Bugün için kamusal alanların, Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi baskıcı, kısıtlayıcı, ötekileştirici özelliğini kaybettiğini görmekteyiz. Tabi ki bu gelişmenin değişen dünya şartlarının getirdiği bir zorunluluk olduğu göz ardı edilmemeli.
Kamusal Alan
Toplumun laikleşmesi süreç olarak uzun bir zamanı gerektirdiğinden dolayı, devlet kendisini dinden soyutlama hususunda bütün katmanlarında tavizsiz bir uygulama gösterir. Bu uygulama yasama, yürütme ve yargı olarak gün yüzüne çıkarken, kamusal alan olarak ilan edilen yerlerde, dinden soyutlanmış uygulamalar pratik olarak icra edilir.
Devletin benim dediği bütün alanlarda dinle ve dinden olanla ilgili herhangi bir uygulamaya rastlamanın mümkün olmadığı gibi, teklif etmek ya da seçim yapmak gibi bir olasılık da yoktur. Her ne kadar yapılan tanımlamalarda kamusal alan bireyin özgürlük alanı olarak ifade edilse de, devlet için kamusal alan bireyin tercihlerine bırakılmayacak kadar önemlidir.
Kamusal alan devlet kontrolünden çıkarılarak bireylerden oluşan topluma bırakıldığında, toplumun dindarlığı düzeyinde devlet de dindarlaşacaktır. Bu yüzden dinden soyutlanmış devlet, kamusal alan olarak sahiplendiği yerlerde, bireyleri ve toplumu dindarlığını yaşaması konusunda özgür bırakmaz. Bugün için her ne kadar özgürlük alanlarının genişletildiği, giyim kuşamın serbest bırakıldığı, kamusal alanda dahi dini ritüel ve sembollerin uygulanabilir olduğu dillendirilse de, bu durum pratik olarak uygulansa da, dinin ilkesel ve hukuki boyutu açısından herhangi bir özgürlükten bahsedilemez.
Devlet tarafından toplumun hizmetine diyerek yapılan sosyal alanlarda, düğün salonlarında, spor salonlarında, konferans ve etkinliklerin yapılabileceği kamuya ait yerlerde… Şahıslara ait adına özel eğitim kurumları dense bile devletin kontrolünde olan kurumlarda, resmi ideolojinin simge ve sembolleri, kişilerin inanç ve akidelerine bakılmaksızın bir dayatmayla bulunmaya ve bulundurulmaya mecbur bırakılmaktadır.
Batılı toplumlarda kamusal alan, tarihsel süreçte giderek güçlenen burjuvazinin kendiliğinden yarattığı bir alanken, Türkiye’de bir yönüyle devlet tarafından yaratılmış olması batıyla aramızdaki en önemli farkı oluşturmaktadır. 1920’ler Türkiye’sinde batı modernliğine bağlı kalınarak inşa edilen kamusal alan kavramı, ülkenin batılılaşması sürecinde anahtar rol oynamıştır. Bu dönemde oluşturulan kamusal alan, modernleşme projesiyle özdeşleşmişti.
Türk toplumunun, kamusal alanı Batı ülkelerinden farklı tecrübe etmesinin temel sebebi Batıdaki modernleşme ile Türkiye’nin modernleşme süreçlerinde etkili olan aktörlerin birbirinden farklı olmasıdır. Avrupa modernleşmesinde aristokrasi, Amerika modernleşmesinde ise burjuvazi yani toplumların sosyal kesimleri önemli bir rol oynarken, Türkiye’nin modernleşme sürecinde belirleyici güç bürokrasidir. Başka bir deyişle, bürokrasinin temel kaynağı olan devlet, Türk modernleşmenin en önemli aktörü olmuştur.
Devlet, modernleşmenin itici gücü olduğu için, kamusal alanın belirlenmesinde de önemli bir rol oynamıştır. Modernleşme öncelikle devlete ait kurumlarda başladığı için, eğitim, siyaset ve hukuk gibi başlıca kurumlar devlet modernleşmesinden nasibini almıştır. Devletin beklentilerini karşılayacak şekilde modernleştirilmişlerdir. Çünkü devletin gözünde kamusal alana giren tüm kurumlar, devlet ideolojisini yaymak için işlev görür. Başka bir deyişle, Türkiye’nin tecrübe ettiği bu modernleşme tarzı Avrupa örneğinin aksine aşağıdan yukarıya değil, yukarıdan aşağıya doğru olmuştur. Yani Batı’da modernleşme talebi halktan devlete doğru olurken, Türkiye’de modernleşme devlet eliyle halka indirilmiş, zamanla aşamalı olarak ülke vatandaşlarına yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda Cumhuriyet rejimi temelinde ulus devlet inşası, kamusal alanı da şekillendirmiştir.
Kamusal alan devlet tarafından sınırlandırılmış bir yer olarak var olmuştur. İmparatorluktan ulus devlete geçiş, kolektif ruha dayalı, cemaatçi bir ulus yaratma çabaları, baskıcı bir homojenleştirme politikası uygulanmasına yol açmış, bu da kamusal alanı farklı kimliklere kapatmıştır. Amaç, yeni Türkiye Cumhuriyetinde yapılandırılmaya çalışılan ve modernleşme projesiyle özdeşleşen kamusal alan modelinin batılılaşma sürecine hizmet etmesidir. Ve modern Türkiye’nin modern yaşam biçimi ile Batılılaşmış görünümünü yansıtmasıdır. Bunun için öncelikle kamusal alanın görülebilir formu olarak kentlerin de yeniden planlanması ve inşa edilmesi gerekmektedir. “Avrupalı uzmanlar tarafından planlanan” bu yeni kentlerde “meydanlar ve parklar kamusal yaşantının önemli buluşma ve toplanma yerleri olarak” öngörülmektedir.
Daha homojen bir görünüm sergileyen modern kamusal alanlarıyla Cumhuriyet Türkiye’si elbette bu alanlarda -ulus olma bilinci yaratmaya hizmet etmesi öncelikli amaç olan anıtlarla da olsa- heykelleri de ihmal etmemiştir. Cumhuriyet ideolojisinin, “çağdaşlığın, laikliğin, ulus-devlet anlayışının bir göstergesi haline” dönüşen yeni kent merkezleri, meydanlar kısa zamanda anıt heykel uygulamaları ile donatılmış, böylece “Cumhuriyet kentlerini Osmanlı kentlerinden ayıran” özelliklerden biri olarak bu heykeller, yeni kamusal alanların işlevini güçlendirmekte önemli bir gösterge haline gelmiştir. Türkiye, Batılı modern devlet modelini Türk halkına yaymaya çalışırken, otoriter davranmak zorunda kalmıştır. Bu sebeplerden dolayı Türkiye özelinde ve de Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, vatandaşlar kamusal alanlara girerken, dini kimliklerini ve dini sembollerini bırakmak zorunda kalmıştır.
Kamusal alanlardaki görünürlüğünde yeni bir yönetimin ve iktidarın yerleşmesinde heykelden yararlanmak, zamanın devrimci ulusal anlayışıyla uygunluk göstermektedir. Dini törenler yerine halkla resmi törenlerde bayramlaşan Atatürk’ün kitlelerle kuracağı ilişkinin yeni kamusal mekânlarında heykel önemli bir göstergedir.
Devletin dinden soyutlanmasının esas gayesi de bu merkeze oturmaktadır. Bu çaba da baskıcı laik ideoloji üzerinden yürütülerek meşruiyet sağlanmaya çalışılır. Günümüzde laiklik tartışılsa da, eski baskıcılığından feragat ettiği ifade edilse de, ideolojik anlamından ve niyetindeki yapmak istediklerinden asla ödün vermemiştir. Laik devletin bu tavrı modern müdahene olarak adlandırılabilir. Laik devletin kurucu paradigmasından ödün vermesini beklemek en basit ifadeyle laik devleti anlamamak olarak anlaşılabilir.
Bugün için kamusal alanların, Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi baskıcı, kısıtlayıcı, ötekileştirici özelliğini kaybettiğini görmekteyiz. Tabi ki bu gelişmenin değişen dünya şartlarının getirdiği bir zorunluluk olduğu göz ardı edilmemeli. Dini kimlik ve sembollerin kamusal alanlarda dolaşması, kişilerin kendilerini ifade edebilmesi, bir bakıma olumlu gelişme olmakla birlikte, bu durum karşısında mevcut düzenin tavizkâr davrandığı düşünülmemelidir.
Öyle görünüyor ki, kamusal alan tanımı ve işlevi, ilk çıktığı yer olan Batı’daki içeriğine doğru bir dönüşüm kaydetmekte. Bireysel özgürlüklerin küresel ölçekte gelişmesi, teknolojik iletişimin ilerlemesi, toplumların daha bilinçlenerek, önceden sahip oldukları fakat sonradan kısıtlanan haklarını talep etmesi, baskıcı kamusal alan tanımını ve işlevini de değişmek zorunda bırakmıştır. İnsanların istediği inancı tercih etmeleri, inançlarının vecibelerini yerine getirme istekleri, gelişen toplumsal bilinçte önlenemez durum almıştır.
Bu açıdan bakıldığında, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki toplumsal yapının belirleyici rolüyle, bugünkü toplumun belirleyiciliği arasında kıyas kabul etmeyecek derecede değişiklik bulunmaktadır. Toplumun bireysel özgürlüklere karşı baskın arzusuna, rejimlerin de kontrol edilebilir bir toplum modeli üretme düşüncesi eklendiğinde, bugünkü anlamda ve işlevde kamusal alanın varlığı kaçınılmaz olmuştur.
Kamusal alanın bugünkü anlamda işlev görmesinin sonucunda, inkâr edilemez gizli kazancın sahibi sistemdir. Mesele nefret ettirmek değil sevdirmek, ötekileştirmek değil diyalog kurmaktır. Sevdirmek ve diyalog, her türlü düşüncenin, ideolojinin, rejimin ve düzenin, kendisini taşıyıcı toplum gözünde meşrulaştırmasına giden yolun açılmasıdır. Yani bir bakıma buna, siyasal muhalifin entegrasyonu da denebilir.
Bu anlayış baskıcı, jakoben uygulamalara göre daha akıllıcadır. Bir bakıma sistemin, düşman azaltma ve dost kazanma taktiği olarak değerlendirilebilir ki, son dönem gelişmelerde bunun pratik örnekleri de görülmüştür. Burada dikkat edilmesi ve üzerinde durulması gereken husus, kamusal alanın tanımı ve işlevi değişmesine rağmen, otoritenin-rejimin kurucu paradigmasında bir değişikliğin olmadığı-olamayacağıdır. Bunun tam aksine, değişmenin ötesinde, muhalif unsurların da, kendilerine açılan görece alanları kazanmalarının sonucunda, esasa dair eleştirilerden uzaklaşarak ciddi eleştirilerden feragat etmeleri sağlanmıştır. Modern devlet bu akıllıca manevrası ile kendi açısından ileriye dönük birçok ciddi eleştiriyi de bertaraf etmiş olmaktadır.
Bu son tahlilde, dinin devletten soyutlanmış halinde bir değişiklik olmadığı gibi, karşılıklı uzlaşı sonucunda bireyin ve toplumun eleştirilerine de bir bakıma kapıyı kapatmış olmaktadır. Devlet ve toplum uzlaşması sonucunda, egemen güç tarafından bireysel özgürlüklerin genişletilmesi, kişilerin dini inançlarının gereğini kamusal alanlarda ifa edebilmesi, kamusal alanlara dini sembolleriyle girebilmesi sağlandığı için, rejimin esasına dönük seslerin de kısılması sağlanmıştır. Bireylerin, bireysel olarak inançlarını yaşamalarına müsaade edilmesi, bireysel dindarların çoğalması anlamını taşımaktadır. Bireysel dindarlık ise, inandığı dinin bireyin kendisi dışındaki bir gelişmeye ve olaya müdahalesini anlamsız kılmaktadır.
Son dönemde bütün kamu kurumlarında dindar bireylerin rol aldığı görülmektedir. Özellikle mecliste, bankalarda, piyango idaresinde, belediye meclislerinde erkek-kadın birçok bireysel dindar arzı endam etmektedir. Namazlarını kılan, oruç tutan, nafile ibadetler yapan, hacca-umreye giden bu kişilerin bireysel dindarlıkları, görev aldıkları kurum ve kuruluşlarda bir işleve sahip değildir. Bankada çalışan bireysel bir dindara, dininin haram kıldığı faizin hesabını yapması engel değildir. Daha da ilerisi, müşteri kazanmak adına birilerine faizle kredi verebilmek için ikna çabaları bile gösterebilir. Bu tür örnekler alabildiğine çoğaltılarak üzerinde düşünülebilir.
Peki, bu dindarlık anlayışında, bu algının kabulünde etken olan nedir? Bir kişi, inandığını ifade ettiği değerlerin muhalifinde, hem de değerlerin sahibi olan Allah’a rağmen nasıl böyle bir davranış içerisine girebilir?
Yukarıda da belirtmiştik, devletin dinden soyutlanması için kullandığı laiklik ideolojisiyle amaçladığı bir şey daha vardı; din ve dünya işlerini birbirinden ayırmak. Din işi ayrı dünya işi ayrı söyleminin, inanan insan üzerindeki tezahürü olarak ortaya çıkması böyle bir pratikle mümkün olmaktadır. Burada iki kavramla daha karşılaşmaktayız; Allah’ın kulu ve emir kulu. Bireyin dindarlaşması, dindar bir birey olarak hayatını sürdürmesi, bu iki kavram üzerinden somutlaşır.
Burası bir bakıma yol ayrımıdır da. İnancın ne işe yaradığının şahitliği noktasında işlev görür. Hayatın parçalanmasının acıtıcı karşılığıdır aynı zamanda. Bireysel özgürlüklerin genişletilmesi, dindar bireye kamusal alanda yer açılması, dindar bireyle sistemin barışmasını sağlar. Yani bireyin bu dünyada kazandıklarına karşılık, dünyasına ve yapıp-ettiklerine Allah’ı karıştırmaması, Allah’tan bağımsız hareket etmesi, Allah’ın olmadığı alanlarda yaşam sürmesini kabul etmesi ortaya çıkmıştır.
Laikliğin dünyevileşmeyle de çok yakın bağının olduğunu, bir bakıma sekülerleşmenin/dünyevileşmenin taşıyıcılığını üstlendiğini zikretmiştik. Dindar bireyin Allah’ın haram kıldığı arazide gezinmesi, dünyevileştiğinin göstergesidir. Dünyevileşme, rızkın ve kazancın Allah’tan gelmediğini, lisanen olmasa da, amelen ikrar etmenin getirdiği tercihtir. Kazanan sistemdir, düzendir. Dönüş ise Allah’adır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *