Sessizlik ne kötü bir hastalıktır…

Sessizlik ne kötü bir hastalıktır…

Nerde susacağımızı ya da susmamız gerektiğini neye göre bileceğiz? Ölçümüz ne olacak, diye sordum. İşte dedi, cevaplaması en güç sorulardan birini sordun…

Bünyamin Zeran

Sessizlik dedi babam en kötü hastalıktır… Ne demek istediğini anlayamamıştım. O çocuk aklımla anlamam da zor idi. Sessizlik neden bir hastalıktır üstelikte en kötü hastalıktır baba diye sordum. Çünkü bizler biraz yaramazlık yapsak susun, sessiz olun bakiim diyerek kaşlarınızı bize çatmaz mısınız? Sessizlik her zaman kötü bir hastalık değildir o zaman dedim içimden. Babam ne demek istediğimi anlamış olmalı ki evet evlat dedi sessizlik her daim kötü bir hastalık değildir. Lakin susmasını bildiğin yerde derdin devası da olur.

Peki öyleyse nerde susacağımızı ya da susmamız gerektiğini neye göre bileceğiz? Ölçümüz ne olacak, diye sordum. İşte dedi cevaplaması en güç sorulardan birini sordun. Zira toplumların ve bireylerin çıkarlarına hizmet ettiği bir dünyada hakikat buharlaşıverir. Hakikatin kaybolduğu bir yerde de susmak ve çığlık atmak ölçüyü kaçırabilir dedi. Yaşım itibariyle babamın söylediklerini anlamam zor gibi görünüyordu. Babam okuyan biri idi. Dilinin ucunda onca kelime ve sözcükler adeta hücum borusunu bekleyen bir asker gibiydi. Hemen dışarı atılmak için sıra bekliyorlardı. Oysa babam konuşsak olmuyor sussak gönül razı değil kabilinden kendini hırpalıyordu. Babamın hiç sigara içtiğini bilmem. Böylesi durumlarda da sigaraya ihtiyaç duymazdı. En sıkıntılı zamanlarında kafasını toplayabilmek için uzun yürüyüşler yapardı. Kendiyle konuşur, bazen de kendine kızardı. İçindeki öfkeyi kimse susturamazdı. Sakinlediği zamanda ise konuşacaklarını anlayabileceğine inandığı insanların yanında ortaya döküverirdi. Dilinin söylediğinden çok daha fazlası kalbinde telaffuzsuz bir şekilde kalakalırdı. Bir iç çeker sonra “insanın derdini anlatabileceği yeterlikteki kelimeler henüz insanlık tarafından icat edilemedi” derdi.

Yüzünde sürekli taşıdığı bir hüzün vardı. O hüznün yalnızca öldüğünde kaybolduğunu gördüm. Teneşire boylu boyunca yatırdıklarında “sizin dünyanızdan kurtuldum” der gibi mutlu bir çehresi vardı. Oysa o çehre yıllarca hüzün deryasıydı benim için. Onu yaşarken o hüznünden kurtulmuş olarak görmeyi ne çok isterdim. Öldüğünde görmek nasip oldu. “Sessizlik” derdi, “en büyük lanetimiz olmalı.” Babamı anlamadığım zamanlar onun yüzüne uzun uzun bakardım yine öyle yaptım. Babam saçlarımı okşayarak yüzüme baktı. Gözlerinde hüznün aydınlattığı bir gülümsemeyle senin anlayacağın bir dille anlatayım evlat dedi. Senin anlayacağın bir dille dilim döner mi bilmem zira ben büyüyeli çok oldu dedi. Ben çocukken büyük olmak zorunda olanlardandım oysa şimdi yaşları kırka, elliye varmışların bile çocuk kaldıkları bir çağda yaşıyorum dedi. Konuşurken kelimelerine dikkat ederek benim kalbimin tüm açıklığıyla anlamasına gayret ediyordu. Adeta bir mayınlı arazide mayına basmamak için dikkatlice yürüyen bir kişi gibi yanlış bir kelimeyle gönlümde tahrip edici bir patlamanın önüne geçmeye gayret ediyor gibiydi.

Evlat dedi, beş duyu organımızı bilirsin. Görmek, dokunmak, koklamak, tatmak, işitmek. Allah insanlara bu duyu organlarını niçin vermiştir? Eğer görmeyeceksen, duymayacaksan, işitmeyeceksen, tatmayacak ve dokunmayacaksan niçin bu melekelerin sende varolduğu ile gurur duyarsın. Ama baba dedim. Her şeyi tadamam ve her şeye dokunamam hatta bazı şeyler var ki ne konuşmam ne de duymam, ne de görmem doğru olur. Bunu bize sen öğrettin dedim. “Doğru”, dedi ben öğrettim. Bu organları veren kim söyler misin dedi. Ben Allah’tır tabiiki dedim. İşte evlat işin sırrı buradadır dedi. Ne duyacaksan Allah için, ne söyleyeceksen Allah için, ne tadacaksan Allah için, neye dokunacaksan Allah için ve neyi göreceksen Allah için göreceksin. Ölçün de Allah olacak. Şahitlik yapmak neyle olur bilirsin dedi. Görmediğin, duymadığın bir şey üzerine şahitlik edersen yalancı olursun. Ama gördüğün ve duyduğun bir şeyi söylenmesi gereken bir zamanda söylemezsen de zulmetmiş olursun. Hem kendine zalim olursun hem de senden şahitliğini söylemeni bekleyen muhatabına zalim olursun. İşte o vakit sessizlik senin en büyük lanetin olur dedi.

Babamın o sözleri hala aklımdadır. Söylenmesi gereken şeyleri söylenmesi gereken bir zamanda konuşmak gerek. İsmet Özel buna zor zamanda konuşmak diyor ki haklıdır. Babamın öldüğü gün büyümeye başladım. Ben de babam gibi çocukken büyüyenlerdenim. Tarih değişti, toplumlar değişti, insanların alışkanlıkları ve örfleri değişti. İnsan hep aynı insan olarak kalmaya devam etti. Kokuşmuş çamurdan yaratılan insan tarih boyunca çamur halini hep yanında taşıdı. Çok az insan zor zamanda konuşmayı seçerek adını şahitler listesine yazdırdı.

Modern insan, birey olarak kalmayı ve yaşamayı çok sevdi. Kendine her zaman bir hedef gösterildi. Gelecek şimdiden daha iyi olacak denildi. Daha iyi olacak şey onun konforuydu. İstikbal duygusu artık ahiret hayatı ile çevrelenen bir olgu olmaktan çıktı. İstikbal dediğimiz şey bireyin daha iyi bir iş imkanı, makam vaadi veya daha zengin olacağı mitlerle süslendi. Ve insanlar gelecek kaygısı, istikbal beklentileri nedeniyle beş duyu organlarını işlevsiz hale getirdiler. Konuşmaları gereken bir yerde sustular, görmeleri gereken yerde gözlerini kaçırdılar, duyduklarını inkar ettiler. Ey insanlar bu gidiş nereye ayetini görmezden geldiler. Ne var ki bu insanlar Kur’an okuyorlardı, İslam’ın temsilcisi oldukları iddiasındaydılar. Her biri namazlarına riayet eden ve Müslümanlığı kimseye bırakmayanlardı. Ama görmüyorlardı, işitmiyorlardı, kalplerine bir ağırlık çökmüştü. Sessizlik onların en büyük laneti olacaktı farkında değillerdi. Çünkü korkuyorlardı. İçlerinden birileri kral çıplak demişti de kral bu duruma çok bozulmuştu. Dört bir yana adamlarını saldı bulun ve cezalandırın bana çıplak diyenleri dedi. Dört bir koldan atlılar gelirken sessiz kalabalıkların içinden geçip gittiler. Kimse konuşmuyordu. Konuşursak bizi de cezalandırırlar diyorlardı, bize de kötülüğünüz bulaşır hem siz kral çıplak demekle zaten hakettiniz bunu diyorlardı. Oysa bunlar Firavun’un karşısında büyücülerin hikayesini nasıl da içli içli anlatıyorlardı vaazlarında. Musa kim, Firavun kim, büyücüler kim hepsi birbirine karışmıştı.

Kral bir yandan şöyle diyordu: Allah, bizi uyarmak için bu çapsız adamları mı bize gönderdi? Bunlar benim idaremde hangi yetkin belgeye sahipler? Bunlar benim kullarım değil mi? Tek bir sözümle onları yaşatacak ve öldürecek ben değil miyim ki bana çıplak deme bedbahtlığını göstermekteler? Eğer biz ilah edindiğimiz güç, para, mevkii, itibar, gayri safi milli hasılalar ve istatistiksel değerlere sahip çıkmasaydık bizi de kendilerine dönüştüreceklerdi. İşte hayat insana yine seçim şansı vermişti. Allah’a iman edenlere Allah lütufta bulunmuştu beş duyu organlarınızı kullanın, işlevsel hale getirin diye. Ama birçoğu Firavun’un yanında Haman olmayı seçti. Çünkü büyücü olmak artık gazabı gerektiriyordu.

Yıllar geçti babamı daha iyi anlayabiliyordum artık. Evet yıllar boyunca bir hüzünle yaşamak ve o hüznü gözlerinde taşımanın ağırlığını şimdi daha iyi duyumsayabiliyorum. Allah’ın verdiği her şeyi ve Allah’a ait olan her şeyi yine sahibinin buyruğunca kullanmak insanı eşrefi mahlukat yapıyormuş bildim. Ben babam kadar şanslı değilim. O tabiatın içinde uzun yürüyüşler yapardı. Ormanların ve çağlayan derelerin kıyında kalbini sükuna erdirirdi. Ben ise modernitenin inşa ettiği şehirlerde egzoz dumanı ve motor gürültüleri eşliğinde yürümek zorunda kalıyorum ve kalbimin bir yarısı hiç sükun bulmuyor. Sükun bulmayan yanımı çığlıklarımla bastırmaya çalışıyorum. Sessizlik diyorum benim lanetim olmayacak. Çünkü susmayacağım. Biliyorum susarsam hakikati örtmüş olacağım, hakikati örtersem Davut ve Meryem oğlu İsa diliyle lanetleneceğim. Birbirlerini kötülükten vazgeçirmeyip sessizce birbirlerinin kötülüklerini izleyen kimseler ve birbirlerine el uzatmaları gerekirken ellerini istikbal kaygısıyla birbirinden çekenler kuşkusuz sessizliğin lanetine uğrayacaklardır. Çığlık atarak ölmek babamın ölüm halindeki yüzündeki huzuru bana kazandıracaktır bilirim. İşte o vakit kurtuldum diyebileceğim.

“Size gerçek, gerçeğin ta kendisi olarak diyorum ki, toprağa düşen bir buğday tanesi yok olmazsa sadece bir buğday tanesi olarak kalır; ama yok olursa o zaman bereketli mahsul doğurur.” (İncil, 12. Bap, 24. Ayet)

Venhar Haber

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *