“Bir din veya ideoloji fikriyatını hâkim kılmak, onun gerektirdiği düzeni, sistemi temin ve tesis etmek iddiası, düşüncesi taşımıyorsa bu bir gözü kör, bir eli ayağı olmayan bir bedene, bir kefesi olmayan teraziye benzetilebilir.”
Hakikat Bilgisi ve Hâkimiyet İddiası
Mustafa Bozacıoğlu
‘Hakikat’ kavramı ‘doğru bilgi’ anlamına gelse de ondan daha derin, kapsamlı ve kuşatıcı bir anlam dünyasına sahiptir. ‘Doğru’ görecelilik içerecek bir çerçeveye dahil edilebilir belki. Örneğin ‘sıcaklık’ kavramı çölde farklı, kutuplarda farklı okunabilir. Birçok alanda birçok konu bu manada ele alınabilir. Bunun en güzel örneklerini hayli zamandır medyada, kitleler önünde tartışılan ‘beslenme’ konusunda görebiliyoruz. Farklı listeler üzerinde bir kamplaşma, kutuplaşma olduğunu bile söylemek mümkün. İşte ‘görecelilik’ dediğimiz de bu! ‘Senin doğrun, sana, benim doğrum bana’ denilebilecek ve kısmen anlaşılabilecek bir durum bu; bulunulan noktaların ve bakış açılarının, öğrenilenlerin, iştigallerin farklılığından dolayı…
Konu ‘hakikat’ olunca, burada insanın susması, ‘dinledik ve itaat ettik’ demesi gereken dinî bir vasattan söz ediliyor demektir. Hakikat, kişiye göre değişmeyen, üzerinde kesin mutabakata varılmış, mutlak olan, sabite, hakk ile ilintili, tartışmasız ‘gerçek bilgi’ anlamındadır. ‘Sana göre, bana göre’si olmaz! Tam kıvamında olduğundan bu hamur hiç su kaldırmaz! Sağa sola çekmeye gelmez! Zan içermez!
Doğrudan din ile alakalı olduğundan, o dinin şarisi tarafından beyan edilenlerin tamamıdır ‘hakikat’. İnandığını söyleyen için artık bir tercih hakkı ve şansı da yoktur. Tercih hakkı yolun başında kula sunulmuştur. İki yoldan birini seçecek ve bu seçimini değiştirmediği sürece bundan sorumlu olacaktır. Hakikat kavramı, hayatın her an ve alanında ve daha ziyade bilimsel verilerde kullanılan bir kavramdır. Lakin burada deneysel ve gözleme dayalı bir alan söz konusu olduğundan ve verilere ulaşma yol ve yöntemleri değişkenlik ve kişisellik taşıdığından zannilik ve ihtimaller de devreye girmekte, mutlak bir sonuçtan, kat’i bir veriden, hükümden bahsedilememektedir. Bugün için doğru diye sunulan bir verinin yarın yanlışlanabilmesi mümkün olabilmektedir. Bugün doğru diye dayattıklarına, yarın kendileri yanlış diyebilmektedirler. Bu illa da bilimsel bir mesele de olmayabilir. Bugün bize doğru gibi gelen bir şey, yarın doğru gelmeyebilir. Bu ‘günah’ vasfına da dâhil edilemez. Öyle bir şey değil. Basitçe, size bugün uçak yolculuğu iyi, doğru gelirken, yarın tren yolculuğu hoş gelebilir. Bunu her zaman için ‘Şu doğrudur, ben haklıyım!’ diye iddia edemezsiniz.
İşte bu görecelilik ve tercih farklılığına sebep olan ibaha alanı size o konuda bir hak da doğurmaz, güç de vermez, üstünlük de taşımaz. Buradan sınır belirlemeye yol da, mahal da yoktur. Mesele din konusuna gelince ‘hakikat’ olsusu ‘hâkimiyet’ iddiasını da beraberinde getirir. Değişmez sabitelere, mutlak doğrulara, zanni olmayan bilgilere, kısaca ‘hakikat’e vakıfsanız, ‘hâkimiyet’ hak ve iddiası doğacaktır bundan. Bir sınırlı alan, hükümler ve ilişkiler… Bundan bir ‘hukuk doğacaktır aynı zamanda. Bu sabiteler, mutlak doğrular, zanni olmayan bilgiler, yani ‘hakikat’ birer yorum ve bizim kendimize göre anladığımız, açıkladığımız şeyler değildir. Bunlar bize bildirilen, iletilen, açıklanan, örneklenen verilerdir. Ez cümle; son mesajdır, Kur’an-ı Kerim’dir. Bakınız hadis ve sünnet olarak birbirinin yerine kullanılan, karıştırılan, ‘Hz. Muhammed’in söylediği söylenen sözler’ olarak tanımladığımız (Sünnet, uygulamaya dönük olmakla beraber orada da çok farklı, birbirine tezat aktarımları bulmak mümkündür, ne yazık ki!) hadis usulüne baktığınızda raviler üzerinde yapılan ‘cerh ve ta’dil’ ve metin üzerinde yapılan tenkid ve kriterlerin meselenin ‘zan, şüphe, ihtimal’ içerikleri sebebiyle olduğu aşikârdır. Neticede bunlar, şeksiz ve şüphesiz bilgi ve hakikat kaynağı olan Kur’an’a vurularak değerlendirilmektedirler.
İşte bu açılardan baktığımız zaman elimizde, şek ve şüphe barındırmayan, hakikatin yegâne tartışmasız kaynağı olarak Kur’an kalmaktadır. Bu hakikat, başka verilere özellikle sünnetin ‘kurucu örnekliğine’ (Hayri Kırbaşoğlu) müracaat edilmeyeceği anlamı çıkmaz. Esasen hayatın idamesinde ve ilişkilerin sürdürülmesinde ana kriterler, kırmızı çizgiler şemsiyesi altında farklı müktesebattan da söz etmek mümkündür. Bunların da o asla muvafakatı ölçüsünde hakikatin icrasında bir değeri ve yeri mutlaka vardır. Lakin malumunuz üzre ve yine Kur’an’ın beyanıyla ‘zan; haktan, hakikatten yana hiçbir şey ifade etmez!’ ve hakikat sınıf, grup, zümre çıkarlarına, bireysel tercihlere ve de parmak hesaplarına indirgenemez. Yine ‘Hak, Rabbinden gelendir…’ ve ‘Hak geldi batıl zail oldu!’ beyanları da dikkat çekmeye çalıştığımız hakikatin altını çizmekte, imlemektedirler. Zira o dönemin cahiliye sapkınlığına düşmüş kişileri de bir malumat çerçevesinde hayatlarını idame ettiriyor, kural koyuyor, sosyal hayatı kendilerince, örfe, geleneğe göre tanzim ediyorlardı. Bunun da doğru olduğunu düşünüyorlardı. ‘Dininize sahip çıkın!’ diyerek birbirlerini de uyarıyorlardı! Amr bin Hişam’ın cahiliye döneminde/İslam öncesinde ‘Ebul Hakem’ olarak, daha sonra, son vahyin nüzulü akabinde gösterdiği inkar mücadelesi ile ‘Ebu cehil’ olarak vasıflandırılması oldukça manidar değil midir?
Ashabın Hz. Muhammed(as)’e hayatın akışında, bazı meselelerde; ‘Bu vahiy midir, yoksa sizin bir görüşünüz müdür?’ mealindeki sualleri, akabinde vahiy olduğu söylendiğinde ‘işittik ve itaat ettik’, yok kendi ictihadı olduğunu öğrendiklerinde ise ‘Şöyle olsa, böyle olsa…’ dedikleri kendi fikirlerini söyledikleri, Allah elçisinin (as) de görüşünü değiştirdiği, onlara olur verdiği vakidir, bu ayrı… ‘Allah ve resulü bir konuda beyanda/tercihte bulunduklarında, inananların tercih hakkı yoktur.’ mealindeki ayet bu hususa işaret etmekte ve sınırları belirlemektedir. İnanmayanlar için her yol Angara, angarya!
Bu ‘hakikat’ olgusudur ki kaynağı itibariyle aşkın olunca, hâkimiyet iddiası ve hakkı açısından da biriciktir. Kulları karanlıklardan/zulümattan aydınlığa, hidayete ulaştıracak alternatifsiz tek yoldur. Bir sahabinin Bizans/Pers kralının ‘Buralara niçin geldiniz?’ sorusuna verdiği ‘Allah’ın kullarını, kula, kullara kulluk ve kölelikten kurtarmaya, bir olan Allah’ın hak yoluna iletmeye geldik!’ cevabı, başka söze hacet bırakmayacak kadar açık ve vecizdir.
Bir felsefecinin (J.J. Rousseau); ‘İnsanlara yasa yapmak için, kendisinin bir çıkarı olmayan, insanları en iyi bilen, mahza insanların faydasını gözeten, kendisi aşkın olan.. tanrılar gerek!’ dediği gibi bir durumla karşı karşıyayız. O bu terkibi kurarken kendi içinde bulunduğu hal gereği çoğul bir hükmi kişiliğe ulaşmış olsa da biz bunu ‘tek yaratıcının zatıyla muttasıf bütün sıfatları’ olarak okuyarak bir tashih ve tahsis yapabiliriz. Dostoyevski; ‘Allah’ı hayattan atarsanız her şey mubah, her şey mubah olunca da kötülük yapmak en kolay ve tercih edilen şey olur!’, J. Paul Sartre de; ‘..iyi ve kötü değerlerle alakalıdır. Değerleri/Allah’ı yok sayarsanız kötülük yol olur!’ derken bir hakikate işaret etmektedirler. Elbette bizim bu kişilerden referans almamıza gerek yoktur. Lakin başka bir açıdan meseleye bakmak isteyecek olanlar olabilir!
Düşününüz, yeryüzünün farklı bölgelerinde insanların yaptıkları, sonra kendi elleriyle bozup değiştirdikleri (Cahiliyye müşriklerinin elleriyle yaptıkları helvadan putlarını acıkınca yemeleri benzeri… Bir kere delmekle bir şey olmaz demişti mesela birisi… Bir diğeri bomba ile demokrasi ihraç ettiklerini söylemişti…) yasa, kanun ve yönetmeliklerin insanlığa hayır, selamet getirmediği, adalet dağıtmaktan ne kadar uzak olduğu, yeryüzünü talan ettiği, sömürdüğü, insanlığı günbegün felakete sürüklediği ayan beyan ortada değil midir? Bakınız trafik kurallarında ve yerine göre uygulanan cezalarında dahi bir istikamet ve istikrar olmadığı, bir ‘mümaselet/eş karşılık ilkesi’ dahi getirmediği, çoğunlukla makuliyet taşımadığı ortada değil midir? Nerde kaldı insanın genel idarei maslahatına çare olsun!
Şimdi bazı aklı-ı evveller kalkıp bize yeryüzünün müslümanların yaşadıkları coğrafyalarını karşı delil olarak sunup kan ve gözyaşının eksik olmamasını dine, dini hakikatlere bağlama cür’eti göstererek kendilerine haklılık çıkartmaya çalışacak ve güya rasyonaliteye, beşeri kavramlara; hümanizm, demokrasi, liberalizm, özgürlük, eşitlik, kapitalizm, sekülerizm vb. ideolojilere meşruiyet taşımaya kalkışacaklardır, densizlik ve hadsizlikle… Bu hadsizlik ve densizlik görünürde onların anlattıklarının yanlışlığından kaynaklanmıyor, mesele işin içinde başka hinliklerin, hainliklerin olmasından kaynaklanıyor! Bu görünenlerde, yaşananlarda ev sahiplerinin, ‘müslümanım diyenlerin’ azımsanamayacak sorumlulukları olmakla beraber, bir o kadar da dış operasyonların, kurgu ve manipülasyonların etkisi vardır. Diyordu ya Musa (as), Firavun’a; ‘Başıma kaktığın, beni nankörlükle itham ettiğin şey, İsrailoğullarından çaldıkların, gasp ettiklerin, sömürdüklerin, onları köleleştirmen sebebiyledir!’ diye, işte aynen öyle…
Hakikatin olmadığı yerde sahte mutlaklıklar hüküm sürmekte, hükümran olmaktadır (Atasoy Müftüoğlu’nun ‘Sahte Mutlakların Hükümranlığı’ kitabından), doğal olarak! Bu illa da ‘makûs kader!’ değildir; Allah’ın bize yüklediği bir yük, ekstra sorumluluk hiç değildir! Ellerimizle yaptıklarımızın veya yapmadıklarımızın karşılığını görüyoruz. Başımıza gelenler hak ettiklerimizdir! ‘Hak’ gelirse ‘batıl’ zail olur! Diyeceksiniz ki ‘Hak’ geleli son dönemeçten beri yaklaşık bin dört yüz yıl geçti, bu ne hal! Evet, doğru, son hakikat pınarı Kur’an’ın inzalinden bu yana o kadar zaman geçti. Hatta ‘İslam’ olarak düşündüğümüzde o süre ilk insanın yaratılışına, halife kılınışına, ilk vahye kadar gider ve tarihin başlangıcına kadar uzanır. O halde bu hal nedir, hakikaten! İzahı var mıdır? Allah günleri aramızda döndürdüğünü söylemektedir son mesajında. Yine ‘insan için ancak sa’yi vardır, yani yapıp ettikleri, hak ettikleri kadarı…’ buyurmaktadır. Bu mesajlar bize birer ipucu sunar mı acaba?
‘Toplumsal değişim’ olgusu da konunun bir başka vechesi. Rad 11’de ve En’am 53’te buyurulduğu gibi bunun bir vasatı, süreci, ilişkiler silsilesi, sebep-sonuç ilişkisine bağlı olduğu da bildirilmektedir oralarda. Hakkın gelişi ve hak edişin olması bir asgari şarttır. ‘Geliş’ kelimesinin de tezahür etmek, ortaya çıkmak, etken olmak, görünür-bilinir-uygulanır olmak, (hakkıyla ve doğru) temsil edilmek, farkını fark ettirmek, rengini vermek, ilkelerini, sabitelerini, çizgilerini deklare edip tahakkuk ettirmek gibi anlamları olduğu izahtan varestedir. Yoksa olmayan bir şeyin yeni gelmesi değil, ‘yeniden’ belirginleşmesi anlamındadır.
Bu din bulunduğu ortama rengini vermek, düzenini tesis ettirmek, buyrukların tahakkukunu sağlamak, insanların iradeleri ile gönüllü tercihleriyle imtihan bilinci içinde öteyi gözeten bir teslimiyetle hayatlarını sürdürmelerini temin etmek, kişi sayısına bakmadan en azdan çoğa doğru, yeryüzünün tamamını bir ve tek alan olarak gören bir ufuk içinde hâkimiyetini tesis etmek ister. Aynı şekilde ikincil pozisyona itilmeyi, ortaklığı, pazarlığı, alternatif görülmeyi, anti tez zannedilmeyi, üçüncü yol edilgenliğini, karşıtlığı reddeder. Esasen bu olgu tüm ideolojilerde de mevcuttur, bazı Batıni, esoterik, sırf meditasyonel yönelimleri ayrı tutarsak. Bu, düşünce ve metoddan oluşan her çıkış için böyle olmak durumundadır. Düşünceyi/akıdeyi ‘koruma ve yayma’ potansiyeli ve isteği başat ve olmazsa olmaz kaidedir her hareket için. Bu ‘İslam’ söz konusu olduğunda tamamen böyledir. Aksi bir ima bile bu dini tanımamak, yanlış tanımak anlamına gelecektir. Bunun ‘nasıllığı’ ayrı bir konu olmakla beraber bu da türedi, keyfi ve kişisel bir algıya indirgenemez. Bu dinin şarisi bunun yol ve yöntemini, metod ve tekniğini, olurlarını ve olmazlarını son mesajında mündemiç olarak son elçisinin şahitliğinde/örnekliğinde, önceki elçilerin mücadelelerinden kesitler sunup eğiterek ‘şekil A’ denilecek biçimde göstermiştir. İşitmek, görmek isteyene… Akleden kalplere…
Konunun özü sayılabilecek manada şunları da söylemek lazım: Kur’an bugün için adına ‘evrensel değerler’ de denilen olguları kapsayacak şekilde ‘hakikat’in tek kaynağı mıdır? Bir boşluk bırakmamış mıdır? Tarihselci bakışla söylersek, indiği ortamda sözünü söyleyip, işini tamamlayarak ve sadece iz, işaret bırakarak, ima ederek orada kalmış mıdır? Malumunuz, post modern algı hakikati bölüp parçalamış, herkesin kendince bir hakikat dünyası olabileceğini dayatıp (dez)enforme ederek bir algı kilitlenmesine ve az önceki sualimize sözüm ona gerekçe sayılabilecek bir bakışa kapı aralamıştır. Biz de şunu soruyoruz; Kur’an’ın değinmediği, içermediği bir hakikat söyleyin, yalnız bugüne değil -iddialı olarak söyleyelim- geleceklere, ahir zamanlara, kıyamete değin geçerli ve kapsayıcı olmasın? Kur’an elbette hakikatleri ilk söyleyen değil ve fakat son kez yineleyen, nüzul ortamındaki örnekliklerle, özellikle cahiliyyenin, şirkin ve küfrün hâkim olduğu, önceki hidayet ve istikamet beyanlarından sapmanın sorunlarını, tikel problemlerinden hareketle algı dünyalarını çözerek bir ufuk vermiş, değerlerini yeniden tahkim etmiştir. Kavramsal bir düzenleme yoluna gitmiştir. Tevrat’ta ve İncil’de (tüm risalet tarihinden kesitlerle, onları da içererek) beyan edilen hakikatleri tasdik ederek, gizlediklerini açığa çıkararak, saptırdıklarını/bozduklarını düzeltip tashih ederek genel geçer hakikatleri deklare etmiştir. 5E denilen; din, can, mal, akıl ve nesil emniyetleri bunların en özet halidir ve Kur’an bunları en kapsamlı (efradını cami, ağyarını mani) biçimde halletmiş, boşluk bırakmamıştır, en azından ana arterler açısından. Boşlukları da doldurmak, ilhamını yine O’ndan alarak sadece Allah’a kul olan, O’nun hâkimiyetine ram olmuş, ahireti hesap eden ‘kul’ tarafından (Birey değil!) tamamlanacaktır. Şimdi mesela, hak dini referans almadan bireyin, insan aklının (heva ve hevesinin, rasyonalite ve bilimselliğin etkisi altında) ürettiği, hepimizin ‘evet’ diyeceği nesil emniyeti, mal ve can emniyeti ile ilgili iler tutar bir şeyler söyleyiniz bakalım. İnsanlığa hayır getirmiş mi şimdiye kadar bunlar? Bundan sonra getirir mi? Asla! (J.J. Rousseau’yu hatırlayınız.) Sonra dinin düzenlemesinde neyi beğenmediniz? Yoksa işinize mi gelmiyor?! ‘Şu hususu, bu kuralı, olan kaideleri değiştirelim..’ dediğimizde insanlık fevc fevc dine mi akacak? Yine hümanizmin özgürlük anlayışına aykırı diye dinin emrettiği ibadetleri, birçok alanda getirdiği (5E’yi korumak adına ve farklı hikmetlere mebni olarak) yasakları/haramları; yine liberalizmin/aydınlanmacılığın ‘eşitlik algısına’ aykırı diye miras ve şahitlikle ilgili düzenlemeleri yok saydığımızda insanlar dine mi teveccüh edecek? Kullarını razı etmek mi, Allah’tan ve buyruklarından razı olup O’nu razı etmek mi daha makuldür, kendisi de yaratılmış, imtihana tabi kılınmış insan için?! ‘Din gününün/hesap gününün yegâne sahibi ve otoritesi olan yaratıcı kullarını hesaba çekeceği konuları seçmekte ve beyan etmekte de tek hak sahibi ve yetkili değil midir? Rabbimizin denizin köpüğüne benzettiği batılın, bu hak ve hakikat karşıtı duruşun sahibi kendi yaratılmış olan insanın başkaları için sınır çizmeye, kural koymaya haddi ve yetkisi olabilir mi? Bunu ne kadar adilane yapacağını iddia etse de bu kuru bir iddia olmaktan öteye geçebilir mi? Vahyin kılavuzluğu ve buyrukları olmadan insan ne kadar felsefe yaparsa yapsın, aklını işe ne kadar koşarsa koşsun, bilim yapsın, deney yapsın ‘sırat-ı müstakimi’ bulabilir mi; sırf bir ‘yaratıcı’, ‘ilk harekete geçiren’, ‘bu kadar işleyişin tesadüfe bağlanamayacağından zorunlu bir üstün güç’ olgusuna, gerçeğine, bilgisine varırsa varsın? Bunları buldu; pekiyi O’na ulaşan yolun gereklerini, emirlerini/helalleri/ibadetleri ve nehiylerini/yasakları/haramları bulabilir mi? Bu bulduklarının ‘hakikat’ olduğuna kim ikna olacak, güvenecek? Bu onu ilah ve rab edinmek olmaz mı? ‘Kendim bulurum, bu beni bağlar!’ derse, bu da ‘nefsini, heva ve hevesini ilah edinmek’ değil midir?
İşte fark şu; postmodern, nevzuhur algıda ‘gerçeklik’ yoruma tabidir ve olabildiğince bireyseldir. (Şimdilerde farklı bir faza, dijital/algoritmik çağa, yapay zekâ dönemine girmiş olmamız nitelik anlamında bir şeyi değiştirmiyor, aynı ‘lacivertlik’ sürüyor! Ahlaktan, ilkeden yalıtılmış bir bilimsellik, rasyonalite ekini ve nesli, algıları, zihinleri helak ediyor! Bilim ‘din’ formunda tek dünyalılığı, insan heva ve hevesini tahkim ediyor!) Kişisel tatmini esas alır. Oysa İslami algıda, düzende ve sosyolojide ise tüm olay ve olguların tabi olduğu, ona göre ölçülüp biçildiği, kritiğinin yapıldığı, norm olarak bir ‘gerçeklik’ vardır. Kişinin yaşam alanını yok saymadan, toplumsal yapılanmayı esas alır.
Bu arada, ‘Müslümanım’ diyenlerin içinde bulundukları açmazlardan, kargaşadan, olumsuzluklardan ‘İslam’a da halel gelmez, bu ayrı. Bunu bilelim; doğru oturup doğru konuşalım! Bu zaaf kişilere aittir. Görünürdeki bu fark ve uçurum, olması gerekenle olanın uyuşmazlığı; sahih bilgilere vakıf olamamaktan, aidiyeti hakkıyla temsil edememekten, o da hakkıyla teslim olamamaktan kaynaklanmaktadır.
İşte bu istek ve iddia, ‘hâkimiyet’ olgusu öncelik ve önemle ‘hakikat’ bilgisine, algısına dayanmaktadır. Aslında teşbihte hata olmazsa ‘yumurta tavuk’ ikileminde olduğu gibi birbirinin lazımı melzumu, sebebi sonucu olarak görülmesi gereken, birbirinden ayrılamayacak özelliklerdir. Yanlış bir hakikat algısından –aslında zan desek daha doğru olur-, yorumdan ibaret, nesnel gerçekliği olmayan, subjektif ve öznel yargılar bir birlik ve dirlik oluşturmaktan ziyade kaos oluşturur, fitne vesilesi olabilirler. Nitekim olmaktadırlar da! Müslümanların yaşadıkları coğrafyaların hallerini bu çerçevede okumak daha mantıklı olacaktır. Ana gövde bölünmüş (Yanlış anlaşılmasın, burada o bölünmüşlüğün de bir örneği olarak ‘sünni camia’ diye bir kastımız yoktur!), parçalanmış, herkes kendi yanındaki parçayla yetinir, avunur olmuş bunu tek yol, bütünün kendisi diye dayatarak bir kargaşa ve şiddet ortamı hâsıl olmuştur, olmaktadır el’an da. Modernizmin hakikat algısı üzerindeki operasyonu ve dezenformasyonu akabinde şimdinin post modern uzantılarında ‘her ne düşünüyor, tasarlıyorsanız, neye dayanıyor olursanız olun, dediğiniz ne olursa olsun’ hepsi bir gerçektir, hakikattir algısına evrildi, dünya âlem! Bu herzeyi bizler de yuttuk! Aslında ‘Ne olursan ol, yine gel!’ zırvası ile beraber bu hapı, uyuşturucuyu yutmuştuk, daha önceleri de olmakla beraber! Şimdi, Yok te’vil edin, zahire bakmayın, Bâtıni yönü var, sözün literal anlamından öte, sahibini de aşan boyutu var!’ denilerek uyuşturucunun etkisinin geçmesinin önüne geçilmeye çalışılıyor. Zırva te’vil götürür mü?!
Keza ‘pergel metaforu’ anlamında da söylediklerimizi değerlendirirsek; sabit ayak, ilkeler, akide, tartışmasız ve tek hakikat olan noktaya sabitlendiğinde ancak diğer ayağın hikmet arayışı anlamında olabildiğince geniş bir boyutta seyrü seferde, yitik takibinde, yeryüzünün imarına ilim çerçevesinde nasıl bir çözüm/katkı üretilebileceğine dair danışma, gözleme çıkma serbestîsinden bahsedilebilir. Aksi halde o değişken ayak sabit addedilince sizi oradan buraya savurur durur, evirip çevirir. Ne sabiteniz kalır, ne ilke ve istikametiniz!
Her sakallıya ‘dede’ demeye başlarsanız, dedenin dedikleri de size dert olur, akabinde yılanlara ve yalanlara muhatap ve mahkum olursunuz!! Sahte mutlaklıkların akıbeti mutlaka sahte bir çıkış, son olur! Beşerin ürettikleri, dünyevi ilişkiler ağı anlamında, hayatın seyri anlamında olası olmakla beraber genel geçer kuralları, toplumsal işleyişi ve düzeni temin, tesis ve idame ettirecek kaideleri beyan anlamında mutlaka sorunlu, malul ve kifayetsiz olacaktır. Birine kâr getirirken birisi için zulüm doğuracaktır. Burada bahsedilenler malumunuz, trafik kuralları örneğindeki uygulamalar kabilinden değil ‘devlet idaresi’ anlamında ‘hukuk’ içeren, yaptırımları, sınırları, sorumlulukları olan ‘anayasa’ kabilinden görülmesi gereken icraatlardır.
Bu hâkimiyet iddiası ki meşruiyetini kaynağından ve hakikat olgusundan alır. Kendisi yaratılmış olan, aciz ve aceleci olan, nefsinin ve çeldiricilerin iğvasına konu olan, isyan ve nisyan ile malul olan kimse nasıl olacak da toplumsal düzene, tüm insanlığa, hak ve adalet getirecek, huzur ve güven temin edecek, barış ve esenliğin teminatı olacak bir düzenleme, sistem ve kurallar silsilesi getirebilir? Bunun imkânı da yok, örneği de! Bu aşkın olan, kendisi muhtaç olmayan, yaratıcı olarak yarattıklarının ihtiyaç ve özelliklerini en iyi bilen bir üstün güç ve kudret sahibinin, her şeyi bilen, hayatiyet veren ve akabinde hesaba çekecek olan hikmet sahibi bir ilah, rab ve ‘ahkamül hakimin’ Allah’a ait bir özelliktir sadece… O’nun bu konuda yardımcıya, veliye, bir ortağa da ihtiyacı yoktur! ‘İman ve teslimiyet’ ta baştan, şeksiz ve şüphesiz olarak, şahitlik ederek, iradeli bir tercihle bunun böyle olduğuna kani ve mutmain olarak tasdik, ikrar ve ispata yönelik ameliye ile olur. Yoksa O’nun bu güç ve kudretini, yegâne otoritesini canlı veya cansız kişi, kurum ve kurullara bölüştürmek, kendini veya birilerini bu konuda yetkili addetmek tam ve orijinal anlamıyla bir ‘sapma’ ve ‘şirk’tir. Zira vahyin inzal ortamında müşrik diye tesmiye ettiklerimiz de Allah’ın varlığına inandıklarını söylüyorlar ve O’nun o kadar aşkın olduğuna inanıyorlardı ki O’na sadece aracılarla ulaşılabileceğini, yeryüzünün süfli işleriyle uğraşmayacak kadar müstağni olduğunu düşünüyor, öyle davranıyorlardı. İşte bu inanç ve o hal üzere düşünüp davranmak onları ‘müşrik’ yapıyor, ‘kafir/nankör’ kılıyordu!
Hâkimiyet iddiası ‘araç-gereç’le değil, anlayışla alakalıdır öncelikle… Bir din veya ideoloji fikriyatını hâkim kılmak, onun gerektirdiği düzeni, sistemi temin ve tesis etmek iddiası, düşüncesi taşımıyorsa bu bir gözü kör, bir eli ayağı olmayan bir bedene, bir kefesi olmayan teraziye benzetilebilir. O olsa olsa bir think tank kuruluşu, fikir jimnastiği etkinliği, bir meditasyon olabilir, başka değil! Eğer İslam açısından sorunu ele alırsak, düşününüz böyle bir edilgenlik içinde olsa, hakimiyet iddiası gütmese Hz. Peygamber ve inananlar niçin arayışa girip Habeşistan, Taif ve akabinde Medine’ye hicret etmek durumunda kalsınlar ki?! Hele onlara yapılan oldukça cömert teklifler, pazarlıklar da düşünüldüğünde… ‘Deizm’ tartışmalarının biraz da bu boyutta düşünülmesi gerekiyor. Bugün inandığını söyleyip de düzen, sistem ve kurallar anlamında ‘şeriat’ kavramını duyanların gösterdiği tepkisellik, istatistiklere bakıldığında görülebilecek olan bunu tercih etmeme olgusu, üzerinde önemle durulması gereken bir veridir. Şimdi kalkıp İslam’ın devlet talebinin olmadığı, şekil önermediği söylemlerinin ne yana düştüğünü de siz söyleyin! Tekraren söylersek ‘bunun nasıllığı’ ve ‘nesnel bir yolu’ olması konularıyla ‘yanlış uygulama ve örneklerin yanlışlıkları ve bunların tashihi’ ayrı birer konudurlar ve mutlaka tartışılmalıdırlar. Ama bizim dememiz en baştan bu ön kabulü, olmazsa olmaz ilkenin altını çizmektir: İslam hak din olarak hem hakikat içeriği hem de kaynağı itibariyle hâkimiyet iddiasına sahip tek ve alternatifsiz yoldur (yorumları kastetmiyoruz; nesnel bir anlam çerçevesinden bahsediyoruz), biriciktir. Diğerlerinin nereye çıkacağını bilmem amma Angara’ya çıkmayacağı kesin!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *