanife değilse bile, en azından kastettikleri arasında bulunduğu kesindir.
İmam Ebu Hanife’nin haber-i ahadı inanç konularında kabul etmediği sır değildir. Ama onun sünnetle hiçbir sorunu yoktu ve olamazdı. İmamın sünnetle ilgili görüşü şu şekildedir: “Rasulullah (sav)’in üzerinde konuştuğu her şey, biz duyalım, duymayalım, başımız ve gözümüz üstündedir, buna inandık ve bunun Peygamber (sav)’in söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz.” Ebu Hanife istidlalde bulunurken önce Allah’ın kitabına baktığını, onda hükmü bulamazsa Rasulü’nün sünnetine baktığını, sahabe sözünden ise dilediğini seçtiğini belirtir. Tabiine gelince, “İş İbrahim, Şa’bî, İbn Sirin, Hasen, Atâ, Said b. Cübeyr ve benzeri kimselere gelip dayandığında, onlar nasıl içtihat etmişlerse ben de öyle içtihat ederim” demiştir. İmam, hadise muhalefet ettiği ithamlarına karşı şöyle cevap vermiştir: “Allah, Rasulüne muhalefet edene lanet etsin. Allah onunla bize ikram etti, bizi onunla kurtardı.”
Haram-Helal Belirleme Yetkisi Kime Aittir?
Mehmet Ortakaya, Kur’an’da geçenler dışında helal ve haramlardan bahsetmenin Allah’ın hükmünde yeni ortaklar ihdas etmek ve Allah’a şirk koşmak olduğu düşüncesini “sünnet ve hadis reddiyecilerinin iddiaları” kabilinden olup, Kur’an’ın ayetlerine [Ahzap, 36; Haşr, 7] aykırı ve saçma bulmaktadır.
İlgili ayetler Rasulullah’ı, Allah’ın haricinde haram ve helal koyucu olarak tayin ediyor değildir. Zira haramı ve helali elbette sadece Allah belirler. Allah dışında hiç kimse helal ve haram koyamaz. Kur’an Rasulullah’ı marufu emreden, münkerden nehyeden; temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılan bir nebi olarak tanıtır. (7/A’raf, 157). Bu ayeti, Muhammed (a.s) bir nebi olarak Allah’ın belirlediği maruf-münker, helal-haramdan başka, kendisi maruf-münker, helal-haram belirler diye mi anlamamız gerekir? O, bütün nebilerde olduğu gibi, Allah’ın maruf dediğini maruf, münker dediğini münker; helal dediğini helal, haram dediğini haram bilip, insanlara aynen Allah’ın emirlerini tebliğ etmiş ve o şekilde hareket etmiştir.
‘İlim ve Usul’ kitabında makalesi bulunan Şevket Kotan, aynı çalıştaya birlikte katılmış olduğu M. Ortakaya’nın görüşlerine aykırı olarak şöyle demektedir: “Görüldüğü gibi burada saygı-saygısızlık boyutunda bir mesele yerine Allah’ın egemenliği ve dini teşriat boyutunda bir mesele söz konusudur. Dolayısıyla anlatılan bu hadise dolayımında inen ayetten eğer bir mesaj çıkarılacaksa o da şu olmalıdır: Helal ve haramı belirleme yetkisi sadece Allah’a aittir; hiçbir sebeple bunlar Allah’tan başkası tarafından değiştirilemez.”
Rasul-Nebi Ayrımı
Son olarak Ortakaya’nın rasul-nebi ayrımına dair eleştirilerine de kısaca yer vermek istiyorum. Yazar, Kur’aniyyûn akımının rasul-nebi ayrımı yaptıklarını belirtmektedir. Bu doğru olabilir fakat bu ayrımı daha ilk başta geleneksel din yorumcularının yaptığını görmezden gelmemek gerekir. Geleneksel anlayışa göre, yeni bir kitap, yeni bir şeriat ile gönderilmeyip, kendinden önceki bir peygamberin kitabını ve şeriatını ümmetine bildirmekle memur olmuş zata nebi denir, resul denmez. (Ö. N. Bilmen, Büyük İslam İlmihali, 17).
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *