Eskiden “Müslümanca” inanır, “Müslümanca” yaşardık. Referansımız da, hayat tarzımız da İslâmdı! Sıkıştığımız yerde “âyet”e, “hadis”e, “icma”ya bakar, olmazsa “kıyas” yapar, tarzımızı, tavrımızı, duruşumuzu, davranış biçimimizi buna göre ayarlardık.
Yavuz Bahadıroğlu, güncel ve en önemli sorun olarak bu noktanın altını çiziyor bugünkü yazısında “Biz Müslümanca inanıyor, ama Hıristiyanca yaşıyoruz! Asıl meselemiz, büyük derdimiz budur!” Tanzimatla birlikte Batılı kriterlerle tanıştığımızı ve Cumhuriyet döneminde Fabrika ayarlarımızın bozulduğunu belirten Bahadıroğlu, Yeni Akit’teki yazısına şöyle devam ediyor:
Meşhur Fransız gezgin ve yazar A. Brayer,“Neuf anne’es a Constantinople”isimli eserinde, “Dinin manen zincirlemiş olduğu hakiki Müslümanlar, ancak onun çizmiş olduğu daire dâhilinde hareket ederler” diye yazıyor (18. yüzyıl).
Artık böyle olmuyor, zira “Batılılaşma süreci”nde (Tanzimat dönemi) devreye Batılı kriterler girdi. Cumhuriyet döneminde ise “Fabrika ayarları”mızla oynandı!..
“İslâm’a göre yaşamak”tan gitgide uzaklaştık, “Batı’ya göre yaşama”yı da tam beceremedik (çünkü biri İslâm, diğeri Hıristiyanlık kaynaklıydı). Sonunda dengemiz bozuldu. Zihnimiz, hafızamız, hatta şuurumuz altüst oldu! Ayaklarımızın birbirine dolaşması, bu yüzdendir.
Gerçi hâlâ “Durdum Kıbleye” diyor, tekbir alıyoruz, ancak Kıbleyi bir türlü tutturamıyoruz: Maalesef “Her yol Roma’ya” çıkıyor!
Eskiden böyle değildik. Özgürlüğümüzün sınırlarını “İslâm” belirlerdi. Kadın-erkek, çocuk ve ailedeki yaşlılar arasındaki dengeyi en iyi şekilde kurmuştuk. Aile “mübarek” müesseselerden biriydi ve yabancıların bile övgüsünü alırdı.
İsviçreli Prof. Gaston Jezz, eski aile hayatımız konusunda şöyle diyor:
“Osmanlı aile hayatındaki güzellik, nezahet ve samimiyet zannetmiyorum ki başka bir yerde olsun. Osmanlı’daki İslamî hayat, huzurlu bir hayatın zirve noktasıdır. Birbirine sevgi-saygı ile bağlıdırlar… Osmanlı aile hayatı güzelliklerle doludur… Hayat şiir gibi yaşanmaktadır. Bütün bunları ailede öğreniyorlar.”
Dr. Brayer’i dinlemeye devam edelim:
“Birtakım menfaat kaygıları, eğlence düşkünlükleri, çok defa kadınların da iştirak ettiği ticarî muamele gaileleri, hâsılı başka memleketlerin her şeyleri, kadınların çocuklarına karşı şefkatlerini azalttığı halde; Osmanlı’nın harem (aile anlamında) hayatı, bilakis bütün bu hislerin bir merkezde toplanıp artmasını temin etmektedir.”
Kadın “erkeksi”leşmeden, erkek “kadınsı”laşmadan, fıtratın yüklediği sorumlulukları yerine getirdikleri için, aralarında Batı’nın dayattığı türden bir “rekabet” olmazdı…
Ne kadın; “kariyer mi çocuk mu?” diye sorar, ne erkek aile hayatının dışında macera arayışına çıkardı. Dolayısıyla çocuklar anneli-babalı büyür, kadın da, erkek de, çocuk da, yaşlılar da huzur bulurdu.
Günümüzün “ModernMüslüman”ları geçmişe göre çok daha zengin, ama huzursuzuz! Huzursuzuz, çünkü vicdanımız hayat tarzımızdan rahatsız!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *